Alt tarafı küçük bir yaşam benimkisi 2023-10-09 15:22:40
Yazar: Raşel Rakella Asal
Sonbahar geldi. Saplar güneşe doğru sararıp katılaşıyor, ağaçtan sessizce dökülen yapraklar toprağın üzerinde hışırdıyor. Her bitki sonbaharın buğusuyla damgalanıyor. Kulağımda güzün sessiz, ıssız hışırtıları, tekdüze yankılanıyor. Evden uzaklara attım kendimi.
Sokaklardaydım. Bir belediye otobüsü nereye giderse gitsin, oraya.
Bir serginin duyurusu gözüme çarptı birden: “Karma Resim Sergisi”. Çimli küçük bir bahçeden geçilip, birkaç basamakla inilen, kabartmalı, ahşap bir kapıydı. Kimse yoktu içeride. Sağdaki duvarın önünde durdum. Resim kümelerinin hemen üstünde alçakgönüllü, ince beyaz, kartlarda ressamların adları yazılıydı... Sonra resimler-maviler, yosun yeşilleri, hüzünlü eflatunlar, ikindi gölgeleri, gün batımı kızıllar, acı sarılar, sarılı kırmızılı alev yalımları sergide birden canlanıp usuma yerleşen renkler usulca çekti beni uzaklara.
Bir sevinç büyümüştü birden içimde. Bu an yüklendiği sayısız “an” ile geçmişe katılmaya, geçmişle anılmaya başlamıştı bile. Zaman kişinin dışında gelişip süren yoğun bir akıştı. Geçip gidiyordu yaşam.
Her şey, yinelenmeksizin, hızlandırılıp yavaşlatılması olanaksız bir akış içinde, kendi özgün koşullarına göre noktalanıyordu. Geçip gidiyordu yaşam.
O sonsuzluk duygusunun kıpırtısını duyumsadım. Yaşamın tüm korkularına meydan okurcasına alabildiğine yükselen geçmişin ve geleceğin kırgınlıklarını, acılarını önemsiz kılan bir duyguydu bu.
Resimlere döndüm. Tablodaki resimler tutkulu bir sabırla işlenmişti. Uzun bir yeşillik örtüsüyle birbirini izleyen, yassı alanlar üstüne kurulmuş bahçeler gözü şenlendiriyor, ruhu dinlendiriyordu. Basit bir resimde bile, görmezden gelemeyeceğimiz bir bilinç, o resimde bir ruh olduğunu kanıtlayan gizli bir haykırış vardı. Bazıları detaylı çalışmalardı. Her öğeyi bir minyatür sanatçısı duyarlılığı ile betimleyen, havanın sıcaklığını, güneşin parlaklığını, doğanın tüm renklerini yansıtan eserlerdi.
Kendimi yaşamın parçası gibi duyumsadım; yaşamın dışında değil. "Ey yaşam! Kabul et beni-değer kıl-öğret bana." Karanfiller, çan çiçekleri, papatyalar!
O an yalnızca anı yakalamak, o anın şiirini yaratmak istedim. Günü gününe yaşanan küçük bir yaşamdı benimkisi.
Ağır ağır döndü başım. Alev alev bir sıcaklık yükseldi bedenimden. Karşı duvardaki resimler tepe taklak oldu. Giderek hızlanan bir baş dönmesi içinde bir kadının önümden geçişini görür gibi oldum. Geçmiş yoktu, gelecek yoktu. Şimdi dünya, hızlanan kalp atışlarıyla eş zamanlı olarak sürükleniyordu.
Kendimi Umberto Boccioni’nin basamaklara tırmanan ve aynı zamanda o merdivenlerinden inen "Uzamda Kesintisizliğin Tek Biçimi" yontusu gibi hissettim. Yerçekiminden kurtulmuş, ayda adım atan bir astronottum. Ya da yeryüzünden çok uzakta bir dünyalıydım. Hiçbir kaidenin üstünde durmayan, her şeyi taşıyandım. Hiçbir şeye ait olmayan, her şeyin sahibiydim. Tam anlamıyla gerçek üstü bir yaratıktım. Dinamizmin ta kendisiydim. Bayrak gibi dalgalanıyordum. Dünya gibi yürüyordum. Gezegenleri, uyduları peşimden sürüklüyordum. Geçmişi, sonrayı, şimdinin geniş kucağında taşıyordum.
