Akşam karanlığının İzmir'e indiği saatlerdi. Konak meydanından Karataş yönüne, Devlet Tiyatrosu'na doğru yürümeye çalışıyordum. Yüzyıllardır "Meydan" olmasını becerememiş, ya da aynı görüntüyü asla on yıldan fazla taşıyamamış, bu kentin kalbi sayılan Konak Meydanı bir kez daha "Meydandan başka her şeye benzer" bir hale bürünmüştü. Yeni Karamürsel mağazasının bulunduğu köşeden caddenin karşı yanına geçmek isteyen yayalar, kendilerini spor olduğuna inanmadığım bir biçimde, hareket halindeki araçların arasına atıyorlardı. Ortada bir trafik lambası bulunmadığı gibi bu işi düzenlemekle görevli trafik polisi de yanında duran ekip aracındaki meslektaşları ile koyu bir sohbete dalmıştı. Az ötesindeki serüvenle ilgilenmek gibi bir niyeti de yoktu.
Zaten bu şehirde hemen tüm kavşaklardaki yaya geçitleri sanki "Yayaların ezilmesini sağlamak" için planlanmışlardı. Çünkü kavşaklardaki geçitlerde yayalara "Geç" ışığı yandığı anda, bu geçişin bulunduğu yola açılan diğer kavşak ağzında beklemekte olan trafiğe de yeşil ışık yanıyor ve hem sürücülerimiz "Sağa dön ve dur!" kuralını bilmediklerinden, hem de dönünce duracak mesafede boşluk bırakılmayıp, yaya geçitleri hemen kavşağın ağzında olduğundan ve de kendilerine göre yapacak başka şey bulunmadığından; araçlarını yayaların üstüne sürüyorlardı. Bu tür kavşak üretmek de yakın zamanda görevde bulunan ve bu işlerden sorumlu olan; bir Genel Sekreter Yardımcısı'nın, tıpkı caddeleri daraltmak gibi duyarsız ve sorumsuz parlak fikirlerinden biriydi.
Araçların farlarının ışıkları içinde sağa sola kaçışmaya çalışan yayalar "Safarilerde avcıların önünden sekerek kaçan sürüleri" andırıyordu. Doğal olarak da bu görüntü İzmir'in "Çağdaş kent olduğu" savına hiç yakışmıyordu. Çünkü çağdaş kentlerin, çağdaş yöneticileri kentlisinin böyle anlamsız sıkıntılara girmesine razı olmazlardı. Kentin trafik sorumluları, yayaların karşıdan karşıya geçişlerini "Kaza tehlikesiyle burun buruna gelmeden yapmalarını" sağlayacak önlemleri alır, aydınlatma sorumluları da o bölgenin en azından yeterli sayılabilecek çapta bir aydınlatmayla geceleri "Göz görür hale" gelmesini sağlarlardı. Sorun, şehrin hemen her yerindeki bu tür şantiye nitelikli çalışmaların yapıldığı bölgelere, üzerinde "Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz" yazısı bulunan tabelalar dikmekle çözümlenmiş olmuyordu. Evet, özür dilemek bir incelikti ama o kadar incelmesini bilen ruhların yukarıda panoramasını verdiğim kötü görüntüye rıza gösterecek kadar da duyarsız olmamaları gerekirdi.
