Basmane Garı anıları 2024-11-27 23:21:44
Yazar: Orhan Beşikçi
Demiryolu tutkunu yazar Orhan Berent’le Basmane ve Basmane Garı üzerine konuştuk.
"Kaçırdıkları trene yetişmek için atletleri kıskandırırcasına depara kalkanlar"
"Basmane Garı çocukluğumdan beri çok aşina olduğum bir mekândır. Çünkü altmışlı yıllarda dedem bekleme salonu yanındaki büfede çalıştığı için yukarı yamaçlarda Emir Sultan türbesinin arka sokağında oturan anneannemin evine çıkmadan önce mutlaka ona uğrar, böylece trenlerin yanı sıra gelip geçen ve büfeden alışveriş eden memleket ahalisini de çok küçük yaşlarda yakından seyretme fırsatını bulurdum. Şehirli yolcular, görevliler, hamallar, Ödemiş, Tire, Söke, Aydın köylüleri, nane şekeri, limonata, envai çeşit tuhaf kokulu esanslar satan seyyar satıcılar, bir kenarda dikilen ya da köpek balığı gibi çevrede turlayan işsiz güçsüz berduşlar, gözleri kömürlük penceresi gibi sürmeli kadınlar, hepsi ama hepsi kendi kabuğunda uyuyan ve henüz bir ızdıraba dönüşmemiş masum dünyamın renkli kahramanıydılar. Bunların içinde en çok dikkatimi çekenler, gara yaklaşan hareket halindeki vagonlardan perona atlayan aceleci, yedi aylık tipler ya da kaçırdıkları trene yetişmek için atletleri kıskandırırcasına depara kalkanlardı. Bir de vapurlardan iskeleye sıçrayanlar vardı, lakin onlar başka bir dünyanın kahramanıydı ve konumuzun dışında kalıyorlar."
"Eski depoların duvarlarındaki oyukları, bir omzu örten şal gibi kapatan arsız otlar"
"Yetmişli yılların ortasında on üç, on dört yaşlarımı sürerken banliyölere doğru tek başıma tren yolculuklarına çıkmaya başladığımda, aslında fazlaca değişen bir şey yoktu. Buharlı lokomotifler halen revaçtaydı. Büyük cümle kapısının hemen yanındaki çeşmenin sanki içinde vebalı atları yıkamışlarcasına pislik tutmuş yalağı, havzanın doğusunda kalan eski depoların duvarlarındaki oyukları bir omzu örten şal gibi kapatan arsız otlar, aynen yerinde duruyordu. Basmane Garı’nın ağabeyi Alsancak Garı’nın sessiz, sakin haline nazire yaparcasına günün her saati hınca hınç insan kaynıyordu. Neden böyleydi? Çocukluk anılarını bir kenara bırakıp bugünkü aklımla İzmir şehir tarihine baktığımda, şunları rahatlıkla idrak edebiliyorum. Cumhuriyet döneminin başından seksenli yıllara kadar kent sınırlarının ucunda algılanan Alsancak Garı’yla merkezde konuşlanmış Basmane’nin kaderlerinin aynı olması beklenemezdi. Neredeyse tüm şehirlerarası trenlerin kalkış ve varış noktası olan Basmane Garı’ndan, Çiğli ve Bornova banliyölerine de toplamda yirmi beşe yakın karşılıklı seferler düzenleniyor, Alsancak’tan ise Afyon’a, o da sabahın kör saatlerinde ve yolunun üzerindeki her istasyonda mola veren buharlı bir posta katarıyla, akşamleyin Ödemiş ve Tire’ye iki vagonlu, kısa otoraylarla teşkil edilen birer adet tren gidiyordu sadece. Yine de Alsancak’ın hakkını yemeyelim. Limandan kalkan marşandizleri ve günde on dört Buca, altı adet de Seydiköy banliyö seferlerini zikretmeden geçmeyelim."
"Nebahat Teyze terasa rahatça çamaşır asamadığından şikâyet ederdi."
"Fakat Basmane olsun Alsancak olsun demiryollarının alamet-i farikası siyah renkti. Kömürlü lokomotifler ve ara sıra rastladığım kahverengi ya da çok koyu haki yeşile boyalı olanları dikkate almazsak eğer, ekspreslerdeki mavi pulman, kırmızı yataklılar müstesna, vagonlar da kapkaraydı. Peronların bitimlerinde de çoğunlukla bir duman perdesi mevcuttu. Gara Refik Saydam Bulvarı’ndan ya da Çankaya tarafından yaklaştığınızda iyice yakına gelmeden cüruf kokusunu pek almazdınız. Fakat rüzgârsız günlerde Tepecik civarından geliyorsanız eğer, Kapılar mevkiinden itibaren hissedilir derecede koyu gri bir sise maruz kalmanız mümkündü. Çünkü havzaya giren her trene manevra yaptıracak lokomotifler Gaziler Caddesine komşu duvarın hemen arkasında beklediklerinden, bu cihette mukim olanlar havadaki yoğun kömür kokusu ve tozuna hiç de yabancı değildi. Annemin memleketlisi berber Ahmet Amca ailesiyle gevrekçi fırınının bulunduğu sokakta oturuyorlardı ve eşi Nebahat Teyze terasa rahatça çamaşır asamadığından şikâyet ederdi."
