Çevrimdışı bir hayat 2025-02-11 20:00:00
Yazar: Semra Yeşil
Eskiden okullarımız uzun yaz tatiline girdiğinde şimdiki gibi vaktimizi geçirecek çok fazla bir seçenek yoktu. Akşamüstü sokağa çıkış saatine kadar ablalarımla ya da arkadaşlarımla evde oyun oynar, sohbet eder, kitap okur, elişi yapar, temmuz ayında gideceğimiz yirmi günlük kamp süresi dışında tatilimizi bu şekilde geçirirdik.
Annemiz bize her yıl bir elişi öğretirdi. Bir sene kanaviçe, bir sene tığ işi, bir sene örgü, diğer sene dikiş gibi pek çok elişini çocukken öğrendik.
Annemin dikiş kutusunu ve yün sepetlerini düzeltmek benim evdeki en önemli işlerimden biriydi. Dikiş kutusundaki rengarenk makaraları, düğmeleri, pulları, boncukları, yünleri düzeltirken öğrendiğim elişleri ile değişik tasarımlar yapardım. Çantalar, örtüler, boncuk ve pul oyaları, çoraplar, kazaklar ve daha neler neler…
Biraz daha büyüyünce Kemeraltı’na gidip kumaşçılardan küçük küçük renkli parçalar alıp, yastıklar, paspaslar yapmak, Hisarönü’nün ara sokaklarında kaybolup, ilginç malzemeler toplayarak, hiçbir yerde görülmemiş ilginç tasarımlar yapmaya merak sardım.
Halk oyunları oynadığım yıllarda yemenilerimizin oyalarını tığ ile işlerken, başlıklarımızı, örtülerimizin boncuk ve pul işlerini de hep kendimiz yaptık. Daha sonraları da pek çok sanat dalını öğrenmeye merak sardım. Gün geldi ebrû eğitimi aldım, gün geldi mozaik ve çeşit çeşit takılar yaptım.
Tabi o zamanlar bizleri meşgul edecek ne cep telefonları ne tabletler ne de bilgisayarlar vardı. Sohbetlerimiz, kitaplarımız, defterlerimiz, kalemlerimiz, yünlerimiz, kumaşlarımız, pullarımız, boncuklarımız ve daha pek çok üretim malzemesi…
Geçenlerde sosyal medyada gezinirken karşıma çıkan bir profil ilgimi çekti. Adı “theoffline_club”. Bu kulübün etkinlikleri ise şöyleydi. Belli bir zaman diliminde; bu birkaç saat, bir gün ya da birkaç gün olabiliyor. Tamamen dijital ortamdan uzak bir şekilde insanlar bir araya geliyorlar, kimisi kitap okuyor, kimisi örgü örüyor, resim, seramik yapıyor, kimisi müzik dinliyor, sohbet ediyor. Telefon, tablet, bilgisayar, instagram, facebook, twitter yok. Yani işin aslı, tamamen yüz yüze iletişim ve üretime dönük bir ortamdan söz ediyorum.
Bu hareket Amsterdam’da doğmuş ve Barcelona, Londra, Dubai, Milano ve Paris’e de yayılmış. Ben de “Acaba bu hareketi İzmir’de başlatabilir miyim?” diye düşünmeye başladığımda aklıma çocukluğum ve gençliğim geldi. Biz zaten şu anda bu kulübün yaratmaya çalıştığı ortamı daha önce yaşamamış mıydık?
Şimdi ara sıra hayatlarımızda tekrar o ortamı yaratmamız hiç de zor olmaz sanırım…
Ayrıca son günlerde gerek yazdığım nostaljik yazılara aldığım yorumlar gerekse arkadaş sohbetlerinden edindiğim izlenimler bana şunu gösteriyordu:
Bizim jenerasyonun, yani 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerde doğanların, o eski zamanlara olan özlemi çok arttı. Oysa ki bugünün konforlu yaşamı yoktu o günlerde…
Peki neydi o günlerin özelliği? Birkaçından söz edeyim o halde…
Mesela, siz ailenizle akşam yemeği sofrasındayken çalan kapıya hiç şaşırmazdınız? Ailecek koşardınız kapıyı açmaya. Çünkü sürpriz misafirleriniz olurdu. Heyecanla açardınız sokak kapısını. Habersiz geliverirdi amcanız, teyzeniz, halanız, dayınız, yengeniz, enişteniz, kuzenleriniz… Zaten başka bir yolu da yoktu. Çünkü onlar da son anda karar verip, atlayıp otobüse, troleybüse gelivermişlerdi. Telefon yoktu çoğumuzun evinde. “Ya evde yoklarsa?” diye düşünmemişlerdi bile. Yoklarsa ya yakınlardaki bir başka akrabaya giderlerdi ya da kapıya, “Geldik, yoktunuz” yazan bir kart bırakırlardı.
