Aşkın başkenti Paris 2024-02-14 08:25:00
Yazar: Nur Uzakgören
Kendinize güzel bir ortam hazırlayın şimdi, elinize en sevdiğiniz içeceği alın, fonda Edith Piaf'tan "Pomplamoose" çalarken ben de size aşıklar kenti Paris i gezdireyim.
Paris’e gelince mi aşık olunur ya da aşık olup mu Paris’e gelinir? Bilmiyorum, ama modanın, sanatın ve romantizmin bu ihtişamlı başkentini epeydir görmek istiyordum.
Birlikte gideceğimiz bu turu anneme anneler günü hediyesi olarak almıştım. Sabah İstanbul'dan Orly Havalimanı'na üç buçuk saat süren rahat bir uçuş yaptık.
Tatile, üstelikte Paris'e gitmenin verdiği mutluluk pasaport işlemlerinden sonra tur şirketi tarafından karşılanmamızla misliyle arttı. Ankara'dan, Bursa'dan, Denizli'den ve İzmir'den annemle benim katılımımızla oniki kişilik bir gruptuk. Türkler'in yurtdışı gezisi olarak birinci sırada Paris'i ziyaret ettiği bilgisini grubumuzun çeşitliliği adeta doğruluyordu. İki siyah VIP minibüs ile tur fiyatına dahil olan panoramik şehir gezimize başladık.
Şansımıza, rehberimiz bizim minibüsümüzdeydi ama yazık ki ilk söylediği "Geçtiğimiz alt geçit Leydi Diana'nın paparazzilerden kaçarken aracının kaza yaptığı Pont de l'Alma Tüneli'dir" oldu. Prenses Diana’yı sevdiğim için o an gerçekten çok hüzünlendim. Alt geçidin hemen üstündeki aynı adlı meydanda Amerika’daki Özgürlük Anıtı meşalesinin kopyası olan altın renkli bir meşale var. Bunun Diana'nın ölümünden sonra ona atfedildiği sanılsa da heykel International Herald Tribune Gazetesi'nin Fransa’ya bir armağanıymış.
Minibüsün penceresinden görünen şehir manzarası hayallerimdekinden uzaktı, büyük reklam afişleri, pek çok sıradan bina, bir gün öncesinden yapılmış ve bitmiş olan Formula-3 yarışlarının otomobilleri, televizyon yayın araçları... Varlığı M.Ö. 4000 yılına kadar uzanan bu kadim kentin tarihi sokaklarına, meydanlarına ulaşmaya epey var demek ki. Geçmişte Roma İmparatorluğu'nun, Hunlar'ın, Galyalılar'ın, İngilizler'in yönetiminde kalan Paris adını Galyalılar'ın "Parisi" halkından alıyormuş meğer.
Ve Eiffel'i her noktadan göreceğimiz Paris caddelerine, o tarihi dokulu sokaklara vardık. Yıllardır adını duyduğum Concorde Meydanı tahminimden çok daha büyük bir alanmış. "Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler" dediği rivayet edilen kraliçe Marie Antoinette'in de giyotinle öldürüldüğü kanlı yer! Meydan 15. Louis tarafından yaptırıldıktan sonra toplam kırkbin kişinin idamına sahne olmuş, özellikle de büyük ihtilalin ardından burada öldürülenlerin kanı bir nehir gibi akıp Seine Nehri'ne karışmış.
Sekizgen meydanın ortasında duran Luksor Dikilitaşı'nı Fransa'ya bağışlayan bizden biri, Osmanlı'nın Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ymış. Meydandaki şahane çeşmeleri, dikilitaşı ardımızda bırakıp Şanzelize (Fransızcasıyla Champs-Élysées) Bulvarı'na yol aldık. Paris’te ilk kez bu caddede yoğun bir trafik gördüm, sağlı sollu yemyeşil ağaçlar, şık mağazalar, insan kalabalığı ruhunuzu mutlu hissettiriyor. Ancak burası Paris'in en pahalı noktasıymış, mağaza ve ev kiraları oldukça yüksekmiş. Sanırım bu nedenle dünyanın en lüks markalarının mağazaları burada.
O meşhur Zafer Takı'nın yer aldığı Charles De Gaulle Meydanı'ndaydık şimdi. On iki caddenin birleştiği, dünyanın en büyük döner kavşağı olmasının yanı sıra buranın en güzel özelliği onu bir gerdanlık gibi taşıması bence. Napolyon, takının Austerlitz Savaşı'nda galibiyet elde eden askerlerine ithafen yapılmasını istese de çeşitli nedenlerle tamamlanması otuz yılı bulmuş ve altından anca Napolyon’un cenazesi geçebilmiş.
