Kız beşikte çeyiz sandıkta 2024-03-10 20:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Bugünkü yaşımda kesinlikle anladığım bir şey var. Yaşamımda tecrübelerimin ağırlığı gibi, karşılaştığım insanların, yaşamıma giren kişilerin de ağırlığı var. Hafif şeyleri, tatlı anıları bıraktım uçsunlar. Mavi bir çam ormanı. Sokağıma vuran güneş. Hafif şeyler bunlar. Geçici ama tam mutluluklar. Yaşamımda ağırlığı olan en önemli anılarsa, tanıdığım insanlarla ilgili.
“Kız beşikte çeyiz sandıkta” atasözünü bilmeyen yoktur. Özellikle Türk kültüründe çeyiz sandığı önemi bir yer tutar. Kız çocuğun doğumuyla evin bereketleneceği, evlilik çağına kadar çeyizin sandıkta hazır edileceği vurgusu yapılır. Evlilik yaşına kadar kızın kendisi, annesi ve tanıdıkları tarafından büyük bir özenle hazırlanan çeyiz eşyaları gelecekte kuracağı yuvanın güzelliğini, beklentilerini ve umudunu yansıtır. Bin bir emek ve özenle yapılan oyalı yazmaların, nakış işlerinin, dantellerin, kolalı, ütülü, bembeyaz pamuklu kumaşların, hamam tasından havlusuna, yatak takımlarından oda takımlarına kadar itina ile sandıklarda yerlerini alarak düğün günü çeyiz serme geleneğiyle birlikte görücüye çıkmaya hazırdırlar.
Benim gençlik yıllarımda bu adet hala geçerliydi. Evde bir çeyiz sandığı yoktu ama annem ile anneannem fırsat buldukça benim için birtakım çarşaflar, örtüler, gecelikler satın alırlar ve dolabın bir köşesinde özenle saklarlardı. Bin bir emekle, göz nuru ile işlenmiş çeyiz eşyalarıydı bunlar... Bu görgü ile büyüyen ben de kızım doğunca ona zaman zaman nakışlı, dantelli örtüler işlettim. Sözünü ettiğim yıllar 1970’ler. Ama gelin görün ki, kızım evlendiğinde ben bunları istemem dedi, bunların modası geçti dedi, benim yatağımın ölçülerine uymuyor dedi... Dedi, dedi... Öyle ki, satın aldığım bu çeyiz eşyaları bana kaldı. İyi mi???
Kızım elbette haklıydı, her şey gibi tüketim toplumunda moda değişiyor, gelenekler rafa kalkıyor, zaman değişiyor, alışkanlıklar değişiyordu. O günün koşullarına göre zamanı yakalamaya çalışıyordu genç nesiller. Tutumlu olmayı öğrenmeyi amaçlayan yerli malı haftalarını okulda büyük coşkuyla yaşayan ben, eski demeden eski giysilerimi bir daha giyilmeyeceğini bildiğim halde yine onları saklıyordum.
Okullarda yerli malı haftası kutlamalarında tüketilecek ürünlerin ülkede üretilen ürünlerden seçilmesinin gerekliliği anlatılır, bu şekilde ülkenin zenginliklerinin artması amaçlanırdı. Bilinçli tüketicilik konuları üzerinde durulur, şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanırdı. Yerli malı haftası; yani resmi adıyla “tutum, yatırım ve Türk malları haftası” ilk kez 1929’da gündeme gelmiş ve 1948’de kutlanmaya başlamış. Böylesine anlamlı günler, güzel paylaşımlar da epey gerilerde kaldı...
Neleri mi atmaya kıyamıyordum? Mezuniyet kepimi, nişan elbisemi, gelinliğimi... Bir de hepsinden de değerlisi, eşimle flört ederken, askerlik görevini yaparken dört gözle yolunu beklediğim mektuplarımızı. Bilmem kaç yıl oldu mektup almayalı. İtiraf edeyim ki, özlüyorum mektup almayı da mektup yazmayı da. Onları özenle yerleştirdiğim ve üzerlerini özenle koruduğum bir bohçada bugüne kadar korudum onları.
Anımsadıkça geçmişte yaşadıklarım çeşitleniyor. Sanki anılar hiç bitmiyor. Sanki bellekte gömülü anılar tükenmiyor, daralmıyor, yok olmuyor. Tam tersine gelişip, zaman içinde yoğunlaşarak derinlik kazanıyorlar. Zamanla insanın bakışları içeri dönüyor, eskiden yaşadıklarını yeniden görmeye başlıyor. Anımsama bir kez başladı mı arkası geliyor.
Orada yatan emeği biliyorum ya, içim burkuluyor düşündükçe... Onlara sıkı sıkı sarılıp, saklamışım bunca yıl. Niçin mi? Yaşadıklarımı kutsamak için belki. Çocuklarıma, torunlarıma benden bir hatıra kalsın diye. Onları çarşaflara sarmışım, tozlanmasınlar diye. Sakladığım fotoğraflar da öyle. Hepsi de eski yaşanmışlıklar, anı parçacıkları... Bazen sakladığım fotoğraflara baktığım oluyor, yeniden yaşamak için o anları.
