Maziyi mazi yapan hatırlama gücü değil midir? 2023-08-10 09:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Çocukluğumda günlük hayat radyoyla yaşanır, saatler radyoya göre ayarlanır, ülkede ve dünyada olup bitenler radyodan öğrenilirdi. Kocaman bir bavul büyüklüğündeki radyodan mobilyalı masa üstü radyolara, çanta radyolardan el radyolarına kadar, her ailenin gelirine uygun bir radyosu vardı.
TRT’nin radyo istasyonlarının sağladığı olanaklarla büyüdük. Radyo yurdun ücra köşelerine kadar bilgi ulaştıran bir kültür hizmetiydi. Hayat radyoyla yaşanır, saatler radyoya göre ayarlanır, ülkede ve dünyada olup bitenler radyodan öğrenilirdi. Radyo içinden taşan tüm seslerle hayatımızı zenginleştirir, bize kocaman bir dünyada yaşadığımızı hatırlatırdı. Hayatımıza iletişim, komünikasyon, telekomünikasyon gibi kelimeler daha girmemişti.
Babam sabah kalkar kalmaz radyoyu açar, o günün haberlerini dinleyerek kahvaltısını yapardı. Haberlerin ardından Türk musikisi eşliğinde şarkılar sıralanırken kahvaltı sofrasının etrafında güne neşe ile başlardık. O günlerde Zeki Müren’in şarkılarıyla büyüyen ben, zamanla onun nasıl kendini yenilediğini, çağa nasıl uyum sağladığına da tanıklık edecektim. Radyo programlarının ardından zaman içinde Zeki Müren sahne almaya başladı. Zaman hızlı değişiyordu. Sanatçılar yalnız radyodaki sesleriyle değil artık sahnede yer alıyorlar, kendilerine bir imaj çiziyorlar, haliyle giyim kuşam önem kazanıyordu.
İzmirli olarak Fuar zamanlarını sabırsızlıkla beklerdik. İzmir Fuarı’nın ziyaretçilere geniş ufuklar açtığı parlak yıllardan geçmiştim. Yepyeni teknolojileriyle yabancı pavyonlar ve her yeniliğe açık firmalar için Fuar’da bulunmak bir şanstı. Kültürpark, özellikle 1970 ve 1980’li yıllarda sosyolojik, kültürel ve eğlence hayatının önemli bir parçası oldu. O günleri yaşayan benim neslim o park alanında çok şey yaşadık. Belleğimde kazınanlar arasında Zeki Müren’in sahneye çıkışı... Uzay kıyafeti ve ayakkabısı belleğimde yer etmiştir.
Her sanatçı için İzmir’de Fuar zamanı sahne almak adeta bir sınava dönüşmüştü. Biz izleyiciler de bize sunulan bu şov âleminin içinde büyülü bir dünyaya girmiş oluyorduk. Hayatımıza bir canlılık gelirdi. Çamlık Senar, Göl Gazinosu, Kübana’da matineler olurdu. Lunapark’ın karşısı Menekşe Çay Bahçesi’ydi, büyük ağaçların altında çay içmenin keyfini yaşardınız. Apartmandaki komşularla anlaşılır, hep birlikte matineye gidilirdi. Tüm meşhur şarkıcıları görmüş olurduk. Mogambo ve Kübana’ya rezervasyonla giderdik.
Bir ay süren Fuar’ın açılışı 10 Ağustos’ta büyük bir törenle olurdu. Büyük bir olaydı. Manolya, Basmane kapısına yakındı. Zeki Müren orada sahne alırdı. Biletler önceden alınırdı. Zeki Müren gece yarısı çıkardı. Önceden gidip yerlerimizi ayırırdık. Ekici Över, Ajda’nın çıktığı yerdi. Mogambo içkili, diskoydu. Ortası pist, etrafı havuzdu. Patricia Carlie’yi, Timur Selçuk’u dinlemiştik.
Şimdi hatırladıkça benim neslim için unutulması imkânsız olan bu görüntüleri belleğimde saklı dev bir depodan, devasa bir çekmeceden çıkar gibi önüme seriliyor. Tüm bu yaşananlar geçmişin kaçınılmaz olaylarıydı. Belleğimi oluşturan anılar birbirleriyle ilişkileri bağlamında gün yüzüne çıkıyordu.
