Yaşam-ölüm döngüsünde hayatın sıradanlığı 2024-01-10 20:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Bazen hayretle en önemsiz ayrıntıları hatırladığımı, bazen çok iyi tanıdığım birinin adını unutuverdiğimi fark ediyorum. Gün geliyor yıllar yılı yaşadıklarımı hatırlayamadığım oluyor… Bazen uzak geçmişimden bir anı parçacığını yakaladığımda, zamanın belleğime gömdüğü küçük imgeler, bir sis perdesi arasından çıktığı oluyor. Duyduğum bir sesin, okuduğum bir kitabın, gördüğüm bir filmin izine düşüyorum. Geçmiş bir anıyı derinden, daha uzaklardan önüme getiriyor. Bu anıların, tıpkı bir balık ağının sudan çıkışı gibi- ilmek ilmek çağrışımlarla geldiğini hayretle gözlemliyorum. Başka başka dönemlerde yaşanmış zamanlar diyorum, zaman geçmiş diyorum…
Lisede, çok sevgili arkadaşlardan oluşmuş küçük bir grubumuz vardı. Neşeli, canlı, okumaya meraklı genç kızlardık. Hafta sonu tatillerimizde sinemaya gitmek bir keyifti. O günlerin kısıtlı sanat ortamında sinemayı bir coşku olarak yaşardık. Sinemaya gitmek yaşamımızın anlamı, keyfiydi. Bir filmin etkisinde kalmışsak, o filmi inceden inceye irdeler, filmin ayrıntılarını hep birlikte yorumlamaya çalışırdık.
Şimdi neredeyse yarım asır gibi bir aradan sonra bile hala etkisini, benim için değerini yitirmemiş o filmin bir sahnesi hala usumda önemini koruyor. Ne garip ki, ilk gençlik anılarımız bizimle birlikte yaşıyor ve eskimiyorlar. Neden, nasıl olduğunu bilmeden, bir şey, dağarcığımdakileri ortaya çıkarıyor.
İzlediğim o filmin bir sahnesi usumdan hiç çıkmıyor. Sinema dilinin gücü, büyüsü işte böyle bir şey. O birkaç dakikalık görüntüleri derin bir iç çekişle irkilerek izlemiştim. Gözlerim acıyla dolmuştu. Üstüme eğilseydiniz gözlerimdeki hüznü görürdünüz. Görüntüler gözlerimden yüreğime doğru akmışlardı.
O sahneyi hiç unutmadım, unutamam. O görüntülerde insan olmanın onurunu ve vahşetini, yaşam ve ölüm arasındaki geçişkenliği yönetmenin merceğinden izlerken nasıl da sarsılmıştım. Oysa karşımdaki sahne gerçeğin kendisi değil, kurgusuydu. Yine de yüreğime dokunmuştu. Gözlerim, bu önümde uzanan görüntülere çevrilmiş, yaşanan olayı kendimce çözmeye çalışmıştım. Kendi değerlerim ile yönetmenin değerleri arasındaki koşutluk beni daha da yakınlaştırmıştı bu filme. Gerçek bir sinema dili ve estetiği ile, sözden çok görsellikle sunulan yaşlı bir kadının ölümüydü bu.
Sözünü ettiğim sahne Michael Cacoyannis'in 1964 yapımı "Zorba the Greek" adlı filminden. Evinde ölü bulunmuş yaşlı, çoluk çocuğa karışmamış, kimsesiz bir kadındı bu. Komşuları bir telaş içinde, ölen kadının ardından bıraktığı eşyaları bir bir saçıyorlar sokağa. Bekar oluşu ve bir evladı olmayışından dolayı haliyle mirasçısı da olmayınca, komşuları da hak görüyorlar evdeki eşyaları kendi aralarında paylaşmaya. İşte bu yüzden kadının eşyaları sokağa saçılıyor, herkes bir telaş içinde kendine uygun gördüğü eşyayı kapmaya çalışıyor.
Bu ölüm yaşamını tamamlamış olanın ölümüydü.
Dolapları karıştırılıyor, çekmeceleri açılıyor...Çöpe atılmadan önce her bir eşyayı incelemek için kollar sıvanmış... fötr şapkalar, kürkler, eldivenler, jartiyerler, jüponlar, kombinezonlar, yıkana yıkana eprimiş dantelli mendiller; bazılarının köşelerinde işlenmiş kabarık çiçek motifler... İçlerine mektuplar, faturalar, birtakım evrak konulmuş zarflar… siyah-beyaz fotoğraflar... fotoğraflarda, kah kendi yaşıtları kız arkadaşlarıyla, kah asker üniforması içindeki genç bir adamın kollarında, bukleli saçları omuzlarında genç bir kadın hep gülümsüyor. Hepsi siyah-beyaz...
Kadın gülümsüyor...
Evinde ölü bulunmuş kadın gülümsüyor...
İşlemeli ve dantelli bu örtülerle sokak bayram yerine dönüyor. Ve şenlik başlıyor! Kıkır kıkır kahkahalar arasında herkes bir ucundan yakalayıp, kadının yaşamını sergiliyor.
Kadın gülümsüyor...
Küçük burjuva insanının yer yer eprimiş, beyazlıkları uçup gitmiş etekleri dantelli, pileli perdelerle sessizce içine kapandığı yaşamı, kadının ölümüyle birden sokağa fırlıyor...
Kadın gülümsüyor...
İçin için sandıklarda, kapalı kutularda, saklı sihirli bir dünyadan dökülüyorlar ortaya. Zemini koyu kahverengi, kenarları yıpranmış, aşına aşına yer yer siyahımsı lekeler almış valiz...
Kadın gülümsüyor...
İşe yarar mobilyalar, küçük biblolar, kap kacak hemencecik pay ediliyor. Bu küçük oda, komşuların yıkıcı saldırısının ezip geçtiği bir savaş meydanına dönüşüyor. Orada yaşlı kadından tek bir iz kalmadığı gibi, insani her değer de silinip yok oluyor. Yalnızca kadından tanıyamadıkları silik soluk bir imge kalıyor ellerinde.
Bu kadının ölümü, yaşam-ölüm döngüsünde hayatın sıradanlığını temsil ediyor. Ölüm içimizde ve dışımızda. Hayat içimizde, bugünümüzde. Yaşam çok engin, her şey çok derin. Zamanın akışı damla damla yanımdan akıp gidiyor. Her gizeme, her geleceğe açık olduğumu biliyorum. Yaşamın içinde savrulduğumu biliyorum.
Odamdan güneş ışınları girince içim ısınıyor, gülümsüyorum. Geniş bir gülümseme bu. Gökyüzünden yükselen, beni hayata katılmaya davet eden bir gülümseme. Rengarenk bir yumak gibi kendimi hayata açıyorum. İnsana özgü olan her şey gibi, hayata katılıyorum.