İşte böyle bir serüvenin içinden herhangi bir kazaya uğramadan ve oldukça sağlam ve sağlıklı bir durumda karşı kaldırıma ulaştım. Ancak şimdi de yayalar için yapıldığına inandığım kaldırıma park etmiş araçların arasında, hedefime doğru yürümeyi başarabilmek için labirent oyunu oynamak zorundaydım. Ancak bu oyun az önceki serüven kadar tehlikeli değildi. Hiç olmazsa akşamın alaca karanlığında plakasını okumaya bile fırsat bulamadığım bir aracın altında kalarak ezilme olasılığı yoktu. Tam tersine o daracık kaldırımın üstünde tampon tampona park etmiş otomobillerin arasından geçmeye çalışırken ayna, çamurluk ya da tekerlek gibi çıkıntılara istemesem de değiyor ve giysilerimin temizleyiciye gitme durumuna gelmesi bir yana, çaktırmadan bile olsa "Araçlara bizzat çarpma mutluluğuna" sahip oluyordum. Bu arada bir önceki cümlemin ilgilerini çektiği meraklı kitle için açıklama yapma gereği duyuyorum. "Bana çarpan ya da çarpma girişiminde bulunan araçların çarpma anından önce plakalarını okumak" gibi bir hobim yoktur. Zaten birisine çarpan araçların plakaları kabartma olarak çarpma bölgesine nakşedileceği için, kazazedenin kaldırıldığı hastanedeki hemşireler o neredeyse üç boyutlu haldeki plaka çıkartmasındaki yazıları, çarpılmış durumdaki vatandaşa okuyabilirler. Hatta herhangi bir ağır vasıtanın altında kalmış olan aziz ve canımızdan çok sevdiğimiz vatandaşlarımızın, hangi marka tekerlek lastiği tarafından pestil haline getirildiği günümüz teknolojisinde mevtanın vücudunda kabartma olarak yer alan izlerden kolay bir biçimde anlaşılmaktadır. Ancak kendisine çarpmakta olan bir aracın plakasını görebilmesi, kazazedenin "Bilgi sahibi" olmak gibi çok önemli bir sosyal hakkını kullanması demektir. Öyle ya, bakalım aracın plakasındaki harfler ve sayılar ne gibi anlam taşıyorlar. Bir kere plakadaki sayılar çarpılan şahsın "Uğurlu" sayılarından mı değil mi? "Ne önemi var" demeyin! Eğer o plakada uğurlu sayınız var ise, kazadan sağ olarak kurtulma şansınız da var demektir. Ya harfler? Üzerine doğru son hızla gelen bir aracın plakasında "EZ" sözcüğünü gören vatandaş yandı demektir. Hiç kurtuluş şansı yok. Yapacağı eylem aracın plakasında bile yazılı. O ezecek, vatandaş da ezilecek!
İşte bu ahval ve şerait içinde ulaştığım karşı kaldırımı kullanarak yoluma devam ederken karşıdan gelen bir adamın elini tutarak yürüyen 7-8 yaşlarındaki bir çocuğun söylediği söz o karanlığın içinde adeta bir ateş topu oldu. "Baba, bana bisiklet alır mısın? Ama, kırmızı olsun!"
Devlet Tiyatrosu'na gelip, yarım asırdan daha yaşlı fıstık çamlarının altındaki minik personel lokalinde bir sandalyeye iliştim. (Sahi, Alsancak Limanı'ndan başlayıp, Güzelyalı'ya kadar uzanan sahilde bu bahçeden başka hiçbir yerde halkın da yararlanabileceği böyle ağaçlı bir bölge kalmamıştı. "Yeşili kalmayan İzmir"e acı bir örnek. Ne kadar yazık! Kültürpark'a devasa ticaret binaları yapmak isteyen aydın iş adamlarımızın kulakları çınlasın!) Cevat'ın getirdiği adaçayı dolu bardağın yükselen dumanları, duyduğum andan beri kulaklarımda yankılanan sözle birlikte beni alıp, İzmir'in ölesiye yaşanılası bir kent olduğu yıllardaki çocuk dünyama götürdü: "Baba, bana bisiklet alır mısın? Ama, kırmızı olsun!"
