Yörük Türkmen Obası 2024-02-12 18:00:00
Yazar: Uzm. Dr. Metin Özer
Kemalpaşa Ulucak doğumlu, Yörük kültürünü ve bölgeyi iyi tanıyan Bülent Tanoğlu’nun tavsiyesiyle İzmir - Manisa otoyolu Karaçam yöresinde bulunan Oba Yörük Türkmen Kültür Merkezi'ni ziyaret ettik. Ziyaretimiz sırasında yöneticilerin sıcak ilgisiyle karşılandık.
Ege Bölgesi İzmir Yörük Türkmen Federasyonu Başkanı Ramazan Dumanlı ve Başkan Yardımcısı Hıdır Karaduman, Yörük - Türkmenler'in kültürlerini tanıtmak amacıyla kurulan ve parasal kazanç amacı güdülmeyen merkezde hizmetlerin ve faaliyetlerin gönüllülük esasına göre yapıldığını anlattı. Karaduman, ortadaki büyük çadırın yan tarafındaki kıl çadırda her ayın ilk Cumartesi günü herkesin katılabileceği kahvaltı düzenlendiğini söyledi.
Konuşmalarımız sırasında toplum tarafından Yörük - Türkmen kültürünün çok ilgi çektiğini öğrendik. Öncelikle sorulan soru; Yörük ve Türkmenlerin kim oldukları idi.
Türk, Türkmen, Yörük Türkler 10. Yüzyıl'dan önceleri kendilerini “Oğuz” olarak nitelendirmişlerdir. Oğuz adı “Ok-uz (Ok: millet veya ulus, Uz: tanrı) olarak da söylenir. “Tanrının milleti” veya Oğuz, Türk (Törük) ise güçlü, kuvvetli, türeyen demektir. 10. Yüzyıl'da Müslüman olmaya başlamalarından sonra diğer dinlere mensup Oğuzlardan farklı olarak “Türkmen” ismi kullanılmıştır. Türkmen kelimesi ise kuvvetlendirme oluşturan “men” eklemesinden dolayı “iyi Türk, halis Türk” anlamındadır
Türk, Türkmen, Yörük, Göçmen, Tahtacı, Kızılbaş adları ile vasıflanan topluluklar arasında hiçbir fark olmayıp, hepsi Oğuz kavminin torunlarıdır. Göçmen olan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk soyunu açıklarken, “Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük - Türkmenlerindendir" demiştir.
Tarihçi Faruk Sümer de Anadolu’da Kızılırmak’ın batı ve doğu taraflarındaki Türkmen aşiretlerinin doğuda bulunanlarının genellikle “Türkmen”, batıdakilerin ise “Yörük” adları ile anıldıklarını belirtmiştir. Sümer, "Yörük" adının kavim, ulus, kabile adı olmayıp kelime yapısının da gösterdiği gibi; bu günkü göçebe hayatı tarif ettiği ve hatta Dulkadir bölgesindeki Türkmen ulusları için bu iki tanımın bazen beraber söylendiğini ifade etmiştir.
"Türkmen" ve "Yörük" kelimelerinin farklı zamanlarda ve farklı yerde kullanılışına göre anlam kazandığı da bir gerçektir. "Türkmen" tanımına ilk olarak Selçuklu belgelerinde rastlanırken, hala göçerliğini sürdüren Türkmenler'i tanımlamak için Osmanlı 15. Yüzyıl'dan başlayarak göçebe hayat tarzını ifade etmek için "Yörük" kelimesini kullanılmıştır. 16. Yüzyıl'da ise Batı Anadolu’daki göçerlere "Yörük" denirken, Sinop, Ankara, Konya, Alanya hattının doğusunda kalanlara ise "Türkmen" denmiştir. Türk ise tamamen yerleşik düzene geçmiş olanlara genel olarak verilen isim olmuştur.