1800'lü yıllardan kalma tarihi binaların arasından Seine Nehri'ni süsleyen köprülerden geçerek Eiffel'e ulaştık. Serbest zaman ve geç öğle yemeği molası vermiş olsak da uçakta etinden pilavına, tatlısından salatasına gayet doyurucu yediğimiz için yemeği pas geçip manzaranın tadını çıkardık annemle. Turumuzun devamında parlamento binası, eski komutanların ve Napolyon’un mezarlarının bulunduğu Les Invalides Anıtı'nı da dıştan görerek trafiğin tek yönlü aktığı daha dar sokaklardan geçip otelimize vardık.
1700-1800 yıllarından kalma yapılarının süslediği şehir merkezinde tarihi bir binaydı otelimiz. Sanırım yapıya zarar vermemek için mevcut imkânlarla klostrofobiyi azdıracak cinsten daracık bir asansör koymuşlar binaya. Aynı gün İzmir’den İstanbul'a, İstanbul’dan Paris'e uçmak, üstüne bir de şehir turu annemle beni epey yormuştu. Yine daracık olduğunu söyleyebileceğim banyomuzda temizlenip akşam yemeği için otelin altındaki kafeyi tercih ettik.
Ve işte gerçek Parislilerle tanıştığımız o zor anlar. Resimli olmayan ve sadece Fransızca yazan menüden bir şey sipariş edemeyince otuzlu yaşlarını geçmemiş olan kafe çalışanlarına makarna sipariş etmeye çalıştım, böylece çalışanların ne Almanca ne İngilizce bilmediklerini anladım. Pandomimle de makarnayı anlatamayınca daha beynelmilel adı olan pizza sipariş etmek istedim ama hayır bunu da anlamadılar, telefonumu açıp bir pizza fotoğrafı seçip gösterdim.
"Oh, nihayet" derken gele gele hala ne olduğunu anlamadığımız bir şey gelmez mi masamıza? Siz deyin eritilmiş peynir, ben diyeyim sertleşmiş hamur, tatsız tuzsuz nesneyi geveledikten sonra sularla birlikte yaklaşık ikimiz için 30 Euro civarı bir şey ödedik. Ama ileriki günlerde Paris’te küçük bir şişe suyun 2 Euro olduğunu görünce otelimizin kafesi bize ucuz bile geldi. Ertesi gün iyice dinlenmiş olarak keyifle Fransız kahvaltısı yapmaya indik. Elbette bizim kahvaltılar ölçüsünde bir şey beklemiyorduk, fakat sadece kruvasan, reçel, kahve ve çaydan oluşan bir açık büfe bizi şaşırttı. Allah'tan rehberimiz erken gelerek bizler için büfeye peynir ilave ettirdi.
Ve ver elini Eiffel bekle bizi Seine nehri. Bugünkü turumuzu kişi başı 100 Euro olarak ekstra almıştık. Ayrıca daha fazla ücret ödememek adına grubumuzla ortak karar alarak havalı VIP minibüslerimizi bırakmış, Paris'i otobüs ve metroyla gezmeyi yeğlemiştik. Hemen yakındaki otobüs durağına gittik. Rehberimizin bize dağıttığı biletler şehir içi toplu taşımada üç gün geçerliymiş. Bize, "Onları ister okutun, ister okutmayın, şoförün biletleri elinizde görmesi kâfi" dedi, oldukça şaşırdım. Arka arkaya pek çok belediye otobüsü geçiyordu, uygun olanına binince şık Parisliler'le göz göze geldik.
Otobüsümüz oldukça kalabalıktı kısa sürede metro durağına vardık. İdrar koktuğu rivayet edilen tarihi metro tünelleri temizdi, yürüyen merdiven yoktu, oldukça dar ve alçak tavanlıydı. Yine ard arda gelen metrolardan birine bindik. İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık vagonlarda centilmen bir Parisli anneme oturacak yer verdi. Bu kadar insanı görünce "Bütün Paris yer altında mı yaşıyor?" dememek elde değil. O kadar çok karışık ırktan ve kültürden insanla karşılaştık ki hangisi yerli hangisi turist çözmek mümkün değildi. Neyse ki bu kalabalıkta rehberimizi ve grubumuzu kaybetmeden durağımıza geldik.
Ve nihayet kuleye çıkış sırasındayız. Sadece üç ayağında asansör olan kulenin en hızla ilerleyen sırasına rehberimiz önceden rezervasyon yaptırdığı için girdik ve tüm kafile aynı asansörle çıktık. Asansörün yolcu kapasitesinin kontrolü ve ayrıca iniş çıkış tuşlarını kullanmak için görevli olan hanım sandalye de oturarak hizmet veriyordu, bu sandalye için işçilerin greve gittiğini söyledi rehberimiz. Dünyada en fazla grev hakkını kullanan işçiler Fransa’daymış. Eee, dedeleri ihtilal yaptı, haklarını aramak genlerinde var demek ki.