Yıllar içinde show dünyası da kendini geliştirdi. İzleyiciye görsel bir şölen sunmak önem kazanmıştı. Çevremdeki herkes Zeki Müren’den hayranlıkla söz ediyordu. Cesaretini, sesini, kıyafetlerini, sahne şovlarını. Ama izleyiciyi en çok şaşırtan uzun pelerinleri, yüksek topuklu ayakkabıları ve otrişler içindeki kıyafetleriydi. İşin ilginç yanı izleyiciler tarafından bu kıyafetlerin benimsenmiş olmasıydı. Bu açıkça izleyicinin Zeki Müren’e olan sevgisinin bir ifadesiydi.
Yıllar sonra “Amerika’nın Zeki Müren’i” diyebileceğim ünlü piyanist ve şovmen Liberace’nin hayatını konu alan filmi izledim. Behind the Candelabra isimli bu filmde Michael Douglas Liberace’yi canlandırıyordu. Las Vegas’ı ‘50lerden ’80 sonlarına kadar şovlarında kullandığı sıra dışı görkemli kostümler ve sahne şovlarıyla insanları büyülemişti. Hatta o kadar ki, İngiltere kraliyet sarayında piyano resitali için davet edilmişti. Amerika’ya ödülle geri dönmüştü. Dönemin baskısı ve kadın hayranlarını düş kırıklığına uğratmamak için eşcinsel olduğunu saklamış, 1987’de AIDS’den hayatını kaybetmişti.
Michael Douglas’ın Liberace’yi oynaması en az Liberace’nin kendisi kadar sıra dışı görülmüş Hollywood çevrelerinde. Michael Douglas’ı genelde sert erkek tiplemesiyle tanınıyor. Ama artık 68 yaşına geldiğini ve yeni karakterleri canlandırmaktan korkmadığını söylemiş.
Zeki Müren’in Liberace’yi taklit ettiği söylenmiş. Bu konuda Zeki Müren 1976 yılında Londra’da BBC Türkçe Radyosu’nda spiker Sabih Aykoler ile yaptığı röportajında ilginç açıklamalarda bulunmuş:
“Ben 1955 yılında akademiyi birincilikle bitirdim. O zamandan bu zamana bütün giysilerimi, normal hayatımdakiler de dâhil kendim çiziyorum. Modellerini kendim çiziyorum, renklerini kendim seçiyorum. Biraz yaradılış biraz da ona ilave edilen bir ekol meselesi oluyor. 1955’ten bu yana her sezon her şarkı için değişik anlam taşıyan kostümler çizdim ve giydim. Beğenildiğini gördükçe de devam ettim. Ben smokinle de fantezi kostümlerle de okuyorum. Eserine göre seçiyorum bunları. Dünyada bu benden daha sonraki yıllarda tatbik edildi. Bu da bana bahtiyarlık veriyor. Mesela Liberace’yi bana benzetirler, giysi bakımından. Ben şu noktada “Hayır” diyorum. Benim 1956’da giydiğimi 60’lardan sonra Liberace giydi. Ruh benzerliği olabilir. Ben onu gördüğümde onu taklit etmedim, Elvis Presley’i keza. Ben Türkiye’de Edirne-’den Ardahan’a naçizane kendi halkıma hitap etme çabasını gösterdim. Gün geldi, dünkü günü yaşadık beraber.”
O dupduru, dipdiri Türkçe’siyle, Türkçe’nin söz varlığındaki değerleri koruyan, dilin o gizli hazinesini gün yüzüne çıkaran, dilin gücünü, inceliğini, ayrımına varılmayan gizlerini dinleyenleri ile paylaşan bir sanatçısıydı. Kendine özgü duruşu, hep kendi kalabilme kabiliyetini kıskanırdım. Kendine özgü bir yaşam tarzına sahipti. Onca yürekli, onca ödünsüz taşıyabildi bu duruşunu.
Geçmiş hızla akıp gidiyor. Geçmişte yaşanan an gözle göründüğü andan itibaren bir daha asla geri dönmüyor. Geçmiş belleğimizin kıvrımları arasında gizli. Şimdiki ben ile o günlerin beni bana öylesine uzak ki! O günler bir dumanın ardından, bir sisin ardından görünüyor. O günleri yaşayan ben miyim?
Ben o günleri yazıya dökerek o yaşantı parçalarını tarihsel bağlamda görünür kılmaya çalışıyorum. Yıllar önce tarihsel bir olaya tanıklık etmiş olmakla bir belgeleme işlevini de yerine getirmiş oluyorum. Maziyi mazi yapan, hatırlanma gücü ve geçmişin geri döndürülemezliği değil midir?