Eşimin halası hiç evlenmemişti. O günlerin yaşamında her şey ölçülü biçiliydi. Bazı olayların olu orta anlatılmasını engelleyen bir iç güç, bir ilke, bir ayıp duygusu vardı. Onun evlenmemiş olması evde konuşulan bir mevzu değildi. Hele ben aileye girdiğimde Hala artık orta yaşlarındaydı. Öğrendiğime göre gençliğinde çok canlı, kıpır kıpır bir kızmış, erkekli kız arkadaşlarıyla hep beraber bisiklete binerler, gezintiye giderlermiş. Bir flörtü varmış, belki de bir nişanlısı. Fakat bu nişanlı gençle aileler arası resmiyete dökülen bir iletişim gerçekleşmemiş.
O zamanların pek çok gencin rüyasını süsleyen 1900’lerin Güney Amerika düşü bu genç oğlanı da etkisi altına almış. Oğlan ülkeden çıkıp gitmiş, gidiş o gidiş. Hiç haber alınamamış... Hala bu genç oğlanı beklemiş mi, beklememiş mi, bir düş kırıklığı mı bilinmez, hiç evlenmemiş.
Evde Hala’nın çeyiz sandığı vardı ama hiç kimse açamazdı. Ölünceye dek o sandığı bir hazine gibi korudu. Kenarları oyalı, dantellerle süslü, renkli pullarla işlenmiş çevreler, yazmalar, kadife örtüler... Bazen sandığı büyük bir gizlikle açar, kimi eşyaları tekrar yerleştirip, eşyaların yerine bir iki düzeltme yapar, belli bir şey arar, belki bir şeyin yerinde durup durmadığını anlamak ister gibi sandığın orasında burasında bir süre elini gezdirir, sandığı tekrar kapatırdı. “Sakın sandığı açıp bakma içerisine” der gibi anlamlı bir bakışla bize sandığı açmamamız gerektiğini tembihlerdi.
Ölümünden sonra ailesine bıraktığı tek miras olan o sandıktaki nakışları o mu işlemişti ya da annesi mi hiç bilemedik. Renkli ipliklerle patiska bir beze kondurulmuş, bir kenarı biraz eğri duran dikdörtgen havuz, havuzun dışarıdan seçilemeyen sularında boy vermiş ince serviler hangi ellerin, hangi parmakların eseriydi? Nakışta kullanılmış o rengarenk iplikler, henüz geleceğe umutla bakan bir genç kızın iç dünyasını yansıtıyordu.
Yakası beyaz dantelle ince ince işlenmiş bir bluzu çıkarışı, sanki odada kendilerinden başka pek çok kişi varmış da onlara da göstermek ister gibi bluzu üzerine tutup inceleyişi, parmaklarını okşar gibi pembe kumaş üzerine gezdirişi, ayrıca yine aynı sandıktaki çiçek motifleriyle bezenmiş kırmızı ambalaj kâğıdı ile sarılı küçük, dikdörtgen kutuyu açıp da o bir çift altın küpeyi görünce gözlerinin dolu dolu oluşu, başını bir genç kız utangaçlığıyla kaldırıp bana bakışını unutamam.
Geçmişteki yaşantılarını anımsamalarını, sakladığı çeyiz eşyalarını alıp onları bunun yanında, bunu alıp onun yanına koyarak sürekli değiştirişinde tüm bu nesneleri baş tacı etmişti. Sandığı ara ara açıyor, her nesnenin yerinde olup olmadığından emin olmak istiyor, her eşya ile tüm anıları ve anımsamaları geçmişte yaşananları yansıtıyor, bu sandığı bir anılar hazinesine dönüştürüyordu. Her nesneyi ele alışında o geçmişi yeniden yaşamaya koyuluyor, gizemli bir geçmişin suskunlukla geçen bir ömür yeniden hayat buluyordu.
Sandık yaşadığı dünyaya erkenden küsmüş bir ruhun zengin hayal gücüyle üretilmiş nakışların üzerindeki motifler, o zamana kadar dünyada anlatılmış ileride anlatılacak bütün sevda masallarını içinde barındırıyordu adeta. Sandık düşlerle yaşatılmış gizemli bir yolculuğun ifadesi olmuştu. Birbirine kavuşamayan iki sevgilinin hüzünlü aşkını dile getiriyordu. Hüzün insanoğlunun yaşamının, varlığının farkına vardığı anların duygusu değil midir? O sandıkta kendi yaşantısının içinde, sanki bir roman okurmuşçasına, o romanın kahramanıyla arasında kurulan yakınlık gibi bir yakınlıkla, kendini buluyordu.