"Aceleci yolcular vagondan atlar, bazıları da yüzükoyun raylara kapaklanırdı"
"Her yolculuk aslında ölüme bir adımmış meğer. Bir gün ben de bunu öğrendim. Ortaokul ve lise yıllarında sık sık Çiğli ya da Bornova’ya yaptığım avare gezilerin birinden dönüşte, hemen önümdeki zekât keçisi gibi sıska bir çocuğun şık bir hareketle açık kapıdan perona atlayışını taklit edeyim derken, düşüp iki seksen betona serilmiştim. Hâlbuki uzun yıllardır Şirinyer’deki at yarışlarından babamla dönerken Buca ya da Seydiköy treni Alsancak makaslarında yavaşladığında, lojman kapısındaki kestirme yolu kullanmak isteyen aceleci yolcular vagondan atlar, bazıları da yüzükoyun raylara kapaklanırdı. Çok tanık olmuştum babamla birlikte. Peder Bey, 'Çift ayakla atlamak en büyük salaklıktır, tek ayağınla yere basacaksın ve bir müddet koşacaksın' diye uzun uzun nasihat etmişti. Yıllar sonra üniversitede okurken ise önemli bir sınavın arifesinde Bornova treninin kalkışını bekliyordum oturduğum vagonda. Meğerse içinde bulunduğum vagon katardan kesilmiş ve öndeki üç vagon gidecekmiş. Hareket memurunun pencereden uyarmasıyla aşağı indim ama tren keskin bir düdükle depara kalkmıştı. Buharlı lokomotif hemen hızlanmaz düşüncesiyle epey arkasından koşmuş, hatta havzanın çıkış makaslarına kadar kovalamıştım. Sonra makinist halime acımış ya da inadımı takdir etmiş olmalı ki, biraz yavaşlamış ve ben de son vagonun tutmacını yakalayıp sıçrayarak basamağa tünemeyi başarmıştım."
"Mors alfabesi gibi düdük öttürmenin de kodları vardı"
"Çocukken en sevdiğim uğraş gar havzalarında dolaşmaktı. Alsancak hatırı sayılır derece genişti ama Basmane ona nazaran daha dar ve kısaydı. Yine de meraklı bir yeni yetme için oldukça fazla malzeme vardı. Kol gücüyle çalıştırılan makaslar ve telsiz kullanımından önce birbirinden uzakta kalan manevracılar arasındaki tek iletişim aracı olan bildiğimiz kablolu ya da manyetolu telefonlar, demiryolu işçilerinin kullandığı ufak dekoviller, gece işaretleri için bir kenarda tutuşturulmayı bekleyen gazlı fenerler, seyrine doyulmayan objelerden bir kaçıydı. Yakın haberleşmede ise düdükler kullanılıyordu. Mors alfabesi gibi düdük öttürmenin de kodları vardı. Mesela çok uzun düdük yanlış hatırlamıyorsam makineye ya da katara 'hareket et' direktifiydi. Yeşil ve kırmızı bayraklar da havzaya giren trenlere işaret vermek için kullanılırdı. Kırmızı bayrakla makasın kapalı olduğunu uzaktaki lokomotife gösteren görevli yerdeki topuzu kaldırıp da yolu açtıktan sonra yeşil bayrağını sallar, makinist de peronlara doğru yola devam ederdi. Fakat bu tür müdahaleler fazla olmazdı. Çünkü Basmane Garı’nda Alsancak’tan farklı olarak havza çıkışında bir mekanik sinyal kulesi vardı. Buradaki görevliler her iki tarafa uzanan yolları kontrol eder, gelen ya da giden trenleri sevk etmek için önlerindeki kumanda masasındaki madeni kolları kullanırlardı.
Bu kolların hareket ettirilmesiyle de rayların kenarında uzanan gergin teller direklerdeki işaret levhalarını ve renkli tablaları oynatır, makinistlere yolun ya da peronun açık olup olmadığını bildirirdi. Bu kuleler dört adetti. Basmane çıkışında A, Hilal geçidinde B, Halkapınar lokomotif deposuna varmadan önce C ve son olarak da Halkapınar İstasyonunda D kulesi vardı. Buharlı lokomotiflerin düdüğünü ise nasıl tarif etmeli? Yakından kulak zarlarını zorlayacak denli keskin ve tahammülfersa, uzaktan işitildiğinde ise başka diyarlara yolculuk etmenin hayallerini kurduran sihirli bir melodiydi. Kimi makinist uzunlu, kısalı bir ezgi tutturur, kendine özgü notalarla ustaca icra ettiği minik bir konseri şehir ahalisine armağan ederdi. Ve gecenin sessizliğinde sanki daha mı bir hüzünlüydü duyduklarım."