Biz üç kardeş bu habersiz misafirlere çok sevinirdik. Zaten öyle illaki hazırlık falan yapmak da gerekmezdi. Çay, kahve, bisküvi, meyve, evde ne varsa ikram edilirdi…
Kaloriferli evler yaygın olmadığı için ve genellikle soba yanan oturma odalarında oturulduğu için gelenler de oraya alınırdı. Sizin ertesi gün sınavınız falan varsa küçük elektrik sobasını alır, arka odaya geçerdiniz. Bir an önce dersinizi bitirip, yanlarına dönmeye can atarak…
Babamla dayımın, “Abi ne olacak bu ülkenin hali?” ile başlayan sohbetleri, annemle yengemin örgü, dikiş, yemek tarifleri, eski günlere ait hikâyeler hep o kısacık ve sıcacık zaman diliminde sizin belleğinizde oluşacak o güzelim anıların kaynağıydı…
Oysa ki günümüzde insanlar bir araya geldiklerinde bile herkesin elinde bir telefon, birbirleriyle sohbet edeceklerine ekranlardaki kişilerle sohbet ediyorlar. Hadi yeni nesil bu ortamın içine doğdu da acaba “Biz ne zaman bu hale geldik?” diye düşünmeden edemiyor insan…
Gelelim bir başka özlemimize…
Biz yaz tatillerinden sonra özellikle gençlik dönemlerimizde okulların açılması için sabırsızlanırdık. Çünkü bizim için okullar eğitim öğretim göreceğimiz bir yer olmasının yanı sıra aynı zamanda bir sosyalleşme ortamıydı ve arkadaşlarımızla bir araya gelmek, onlarla iletişim halinde olmak vaz geçemediğimiz eğlencelerimizdendi.
İlkokuldayken ise okul açılışı ayrı bir anlatı konusu…
Okulların açılmasına bir hafta kala defter, kalem, forma hazırlıkları, okulun açıldığı gün listelenen kitapların, sayfa sayısı verilmiş defterlerin alınması, her birinin ayrı ayrı kaplanarak etiketlenmesi büyük bir telaş olsa bile çok da zevkliydi. Her şeyden önce hayatınızda sıfırdan yeni bir sayfa açılıyordu…
Yine ellerimizde cep telefonu, tablet ve bilgisayar yok. Okunacak kitaplar, yazılacak kitap özetleri, anlatılacak hikâyeler var…
Ortaokulda ise kız öğrenciler için ev işi, erkek öğrenciler için iş bilgisi dersleri vardı. Biz kız öğrenciler, annelerimizin evde öğrettiklerine ek olarak Paris puanı, iğne ardı, Çin iğnesi gibi dikiş tekniklerini, yama yapmayı, söküğümüzü dikmeyi öğrenirken, kaçan çorabımızı atmadan önce kendi ipliğini çektirerek dikmeyi öğrendik. Erkek öğrencilere ise evlerde oluşabilecek arızaları tamir işleri öğretildi. Çünkü devir tasarruf devriydi. Şimdilerde çoğumuzun emekli olduğu bu dönemde bile o günkü gibi tasarrufa dönük yaşamıyoruz. Çünkü zaman içinde bizlerin de tüketim alışkanlıkları değişti. Geçim sıkıntısı içinde olduğunu bildiğimiz insanların bile ellerinde son model akıllı telefonları görünce insan şaşırmadan edemiyor…
Peki, biz şimdi bunca rahat yaşama imkânı varken geri dönüp, o günlerdeki gibi yaşamaktan mutlu olabilecek miyiz? Bundan pek emin olamasam da hiç değilse arada sırada “theoffline_club”ın yaptığı gibi çevrimdışı kalabilir miyiz? diye düşünüyorum…
Hatta anılarımızı telefonlarımızın hafızalarında bıraktığımız, belki de bir daha hiç bakmayacağımız sayısız fotoğrafla ölümsüzleştirmek yerine, fotoğraf makinalarımız ile siyah beyaz çekilmiş, eğer film yanmadıysa, tab ettirilerek albümlerimize yerleştirilmiş birkaç fotoğraf karesine sığdırmanın mutluluğunu değişebilir miyiz?
Sizce artık çevrimdışı kalabilir miyiz? Ne dersiniz? Yoksa artık bu imkânsız mı?