Tüm bu tarihsel açıklamalardan "Türk", "Yörük", "Türkmen"in aslında eş anlamlı olduğu görülüyor. İsim değişiklikleri yapılarak Oğuzlar içersinde yapay farklılıklar oluşturup toplumun birbirine yabancılaşmasının amaçlandığı ve bunun da ne yazık ki başarıldığı görülebiliyor.
Yaptığımız köy gezilerinden birinde yaşlı bir adamın “Çevrede başka Yörük köyleri var mı?” sorumuza verdiği cevap çok ilginçti. Biraz da küçümseyerek, “Bizim köyümüzdekilerin hepsi Yörük, ama yan köyde Türkler de var” cevabını vermişti. Türk tanımından ne anladığı sorulunca, “Onlar bizden önce buralara gelip yerleşmişler. Bizi pek sevmezler” demişti.
Osmanlı'nın ilk kuruluşunda orduda temel unsur Yörükler - Türkmenler iken, 15. Yüzyıl'ın ortalarına doğru Yeniçeri Ocağı'nın kurulmasından sonra Yörükler muharebe hizmetlerinden alınıp geri hizmetlerde kullanılmışlardı. Harp zamanında yol açmak, hendek veya siper kazmak, top çekmek, gülle veya ağırlık nakletmek, askere zahire taşımak gibi görevleri yaparlardı. Sulh zamanında ise ihtiyaca göre kale tamiri, madende çalışma, tersane hizmeti ve buna benzer hizmetler görürken, uygun isimler alırlardı.
Nal ve demir işleri yapan “Naldöken”, orman, odun işleriyle uğraşan “Tahtacı”, deri işleri yapan “İğneci”, at yetiştiren “Atçeken”, yapıların kaba ağaç işlerini yapan “Dülger”, katran temin edip gemilere süren “Katrancı”, saraya av hayvanı temin eden “Seyyad" (Avcı) ve kalelere taş temin eden “Taşçı” gibi mesleklerde ustalaşmış Yörükler vardı.
Osmanlı kanunnamelerinde Yörükler toprağı olmayan, bir yerde durmayan, konar - göçerler olarak tanımlanmış. Bu konar - göçerler tüm işlerini organize bir şekilde çabucak halleder. Yörük, hızlı ve becerikli anlamında “yüğrük” olarak da söylenir. Kıl çadırlarını ve ev eşyalarını hayvanlarını hızlı bir şekilde toparlayıp, düzgün bir şekilde yola düzülürler. Tempolu bir şekilde yürüyüp hedefine çabuk ve düzenli olarak vardığı için de “Yürük" veya "Yörük” olarak anılmışlar.
Yörük topluluklarının başına yönetici olarak Yörüklerin de onayı alınmak koşulu ile Osmanlı Devleti tarafından beyler atanmış. Bu beyler yardımcılarıyla birlikte Yörükler arasındaki çeşitli sorunları, anlaşmazlıkları çözmek, vergileri toplamak ve bunları gerekli yerlere teslim etmekle görevlendirilmişler.
Yörük Türkmen Obası Kültür Merkezi'nde, obanın 500 metrekare kapalı alanı olan kıl çadırında Türk devletlerinin bayrakları, geçmişte kullanılan çeşitli ev eşyaları, küpler, çeşitli yörelerden hediye edilen giysiler, heybeler, çoraplar, dövenler, kara sabanlar, pulluklar gibi tarım aletleri, kepenekler, beşikler, keçe halılar, dokuma halılar, kilimler, kağnılar, yayıklar, çeşitli çanlar, silahlar ve daha binlerce folklorik malzeme sergileniyor.
Bunca tarihi değeri olan folklorik malzemeyi bir araya getirmek yılları almış olmalı. Halen de yeni yeni parçalar bu sergiye ekleniyor. 1960’lı, 1970’li yıllarda eskiciler köy, köy, ev, ev dolaşarak bu malzemeleri plastik leğen ve mandal karşılığı takas yaparak yok pahasına toplamışlardı. 2000’li yıllarda her Pazar günü kurulan bitpazarına gidip, bu malzemelere sahip olmak en büyük uğraşlarımdan biriydi.