İşte karşınızda nefis Paris manzarası, Seine Nehri, köprüler, caddeler... Havanın soğuğunun iliklerimize işleyecek olmasını önemsemeden bu doyumsuz ziyafetin tadını çıkardık. O kadar üşüdük ki, çok pahalı olmasını önemsemeden hediyelik eşya dükkânlarından annemle birer şal aldık, ama vitrindeki oyuncak ayıcığı almazsam kendime küserdim. Kucağında kule taşıyan, patisinde Paris yazan bu bir karış ayıcık 16 Euro’ya mal oldu bana.
İkinci kattaki restoranda İngilizce sipariş vererek anneme donut aldım. Ucundan azıcık kopardığım donut hayatımda yediğim en nefis şeydi, kendime almadığıma çok pişman oldum. Daha sonra Paris'e giden arkadaşlarımıza ısmarlamayı denesek de başarılı olamadık, çünkü bugün internetten bilet alsanız kişi başı 25 Euro'ya kuleye çıkabiliyorsunuz.
Sırada turumuza dahil olan Seine Nehri gemi gezisi var. Sizler turdan bağımsız olarak bu geziyi satın almak isterseniz internette kişi başı bilet fiyatı 19 Euro. Gemimiz geniş camekânlı, koca bir nehir gemisiydi. Oldukça kalabalıktı, soğuğa aldırmadan güverteye çıkarak etrafı, köprüleri, o güzel ikonlarını bir saatlik turla izledim.
Paris’in yüz yıllık geçmişi olan kafelerini görerek, tertemiz daracık tarihi sokaklarını yemyeşil geniş bulvarlarını aşarak, üstüne yine bir metro yolculuğu ile en gözde yer diye adlandırılan ressamlar tepesi Montmartre'a geldik. Dümdüz Paris'in tek tepelik yeri olan bu noktaya çıkmak için finikülerden yararlandık. Yine bağımsız gezmek isterseniz finiküler ücretlerinin internette kişi başı iniş çıkış 30 Euro olduğunu hatırlatayım. Tabii arzu ederseniz hemen yandaki dik ve uzun merdivenleri kullanabilirsiniz. Biliyor musunuz, zamanında can-can kızları bu merdivenlerde prova yapıyorlarmış.
Amelie filminin sahnelerinden hatırladığımız o güzel Montmarte aslında kocaman bir semt ve burayı tam anlamıyla gezmek için bir gününüzü ayırın derim. Çünkü içinde pek çok görülmeye değecek nokta var. Ününü aldığı ressamlar meydanı, Van Gogh, Picasso, Sisley, Monet gibi ressamların, pek çok yazarın uğrak yeri yüzyıllık meşhur La Consulat Cafe. "Bir zamanlar buralar dutlukken" deyiminden kalmış gibi mahallenin ta ortasındaki yel değirmeni, dokunulmaktan göğüsleri pırıl pırıl parlayan şarkıcı Dalida'nın büstü, Amelie filminin çekildiği ev, duvardan geçen adam heykeli Le Passe Muraille, her dilde "seni seviyorum" yazan Aşk Duvarı, Dali evi, Moulin Rouge ve daha pek çok şey. Ama buranın en çok turist çeken noktası ve tepeden Paris manzarasını en güzel gören yer Sacré Coeur Bazilikası.
Rehberimiz sayesinde sorunsuz bir öğle yemeği yemiştik, serbest zamanımızda ise ortada dolaşıp müşteri arayan çikolata renkli bir ressama portremi çizdirdim. İşin aslı hiç pazarlık yeteneğim yokken kendi kendine 50 Euro'dan 40, 30, 20 derken 10 Euro'ya indirim yapan ressama kıyamadım. Allahım poz vermek ne kadar zormuş. Bence pahalı Paris'in en pahalı ikinci noktası olan Montmarte'dan çok fazla hediyelik eşya almaya çalışmayın.