***
O yıllarda kiracı olarak oturduğumuz ev Mithatpaşa Caddesi'nin kara tarafında ve çoğumuzun adını "Havra" olarak söylediği Bet İsrael Sinagogu'nun çok yakınında idi. Babamın kira için, caddenin yalı tarafında oturan ev sahibimize "Üç ayda bir" bin lira ödediğini de çok iyi hatırlıyorum. İşte sözünü ettiğim o ev, benim çocukluk düşlerimin şatosuydu. Üç kata yayılmış tam sekiz odalı, konak yavrusu bir evdi. Aynı yıllarda caddenin karşı tarafında, Musevi çocukların eğitim gördüğü Karataş İlkokulu'nun koyu sarı renkli badana ile boyanmış binası vardı. Okulun hemen yanında, denize açılan kısa sokak, civarda oturan tüm çocukların buluşma noktalarından biriydi. Uzun yaz günleri öğleden sonraları önce sokağın içinde toplanır, daha sonra kıyıya giderek denize doğru uzanmış sayısız iskelelere dağılırdık. Kimi zaman oltalarımızın ucundaki sinek iğneleri ile kaba lidaki ya da isparoz avlar, kimi zaman topan kefallere çarpma atar, kimi zaman da topluca denize dalar ve hem iskele ayaklarından midye koparmaya çalışır hem de yüzerdik. Ama o yıllarda körfezde çok sık görülen deniz kaplumbağalarından biri gelecek diye de çok korkardık. Böyle günlerin akşam üstleri, toplamayı başardığımız midyeleri iki tuğlanın arasında yaktığımız çalı çırpı ateşinin üzerine koyduğumuz teneke parçasının üstünde kabuklarıyla birlikte pişirir ve üzerine bolca limon sıktıktan sonra afiyetle mideye indirirdik. Yosun kokusu yüklü imbat saçlarımızı öylece okşar dururdu...
İşte Moşe'yi o midye partilerinden birinde tanıdım. Kaşı, gözü koyu renkli bir çocuktu. Aramıza yeni katılmıştı. Nereden çıkıp geldiğini hiçbir zaman sormadık. O da bu konuda bir kelime konuşmadı. Moşe'nin o gün elimdeki midyenin üzerine sıktığı iki damla limon suyu arkadaşlığımızı kendiliğinden başlattı. Yaşımızın aksine ikimiz de çok konuşan çocuklar değildik. Dostluğumuz kış aylarında da sürdü. Bazı günler yine kıyıya gider Hasan Bey Kliniği'nin hizasına gelen daracık çıkmanın üstünde diz çöker ve öylece denizi seyrederdik. Uzun süren sessizliği genellikle o bozardı:
- Adını okuyabiliyor musun... Kayığın?
- Hangisinin?
- Şu sarı bordalı olanın, kabinli iskeleye bağlı! Görebildin mi?
- Gördüm. "Umman" yazıyor.
Dilimizi ne kadar iyi konuşursa konuşsun, yine de Farsça ve Arapça sözcükleri fazla bildiği yoktu. Hoş, o çocuk dünyamda ben de öyle devşirme sözcükleri ne kadar bilebilirdim ki? Ama bu kez anlamını bilebildiğim bir sözcük çıkmıştı karşıma. Bir kaç dakika hiç konuşmadı. Gözlerini kısmış, karşı sahilde bir şeyler arıyor gibiydi. Sonra bakışlarını uzaklardaki o noktadan hiç ayırmadan sordu:
- Umman ne demek?
- "Deniz" demek.
Bakışları bu kez İnciraltı'na doğru kaydı. Hava iyice sertleşmiş, gittikçe irileşen dalgalar üstünde durduğumuz çıkmanın alt tarafına tokat atar hale gelmişlerdi. Moşe, öylece sessiz duruyordu. Bense "nereden biliyorsun" diye sormasını bekliyordum ama sormadı. Ummanın deniz olduğunu ben de yakın bir zamanda öğrenmiştim. Aile meclisinde babama şarkı söyletirlerdi. O da fazla naz etmezdi zaten. Sesi çok güzel değildi ama aklımda kaldığı kadarıyla şarkıları usulüyle söylerdi. İşte, babamın söylediği o şarkıda duymuştum: "Derdimi ummana döktüm, asumana inledim..." Babamın uzaktan akrabamız olan Asuman teyze için neden şarkı söylediğini bir türlü anlayamamıştım. Ama konunun "Ayıp" bir takım anlamlar içerdiğine karar verip, şarkıdaki ikinci bilinmezi sormuş ve işte o zaman öğrenmiştim ummanın deniz demek olduğunu.
SessizliÄŸi bozan gene oydu:
- Denizin bu kadar güzel adı varken, neden umman demişler?
Tüh, işin burasını hiç düşünmemiştim. Sahi neden öyle demişlerdi acaba? Bunu hemen o akşam babama sormaya karar verdim o anda.
