Mavi, beyaz ve kırmızı...
Yazar: Tufan AtakiÅŸi
Kavşaklarda boncuk satan kızın kızın öyküsü
Kor ateşin tam karşısında. Ter damlalarının bir biri ardına, kızarmış yanaklarda kendine yol bulup aktığında, alevin yaladığı kirpiklerle gözlerini korumaya çalışırken, amaç bellidir: Ekmek parası.
Ucu kıvrık uzun demir çubukla ateşin içinden erimiş iri bir mavi parça alınır, yuvarlanıp ıslak tahtayla yassılaştırılır. Fırının içinden, ama başka bir yerinden daha küçük, beyaz kor bir macun daha tam ortasına yapıştırılır. Üzerine mavi bir parça daha.
En zoru ise incecik mille, ortasından delinmesidir.
Hatırlıyordu, 7 - 8 yaşındaydı o zamanlar. Mili akkor haldeki cam parçasının ortasına denk getiremeyip kör olan ateşçileri de, ustaların öğütlerini de: "Mil yeteri kadar sıcak olmazsa, ateşten cam parçasını değil, vücudunuzu delersiniz, Allah muhafaza gözünüzü de. . . "
Yevmiye ise tane hesabıdır. Kaç boncuk, o kadar para. Hızlı çalışmak lazım.
***
Çocukken, yağlı ibrişim üzerine çok hızlı diziyordu bu cam parçalarını.
Artık onbeşine gelmişti. Eski çabukluğu kalmamıştı. Ama her cam parçasını ibrişimden geçirirken, her birine duygularını, arzularını, geleceğini ve umutlarını yüklüyordu teker teker, özenle. Her cam parçasının ibrişimden geçişi, masallar söyletiyordu ona, kendi kendine dinlediği, uzaklara dalıp gidiyordu. Geleceğe uçuyordu cam parçalarıyla beraber.
Vücudu gelişmiş, kıvrımları belirginleşmişti. Özellikle ondan, bundan kalma dar bluzlar sanki göğüslerini daha da meydana çıkartıyordu. Güzeldi veya kendini öyle zannediyordu. Belki de çevredeki aç bakışlardan etkileniyordu. Karnını biraz daha içine çekiyordu yürürken.
Bütün gençlerin gözü üstündeydi. Hoşlanıyordu da bu bakışlardan. Kendini televizyonda gördüklerine benzeterek daha da sallıyordu kalçalarını, önlerinden geçerken.
***
Geceleri, elindeki ibrişime geçirecek cam parçaları bitince, televizyon seyrediyordu. Lüks evlerde yaşayan, son model arabalarla gezen, zengin muhitin işlek caddelerinde, kalçalarını iki yana sallayarak yürüyen kızları görüyordu rüyasında.
Mahalledeki yaşıtı, erkeklerin cam parçalarıyla işi yoktu. Onlar baba mesleği müziğe yönelmişti. Zaten yapacakları başka iş de yoktu. Her birinin elinde bir müzik aleti - keman veya klarnet - kentin eğlence merkezlerine akşam üstleri işe gidiyor, sabahın ilk ışıklarına kadar çalışıyorlardı. Küçük yaştakiler ise buldukları bir darbuka ile peşlerinden koşturup onlara yamanıyorlardı.
***
On sularında işe çıkıyorlardı. Yol, yordam bilen kadınlar, satıştan pay alabilmek için onları toparlayıp kentin işlek caddelerine, kavşaklarına götürüyordu.
Patron kısmı da o saatlerde işe gidiyorlardı. Zaten parayı da onlardan kazanıyorlardı.
Amaç, kırmızı ışıkta duran araçların yanına sokulup elindeki tespihleri satmaktı.
Umutlarını mı, geleceğini mi, yoksa elindekileri mi bilinmez?
Ne işi vardı mahallenin parasız - pulsuz gençleriyle. Yoksulluk üzerine yoksulluk kurmak için, ibrişime cam parça dizmeğe değer miydi?
Değer miydi, kurulacak hayal, söylenecek masal olmadan, sabaha karşı elinde kemanla, klarnetle gelen koca beklemeye.
Getireceği üç - beş kuruşla çocuklarını ve kendini yarı aç, yarı tok yaşatmaya hakkı var mıydı? Oysa televizyonlarda. . .
O sabah yine elinde, gece boyunca büyük hayallerle ve umutla ibrişime dizdiği mavi - beyaz tespihlerle yola çıktı.
Kırmızı ışık yandı. Araçlar durdu.
Bir otomobilin içinde geleceğini süsleyen, masallarındaki yakışıklı prensini gördü ilk kez. Dün gece rüyasında da görmüştü. Dörtnala giden beyaz bir kısrağın yelesine sarılmıştı sanki.
***
Caddeye adımını attı.
Bin bir emekle üretilen hayal, umut ve duygularla süslenerek, ibrişim üzerine dizilen nazar boncukları sağa, sola dağıldı.
Etraftan koşuşanlar, o gün mavi - beyaz nazar boncuğuna kırmızının da yakıştığını anladılar.