Yukarıda saydığım noktaları gezip yine yorgun otelimize döndük. Koca Paris'in lisan bilen yegâne kişisi resepsiyon görevlisinden akşam yemeğini odamıza getirmek için izin alarak civarda gördüğüm bir pizzacıya gittim. Saat 19.00 olmasına rağmen boş cadde ve dükkânlar beni şaşırttı. Pizzacı da menüler resimsiz ve Fransızca olduğundan lise çağlarındaki lisan bilmez genç çalışana vejetaryen pizzayı pandomimle anlatamaya çalıştım, yine başaramadım. Çocuk ancak İngilizce nereden geldiğimi sorabildi, "Türkiye’den" deyince içeriden pratik bir hareketle Abdüllü bir adı olan arkadaşını çağırdı, gelen kavruk esmer Arap genç çocuk benim Arap olmadığımı anlayınca dönüp gitti. Bu kez ben fena kızdım, otoriter sesle ve tane tane İngilizceyle "Ben Türk’üm, Tükler Arap değildir!" dedim. 2000'li yıllarda daha hala kendimizi anlatamamış olduğumuza çok çok üzüldüm.
Ertesi gün yine ekstra tur olarak aldığımız Louvre Müzesi ve Notre Dame Katedrali gezimiz vardı. İlk yolculuğumuz 10 milyon nüfusu olan Paris'e yılda 10 milyon turist çeken Louvre'du. Sekiz bölümden oluşan bence dünyanın en harika müzesinin ilk olarak kale amaçlı inşa edildiğini biliyor muydunuz? Daha sonra krallara konut olarak düzenlenmiş. 1981 yılında ise tüm Louvre fotoğraflarında gördüğünüz cam piramit inşa edilmiş. O barok yapıların arasında piramit çağdaş, tatlı bir tezat oluşturmuyor mu sizce de?
Zengin resim ve heykel koleksiyonunun yanı sıra islam eserleri, mısır eserleri, Etrüsk eserleri gibi salonları var. Ve tabi en çok ilgi çekenin Mona Lisa tablosunın bulunduğu salon olduğunu söylememe gerek yok. Bu dünyanın en ünlü küçücük tablosunun karşısında da Louvre'un en büyük tablosu yer alıyor. Ancak ben en çok kralların yaşam alanlarından etkilendim, şahane mobilyalar, yatak odaları, kadife perdeler, kralların tabloları, aynalar, mücevherler... Louvre'un altında bizim şık AVM ler kıvamında, pahalı olduklarını söylememe gerek olmayan harika dinlenme salonları, şık hediyelik eşya dükkânları, muhteşem kafe ve restoranlar bulunuyor.
Ve sırada Quasimodo'nun Notre Dame Katedrali. İçeri girebilmek için kapısında epey bekleştiğimiz katedral, kalabalık seli içinde aka aka ilerleyip çok da lezzet alamadığım bir geziydi. Ancak lise sanat tarihi bilgilerimden bu yana merak edip görmek istediğim bu gotik yapı yine de güzeldi. Özellikle İsa'nın çarmıha gerilip öldüğünde başına örtüldüğü rivayet edilen kanlı örtüyü görmek sürpriz oldu benim için. 2019 yılında bir yangına teslim olan bu şahane yapıyı doğrultmak için tüm Fransa seferber olmuş ve onarım için 1 milyon Euro bağış toplanmış.
Paris in annemle benim için en keyifli noktası Benlux isimli parfümeri mağazasıydı. İki katlı, dünyanın en lüks ve pahalı markalarından en uygun fiyatlı markalarına dek bol çeşitli mağazada her milletten turiste yönelik satış elemanları va. Dolayısıyla Türk müşterileri Türk elemanlar karşılıyor ve nihayet sorunsuzca alışveriş yapabiliyorsunuz. Tax Free de cabası. Alışverişten sonra civarda epey dolaşıp taksiyle otelimize dönmeye karar verdik. Şoförle anlaşamayacağımız kesin olduğu için önceden rehberimize otelin adı ve adresini yazdırdığımız kâğıdı gösterip sorunsuzca otelimize vardık.
Dönüş günü annemle Orsay Müzesi'ni ziyarete giden arkadaşlarımıza katılmamaya karar verdik. Uçağa yetişme gerginliği üzerimizdeyken bu kısa geziden tat alamazdık. Biz de bulunduğumuz semti gezdik, otelimizin kafesine oturup, giderayak bulutların arasından sıyrılıp bize gülümseyen güneşin tadını çıkardık. Kulaklarımızda Dalida'dan "Histoire d’un amour" şarkısı çalarken havadaki ağaç ve çimen kokusunu içimize çektik. Köpekle gezen insanlar, okuldan çıkan çocuklar, gençler, alışverişten gelenler, gülümseyerek birbirlerine selam veren dingin Parisliler...
Özleyeceğim seni Paris. Kendine özgü havanla, tepeden bakan öz güveninle bu kez gidemediğim Orsay Müzesi'ni, ünlülerin yattığı mezarlığı, uzaktan gördüğüm Opera binasını, Lüksemburg bahçelerini görmeye geleceğim. VIP minibüsümüze binip havaalanına giderken gezilip görülecekler listemde adının altını çizdim Paris.