"Annem bana; sen gurbet kokuyorsun be evladım demişti"
"Alsancak ve Basmane Garlarına eşit uzaklıkta oturduğumuzdan o gurbet çağrılarına kayıtsız kalamazdım. Ve özellikle tatil aylarında adetim olduğu üzere aylak aylak gezdiğim Buca, Seydiköy, Bornova, Çiğli yolculuklarından eve döndüğüm bir gün annem bana, 'Sen gurbet kokuyorsun be evladım' demişti. Hâlbuki bindiklerim hepi topu banliyö trenleriydi ve o yaşlarda varacağım başka bir menzil yoktu. Gurbet demişken, yedek subaylığımı öğrencilik dahil seksenli yılların ortasında İstanbul’da geçirdiğim için hafta sonları Tuzla’dan Kadıköy’e inmek vakayı adliyendi. Gebze banliyö treni Haydarpaşa’ya her yaklaştığında vagonun penceresinden çevreyi kolaçan ederdim. Bu çocukluktan kalma tuhaf bir alışkanlıktı. Keza hayatımda ilk defa Ankara’yı gördüğüm 1990’lı yılların başında da dolaşacak o kadar yer varken merkez garına gitmiş, rayların kenarından batı cihetindeki Gazi İstasyonu’na doğru birkaç kilometre yol tepmiştim akşam akşam. Marşandiz lokomotif deposu civarında yarım metrelik tuğla bir setin arkasında birkaç eski buharlı makina fark etmiştim. Herhalde kesilmeye gideceklerdi. Çocukluğumda Alsancak atölyesinde yaptığım gibi gizlice içeri süzülüp yakından inceleyeyim diye aklımdan geçti, depo binasına doğru yönelip alçak duvara tırmandım. Tam yere atlayacakken bir ses işittim. 'Yasak hemşerim! Geldiğin yoldan geri dön, şimdi polisi ararım'. Bir şeyler söyleyip itiraz etmem gerekirdi ama ben başka bir kapının köpeğiydim ve evimden uzaktaydım. Kös kös, gerisin geri ana hatta çıkmakla yetindim."
"Tam Tilkilik istikametine sapmışken annemi görüyorum"
"Bazen yolum Basmane’ye düşüyor ve garın önünden geçerken eski kömürlü lokomotiflerin sesini duyar gibi oluyorum. Hemen kapıdan içeri kaçamak bir göz atıyorum ve büfenin penceresinde dedemi fark ediyorum. Yaşıyor! O zaman anneannem de sağ olmalı. Emir Sultan sokağında terk edilmişlik, yalnızlık ve eski eşya kokan küçük evde dedemin mesaisinin bitişini bekliyor olmalı. İçeri girmeyip Altınpark’a doğru devam ediyorum. O zaman Osmanzâde yokuşunda oturan annemin akrabaları da yerlerinde duruyordur, bir kontrol etmeli, evlerinin önünden geçmeli. Tam Tilkilik istikametine sapmışken annemi görüyorum. Bir tarafında ablam, bir tarafında ben, ellerimizden tutmuş Hatuniye’ye doğru yürüyor. Peşlerine düşüp takip ediyorum, konuştukları şimdi kulağıma kadar geliyor. Valide sultan o billur gibi sesiyle ve gizleyemediği hafif göçmen aksanıyla kayınpederini anlatıyor çocuklarına. 'İlerde İkiçeşmelik civarında otururmuş dedeniz. Bir gün Yunan devriyesi baskın yapmış ve tabancalarını güç bela saklamış'. Biliyordum bu hikâyeyi, babamdan da dinlemiştim. Babamın babası ders kitaplarında okuduğumuz silah teslimatı yapmayan inatçı subaylardan biriymiş ve zaferden sonra düzenlenen İktisat Kongresinde Kemal Paşa’ya kendi eliyle kahve ikram etmişliği bile varmış. İki gözüm Basmane Garı, konuksever semtimin güzide mekânı. Sen ne oyunbazmışsın böyle. Ne vakit yanından yörenden yürüsem, artık çoktan susmuş olanların sesini duyuyor, hatta onları görüyorum. Bir an boş bulunup hala aramızdalar, hala yaşıyorlar diye seviniyorum ama nafile. Boğaz düğümlenmesi ve bir iki damla gözyaşı eşliğinde farkına varıyorum ki, onlar artık aramızda değil zihnimizde yaşıyorlar. Alacağın olsun, beni hep kandırıyorsun."
Söyleşi ve anlatımı için Orhan Berent’e teşekkür ederim.
Fotoğraflar: Atilla Özdemir Arşivi / Orhan Berent Arşivi