Resim dağınık yankılar yarattı içimde. Ruhumda kopan fırtınalar, içimde taşan yaşam sevinçleri gürledi. Sergiden çıkıp bir kafeye attım kendimi. Burada yoğun bir hareketlilik vardı. Kentte insan kendini kolayca oyalanabiliyor. Kalabalık insanlar... Herkesin kendi hikâyesi vardı. Ve başka hikâyeler edinmeye devam edeceklerdi. Küçük dünyalar, gündelik yaşamın içinde yaşama karışan insanlar... İki kişinin birbiriyle zenginleşmesi ve daha sonra ayrılmaları... Bilinmeyene, önü açık bir yola, tekrar yol almak üzere ayrılmaları.
İnsan birlikte güleceği birini istiyordu. Haz paylaşılarak büyütülüyordu. Aynı şey acı için de geçerliydi. Kalabalık caddede herkesin yöneldiği bir amacı vardı. Herkes bir buluşmaya yetişme telaşı içindeydi. Kesintisiz akıntıda akıp giden, duran, sarsılan ve tekrar hareket eden otobüsler ve arabalar. Gümbürdeyen trafiğin akışı, tek tek haykırmalar, kıkır kıkır gülüşler. Öteki insanların konuşmalarından parçalar, kırık tümceler... Patlayan kahkahalarda boğulan sözcükler... Kaynaşan, titreşen sesler. Yaşam bu olmalı. Çığlığıyla, cıvıltısıyla, canlılığıyla, yaşamı selamlayan bir koroydu bu kafe.
Çevreme bakındım. Müşteriden sipariş alan garson vardı. Anlattığı öyküye kendini kaptırmış müşteri, söylenmesi gereken basmakalıp sözleri gün boyu tekrarlayacak olan garson, yoldan geçen otobüs, masanın üstündeki vazodan sarkan son yaşam deminin çırpınışındaki karanfilin iç çekişi, başıboş gezinen sinek, çayına limon sıkan şu adam, kulakları küpeli evrak çantalı kadın, parmaklarını aça aça konuşan geveze adam, üzerimize yağan ışık huzmesi, sandalyesinde kaykılmış, bacaklarını sallayarak sandviçini yemeye çalışan öğrenci, masadan masaya sipariş alan garson, elindeki peçeteyi sallayarak çılgın bir coşkuyla sevgilisini karşılayan delikanlı, her an gülmeye hazır gençler, yemek listesinin üstünde gezinen üç çift göz...
Garson sipariş ettiğim turtayı önüme koydu. Kapıda bir yabancı belirdi. Müşterilerden biri parmağını kaldırıp işaret verdi. Yabancı içeri girdi. Müşteri ayağa kalkıp onunla konuşmaya gitti. Hiç ardı arkası gelmemiş konuşmalar, tokalaşmalar, memnun oldum demeler, kırık tümceler, kahkaha kırıntıları, sahipleri belirsiz cümleler, kısa, kesik, telaşlı monologlar...
Milyonlarca şey üşüşüyordu. Atomlar dans ediyorlar, ayrılıyorlar, bir kitlede yine birleşiyorlardı. İnsanların yaşam dedikleri dinamizmi hep beraber oluşturuyorduk. Görkemle duruyordu yaşam. Canlılığı, gücü, doğurganlığıyla. Daha geniş bir algılama duygusuna, daha derin bir yaşama ulaşma isteğiyle öyle dolu hissettim ki... Yaşam insana küçük şeylerle de mutlu olmasını öğretiyor.
Hoş geldin sonbahar!