- O kayığın sahibine söylemeli... Ummanı silip, deniz yazsın. Deniz daha güzel.
Kim bilir ne cevap verecektim ki, ağzımı açtım. Tam o anda da iri bir dalga, önce üstünde durduğumuz çıkmada patladı, ardından bizi arkamızdaki taş duvara sırılsıklam olarak yapıştırdı. Buz gibi tuzlu su aklımızı başımızdan almaya yetmişti ve titreyerek evlerimize koşmaya başladık. Moşe, kırk merdivenlere doğru yönelirken günün son sözünü de söyledi:
- Islanmamıza aldırma. Sizler denizle fazla ilgilenmezsiniz ama o iyi bir dosttur. Büyüdüğüm zaman bir kayığım olursa adını deniz koyacağım.
Cevap veremedim bile. O hızla titreyerek evin kapısına yönelirken duyduğum tek güzel şey üzerimdeki yosun kokusuydu...
***
İlkyaz ayları geldiğinde dostluğumuz iyice ilerledi. Ben evlerine hiç gitmemiştim ama o arada sırada bize gelirdi. O koca evin ortasında büyükçe bir iç avlu vardı. Yatağımın olduğu odanın penceresi o avluya bakardı. Sabahları uyandığım zaman başımı kaldırıp, avlunun yüksek duvarlarının üzerinden gökyüzüne baktığımda havranın kubbesini görürdüm. Güneşin ilk ışıkları önce oraya vurur, ardından odamın penceresinden içeriye girerdi. Kubbenin uç noktasına da mutlaka bir kumru konar ve arada bir gerdanını oynata oynata öterdi. İşte o avlu ikimiz için minyatür kale futbol maçı yaptığımız bir oyun alanı olmuştu. Bitmez tükenmez bir enerjiyle ve ne gariptir ki yine hiç konuşmadan top oynar, sonra kan ter içinde taşların üzerine serilir, gökyüzünün masmaviliğini seyrederdik. Soluklarımız ve nabız atışlarımız normale dönerken yine o konuşurdu:
- Dün gece babam söz verdi... Velespit alacak... Sınıfımı geçince...
İçim cız etti. Başka çocuklar da aynı sözcüğü kullandıkları için velespitin ne demek olduğunu biliyordum. Üstelik benim de ölesiye istediğim bir armağandı bisiklet. Ama babamı o güne kadar inandırmayı başaramamıştım. Adeta gizli sevgilim elimden alınmış gibiydim. Kıskanma duygusunun da etkisiyle iyice konuşmaz hale gelmiştim. O devam etti:
- Kırmızı olacak...
İşte o anda gözlerim karardı, başım döndü. O koskoca duvarlar üstüme yıkılıyor sandım. Bisiklet sahibi olacağı yetmiyormuş gibi, rengi de kırmızı olacaktı demek... Moşe ne kadar şanslı bir çocuktu. Ya da ben ne kadar şanssızdım.
Sonunda yaşamayı hiç istemediğim an başıma geldi. Moşe, kırmızı bisikletinin üstünde sanki atını şaha kaldırmış bir süvari gibiydi. Selenin altındaki markayı güçlükle okuyabildim: Raleigh...
***
O yaz Moşe, kırmızı bisikletiyle tüm caddenin tanıdığı bir çocuk oldu. Dostluğumuz eskisi gibi sürüyordu ama o boş zamanlarında benimle oynamıyordu. Onun bisikleti vardı. Caddenin diyagonal döşenmiş parke taşları üzerinde kayar gibi geziyordu bisikletiyle. Ben de diğer çocuklarla birlikte kaldırımın kenarına dizilip onu izliyordum. Önceleri uzaktan gözümüze nokta gibi görünüp, ardından gittikçe büyümesi, yanımızdan geçerken hava atmak için olsa gerek iyice hızlanıp ardından yine nokta gibi küçülmesini artık ezberlediğimiz halde yine de izlemeyi sürdürüyorduk. Bu böyle haftalarca sürüp gitti. Sonra bir gün...