Günümüzde meraklı bazı kişilerin evleri, işyerleri dışında benzer malzemeleri bulmak mümkün değil. Ülkemizde birçok yerde buna benzer sergiler olsa da en zenginlerinden biri burası. Merkez bunları Türkiye’nin dört bir yanından yapılan bağışlar yoluyla ediniyor. Bunların tek tek etiketlenerek tarih ve tür sıralamasına sokulması, kataloglarının oluşturulması gerekiyor.
2005 yılında akrabalarım Halil Şimşek, Mehmet Toprak, Hasan Yiğit ile birlikte 17 Sancaklı Yörük köyünü tek tek, defalarca dolaşarak sözlü tarih çalışması yapmış, bilgileri kayıt altına alıp, fotoğraflar çekmiştik. Ama o yıllarda köylerimizde bu tür tarihi malzemeler yok olup gitmişti. Hele hele tarihi fotoğraflar hiç yok gibiydi.
Sancaklı Bozköy’den Halil Kabasakal veya Sarıyeğenoğlu Şerif Bey gibi bazı zengin kişiler köye fotoğrafçı getirirlermiş. Daha çok askerde iken veya zorunlu olarak birkaç vesikalık fotoğraf çekilmişti. Bunlar dışında görsel malzeme bulamamıştık. 2006 yılında tüm bu kayıtları “Sancaklı Yörükleri” adıyla kitap haline getirmiştim. Bugün bu bilgileri verecek atalar ebediyete göçüp gitmişler.
Yörük Türkmen Obası Kültür Merkezi'nde tuluk ve çadıra kurulabilen beşiği görünce atalarımdan dinlediklerim gözümün önüne geldi. Yörük’ün tüm eşyaları kolayca taşınabilir ve basitçe kullanılabilir. Yörük tereyağını kendi yapar. Kesildiğinde zarar verilmeden tulum şeklinde yüzülen hayvanın derisinin ayak kısımları ve boyun kısmı sıkıca bağlanır. Bu deriye “Tuluk” adı verilir. Açık olan arka kısmından da tulumun içine 1.5 metre boyunda bir sopa ve ucunda üç delikli bir tahta olan “bişşek” sokulur. Tuluk ya iki ağaç arasına gerilerek ya da üç ağaç yere çatılarak aralarına asılır.
Tuluk bir gün bekletilerek bayatlatılmış yoğurt ile üçte iki oranında doldurularak bişşek ile dövülür. Yarım saat sonra yağ çıkmaya başlar. Bundan sonra sıcak su eklenerek yağın su yüzeyine çıkması, buz gibi su eklenince de donması sağlanır. Üstten yağ alınınca ayranı altta kalır. Ayran taze iken içilmeyip, ekşimsi olması için bir gün beklendikten sonra tüketilir.
İşi bittikten sonra yıkanan tuluğa çam kabuğu tozu un kıvamına getirilerek sürülür. Bu şekilde katlanarak yerine konur. Tereyağı yapılacağı zaman tekrar ıslatılır. Sürülen çam kabuğu tozu hem tuluğu korur, hem de yapılan tereyağına çam kokusu verir.
Tuluk su kabı olarak da kullanılır. “Tuluğu olanın çocuğu susuz kalmaz. Ayrıca boşken sıkıldığı zaman bir bardağı dolduracak kadar su verir” derler.
Tereyağı üzerine bez sarılı toprak kaplarda saklanır. Bu haliyle toprağa gömülerek toprak ıslatılır üzeri çiğnenerek sertleştirilir. Tereyağı kullanılacağı zaman tekrar kazılarak küp çıkarılır.
Peynir yapılması için ölü doğan bir kuzu, eğer yok ise, yeni doğmuş ikiz ya da üçüz kuzulardan biri hiç süt emmeden kesilmek suretiyle kursağı peynir mayası olarak kullanılır. Bu kursak maya olarak bir yıl kadar saklanabilir. Süt sağıldıktan sonra kazana dökülür ve mayalanarak peynir yapılır.
