Uzaklardan...
Yazar: Haluk Işık
Öyle yorgunsun ki, dinlenmek mümkün olamıyor. Beş gündür bu haldesin. Zihnin tedirgin, aklın bulanık, bedenini zaman zaman yoklayan garip titremeler. Neden böyle? Nazım, “Nereye gitsem, kafam ikinci bir adamdı yanımda” derken, tam da bunu mu söylemek istiyordu? Kimbilir...
Şimdi, sevgilin İzmir’den otomobil gidişi iki saat ötede, Ege’nin kuzeyindesin. Saat, gecenin üçü, ıssızlıklar içindesin. Az ötedeki Çanakkale-İzmir karayolundan, tek tük kamyonlar geçiyor. Ne diyordu Cahit Külebi, “Kamyonlar kavun karpuz taşır, ben seni düşünürüm”... Öyle bir haldesin ki, neyi düşündüğün bile muğlak, bir kentten kovulmuş ve bir daha dönmeyecek gibisin. Böyle düşünmeni ve yazdırmayı da başardılar ya, Oğuz Atay’ın kelamınca, “aferin insanlar” mı demeli?
Aslında yazmayacaktın. Biraz özlesinler, biraz özlemeliyim kararındaydın. Birikmiş onca kişisel işi bitirmek, kendine biraz teneffüs, sevdiklerine biraz zaman, olup bitene biraz uzaktan bakmak, herşeyi ve herkesi biraz irdelemek, kendini biraz dinlemek, dinlenmek... Meramın buydu.
Ama kentli doğdun, kentli öleceksin, bunu iyi biliyorsun. Sana yok, sana haram, sana bağışlanmadı, uyuyan evler arasında ışığı yanan tek balkonda asude bir yalnızlık, yol kıyısında bir benzin istasyonu, karşıda uyuyan flamingolarıyla tuz gölü, kokusunu evlerin üstünden aşırıp sana taşıyan deniz ve uzansan dokunacağın yıldız korusundan mürekkep bir inziva hali. Sen buraya değil, oraya aitsin.
“Sar beni Kordelya, öp beni / Ben bir kalebentim / Körfezdeki balıklar kadar kalabalık / Bayraklı yolunda bir otobüs kadar yalnız...”
Aldanma ki, şair sözü yalandır... Hayır, bir tek şeyden eminsin, sen kentine karşı hiç yalan söylemedin. Belki de sözlerinin dolaşacağı doğruluk ormanını yıllar önce yaktılar ve şimdi bir yangın yerinin parçası olman talep ediliyor. İnatla, ısrarla, ne olsa Osmanlı'da oyun çok. Sevmeni sıradanlaştırmaya, bağlılığını sakilleştirmeye kalktılarsa, “Çürüyen birşeyler var Danimarka’da...” Sahi, Hamlet haklı mıydı?
Seni işgal eden, sinirlendiren, üzen, kıran ve sıklıkla “benim ne işim var burada, bunların arasında” dedirten kalabalığıyla, hep oradasın, nereye gidersen git. Telefonu kapatamazsın, seni zehirlemelerine, canını sıkmalarına, dönüşte Hiçbir şeyin değişmeyeceğini anımsatmalarına açıksın.
Mutlaka haber almak zorundasın, o yüzden gazetesi, interneti, kentten gelenlerin anlattıklarıyla hep olup bitenin içindesin. Plakaların yabancı bir kente ait olması, belki coğrafya değişikliğini anlatıyor olsa da, sen hep bir ülkenin ve bırakıp geldiğin o kentin içindesin.
Sen hep oradayken, yok sana görece bir uzaklaşmanın vereceği, hiç olmazsa bir parça huzur.
Şimdi dinlenmiş mi oluyorsun, yoksa katran karası demlenmiş mi?
Uzatmaya gerek yok, geldiğince döneceksin, Konak Meydanı'nın güvercinleri arasına.
Hiç bitmeyecek bir yorgunluğun ağırlaştırdığı kanatlarınla, “İşte geldim” diyeceksin.
Seni yine kentin dinlendirecektir. Umuttan ve temenniden başka birşeyin yok, gecenin bu saatinde. Belki de saati yeniden kurmanın, sayfayı çevirmenin, donmuşluğu devrime tahvil etmenin tam sırasıdır. Kimbilir...
Sadece bunun için, “Sevgilim İzmir” diyeceksin, demelisin. Bize teslimiyet yakışmaz.
Şimdi ışığı kapatıp, bir “yok ülkede” kaybolmak zamanıdır.
Ama bu gece, çok uzaklardasın.
Bağışlasın bu iç döküşü... Özlediklerin.