***
Aradan yıllar geçti. Artık Göztepe'de oturuyorduk ve ben koskoca ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Bir Mayıs öğleden sonrası okul dönüşü kapıyı açan annemin yüzünde anlamlı bir gülümseme gördüm. Bir şey sormama fırsat vermeden söyledi:
- Depoya göz atsan, iyi edersin...
Susuz Dede Tepesi'nin yamacındaki o ev de iki katlı ve çok odalı bir binaydı. Arka tarafındaki büyük bahçenin bir köşesinde iki gözlü, depomsu bir kulübe vardı. Üzerindeki kayısı erikleri artık sararmaya başlamış olan büyük ağacın altından hızla geçerek deponun kapısını açtım ve kalbim orada duracak gibi oldu. Pırıl pırıl parlayan bir bisiklet vardı orada. Üstelik rengi de kırmızıydı. Gidonuna iliştirilmiş karttaki el yazısını okudum: "Yıllar önce çok istiyordun... Unutmuş olabilirsin, ama ben unutmadım... Baban..."
Boğazımda bir hıçkırık düğümlendi, yumruk gibi bir şey göğsümün üzerine gelip oturdu. Ah, baba kırmızı bisikleti ben hiç unutmamıştım ki... Moşe'yi de... O gün benim gördüklerimi sen görmemiştin ki baba...
Okuldan dönüyordum. Karataş'a yaklaştığımızda içinde bulunduğum troleybüs oldukça yavaşladı. Kaldırımlardaki insanlar ileride bir yere doğru koşuyorlardı. Derken yanımdaki insanlardan mırıltılar yükselmeye başladı: "Kaza olmuş!" Zaten az sonra trafik tamamen durdu. Açılan kapıdan aşağıya nasıl inip, ileride duran kalabalığın yanına nasıl gittiğimi hiç bilmiyorum. Onca insanı yararak başımı uzattığımda, parke taşlarının üzerinde önce parça parça olmuş kırmızı bisikleti gördüm. Ardından da az ötede ters dönmüş tek ayakkabıyı. Onun ayakkabısıydı...
İşte o günden sonra geçen sekiz yıl boyunca evdekilere bir kez bile bisiklet sözü etmedim, bisiklete de binmedim. Ama yıllar önce bile olsa ne kadar çok istediğimi unutmayan babam bana sürpriz yapmak istemişti. Ah Moşe, ne vardı o caddede rüzgar gibi gidecek? Ne vardı?
O Mayıs günü beni arka bahçedeki deponun içinde bitkin durumda bulduklarında saatler neredeyse akşama varıyordu ve babamın ellerini saçlarımda hissettiğimde gözlerimde akacak yaş kalmamıştı...
Ertesi sabah garip bir dürtüyle uyanıp, yattığım odanın penceresinden sokağa baktığımda, sabahın ilk ışıkları içinde köşeyi dönmekte olan babamı farkettim. Bir gün önce bana aldığı bisikletin gidonundan tutmuş, öylece dalgın gidiyordu... O bisikleti bir daha hiç görmedim... Yıllarca da bisiklete binemedim...
***
- Abi, adaçayını soğuttun!
Cevat'ın sesi beni geçmişten çekip aldı. Eski zamanlardan kalma soluk bir fotoğraf gibiydi Moşe'nin belleğimdeki yüzü. Bisikletinin rengi bile kahverengiye çalmıştı o fotoğrafta. Kim bilir o bisiklet belki de hiçbir zaman kırmızı olmadı. Peki ama benim uzun zaman sahip olduğum otomobillerim neden kırmızıydı? Moşe karşımda bana gülümser gibi bakıyordu. Bu bir bilinçaltı davranışı mıydı yoksa? "Yok canım, sıradan rastlantıdır" diye düşünürken aklıma gelen bir başka şey beni olduğum yere mıhladı. Benim teknelerimin adı da Deniz'di. O zaman Moşe'nin bana bakan yüzüne ben de gülümsedim. Deniz gerçekten iyi bir dosttu... Biz de bunu bilemiyorduk...
Kantinden dışarıya çıktığımda yıllar önceki rüzgarı bir kez daha saçlarımı okşamak için bekler buldum. Başkaları duymasa da ben duyabiliyordum. O rüzgarda yosun kokusu vardı.