Kadın, bebeği var ise, iş yaparken ya sırtına “Kolon” denen iple bağlar ya da “Sallangeç” (salıncak) kurarak bebeğini avutur. Sallangeç için iki direğin arasına paralel olarak iki ip gerilir. Bu iplerin arasına çul yerleştirilip, üzerine de bebeğin döşeği yayılınca; bebek burada sallanarak mışıl mışıl uyur.
Sancaklı Yörük cemaati yarı yerleşik ya da yarı göçer dönemi yaşarken, köylerimizden gelip geçen, henüz göçer durumdaki Tekeli Yörüklerini anlatan kişiler “Aynen bizim gibi konuşur, bizim gibi giyinirlerdi” diye tarif ediyor. Bir gün önceden Tekeli Yörükleri'nin köyden geçiş haberi alınır. Tekeliler köye geldiklerinde Yörük beyi muhtara hediyeler verir. Köyden aldığı pekmezi, peynir ve tereyağı ile takas eder. Köyde durmayıp, doğruca yaylaya giderlerken, o günleri görmüş olanlar “Bizler de geçmişte böyle yaşarmışız” derler.
Tekeli Yörükleri geçerken en önde süslü doru bir at üzerinde ve başında bir yağlık olan Yörük beyi vardır. Ardı sıra da al yazmalı Yörük güzeli gelirken, elinde kirmanı yün eğirmektedir. Yörük güzeli de süslü bir deveye biner, tüm çeyizi de deveye yüklüdür. Bu Yörük güzelinin evlenmeye hazır olduğunun da işaretidir.
Tekeli Yörükleri'nin yüzleri güneşten yanmış, çoluk çocuk yaya vaziyette, eşyaları develere yüklenmiş, önlerinde keçi, koyun sürüleri vardır. Göç anında develerin üzerinde ala çuval (elbise çuvalı) ve hububat çuvalı, çadır, çadır direkleri, dokuma tezgahı, kazanlar, hasır ve keçeler, sepetler, küpler vardır. Minik bebeler, yaşlı akrabalar, yavru hayvanlar ve kümes hayvanları da develerin sırtına bindirilip, bağlanarak yolculuk yaparlar.
Bu göç geçmişte anlatıldığı gibi başıbozuk bir yürüyüş hali değildir. Türkler uzun askeri seferlere ailelerini de götürdükleri için Yörük göçü binlerce yılda oluşmuş, zamanlaması, örgütlenmesi ve düzeni ile tam bir askeri düzen içersinde sürer.
Yörük’ün temel taşıma aracı, yani kamyonu deveydi. Devenin, etinden ve sütünden de faydalanılırdı. Bugün Araplar'la özdeşleşmiş olsa da; deve, Türklerin dünyaya tanıttığı bir hayvandır. Piramitler yapılırken katırlar kullanılmış, deve Büyük İskender’in M.Ö 334’deki seferleri sırasında Asya’dan Mısır’a getirilmiştir. Göçer dönemde çadırlar ve eşyalar deve sırtında nakledilirken, yerleşik dönemde özellikle kuru üzüm taşımacılığı deve kervanları ile yapılmıştır.
Yörük Türkmen Obası'ndaki bunca zengin malzemeyi görünce, “Keşke yukarıda anlatılan Yörük göçünü yaşatacak bir canlandırma olabilse. Bir deve mankeni yapılsa, süslü hamudunun üzerinde Yörük kızı oturtulsa, diğer Yörükler ve Beyleri de olsa, gelen misafirler Yörüklerin binlerce kilometrelik yolları düzenli bir şekilde kat etmelerini ve yaşamlarını zihinlerinde daha iyi canlandırırlardı” diye düşündüm.
Bu merkezi gördükten sonra burayı kuranların gösterdikleri büyük çabayı ve özveriyi takdir etmemek mümkün değil. Buranın her geçen gün daha da iyiye gitmeye devam etmesi, gelecek nesillere aktarılabilmesi için bu işte canla başla çalışacak daha birçok gönüllüye ihtiyacı var.