İki piyano dört el ve iki kelebek... 2023-07-25 23:30:00
Yazar: Gürol Tonbul
Cumhuriyet’in yüzüncü yılı ile taçlanan 36. Uluslararası İzmir Festivali çok önemli bir konsere daha ev sahipliği yaptı. İzmir sanat hayatında önemli üretimlerde bulunan ve sürekli düşünen; düşündükleri için de hayal kuran Bakü doğumlu Cemile Cabbar'ı ve Ankara doğumlu Nihat Demirkol’u dünya prömiyeri yaptıkları “Duo Allaturca Impro Piano” konserinde seyretmek, dinlemek bir ayrıcalıktı.
Bilenler bilir, Türk musikisi perdelerinin tamamına sahip olmadığı için muhafazakar kesim tarafından Türk musikisi icrasında yıllarca gizli veya açık kabul görmeyen bir enstrümandır piyano. Alaturka alanında yıllar sonra konserlerde bir piyano bile çok görülürken, hem Türk hem Azeri ezgilerini iki piyanoda, birbirini tamamlayan bir birlikteliğe dönüştürmek, tınıları doğaçlama alanında dört el bir araya getirmek bir ortak hayalin ve çok çalışmanın ürünü olsa gerek.
Türk bestecilerinin eserlerini “iki piyano ve dört el”den oluşan bir müzikal zenginlik içinde ele almak, bu çabayı tınılarla dinleyicilerle paylaşmak, daha da önemlisi dinleyiciyi bu hayale ortak etmek Uluslararası İzmir Festivali’nin amacıyla da çok örtüştü. Önemli bir sentezi içeren bu konsere festival programında yer verdikleri için İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı Başkanı Filiz Sarper Eczacıbaşı’nı ve festival komitesini kutlamam gerek. Umarım, gelecek festivallerde yerelden evrensele uzanan, tınılar arası geçiş ve zenginliği arayan ve aktaran bu tür etkinliklerin sayısı çoğalır.
***
Sahnede bir sanat buluşmasına, kucaklaşmaya hazır iki piyano... Bu iki piyano, tuşlarına dokunacak dört eli bekliyor alaca karanlıkta. Cemile Cabbar’ın ve Nihat Demirkol’un karanlıkta çaldıkları tınılarla başlıyor makam müziği çeşitlemeleri. İki usta piyano sanatçısı hem kendi tavırlarını koruyarak hem de doğaçlama müziğin duyarlı alanlarında dolaşarak, adeta karşılıklı konuşarak konçertodan fasıla bir gezintiye çıkardı bizi. Nihavend makamı ile başlayan bölüm Türk musikisinin en eski makamlarından olan Nikriz ile tamamlandı. Akış anında gözlerimi kapattım; gözümün önünde belirdi sanki Münir Nurettin Selçuk, Refik Fersan, Feyzi Aslangil, Mes’ud Cemil Bey... Tınılar içime işledikçe Boğaziçi’nde, yalılarla çevrilmiş, mehtap ve yakamozlarla süslü bir denizin ortasında, bir kayıkta buldum kendimi...
“Boğaziçi’nin kendine mahsus ifadeleri vardı. Mesela mehtap demek, mehtaplı bir gecede, Boğaziçi’nde dolaşan bir kayıkta, bir saz takımı peşinden onu dinleyerek bu saz alemini tertip ettiğini söylemekti. Mehtapçılar bu geziye katılanlardı. Boğaziçi’nde zevk için dolaşan kayık ve sandallar yalnız ay ışığı ile aydınlanırdı. Mumları yanmış üç dört fener taşıyan sandallar yalılardan hanende ve sazendeleri alır, açılır giderdi. Daha açılırken sazların hafif tertip akortları yaparak kendi kendine mırıldandıkları melodiler başlardı. Fakat böyle yalnızca giderken yolda çalınan bu hayal meyal saza pek kulak asılmazdı. Sazın asıl toplantı yerinin Kalender sahili olması bir Boğaziçi ananesiydi. Başka başka yerlerden sökün eden kayık ve sandallar saz kayığın etrafında ışığı arayan, ışığın etrafında dolaşan pervaneler gibi dolaşmaya başlardı. İşte o zaman, sular ve ışıklar içinde esrarlı bir canlılık başlardı. Yalıların Boğaz’ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında sulara çarpan ışıkların içeriye sıçramış akisleriyle birdenbire oda duvarının bir parçası bir vücudun derisi gibi ürpermeye ve başımızın üstünde tavanın bir parçası bir nehrin altın sularıyla akmaya başlar. Karada, temelleri üstünde sabit duran yalılar, sularda başları aşağıda temelleri havada yüzmeye koyulurlar. Yosun kokulu kayıkhaneler denizin mırıltılarını yalının bir kısım zemin kat odalarının altlarına getirir. Arada bir küçük dalgaların kâh gülüştüklerini kâh ağlaştıkları duyulur. Böyle bir ortamda insanın kendini ne kadar araması gerek?”
***
Konserin ikinci bölümü ise yalnızlık ya da insanın kendini araması üzerine kurulu Azerbaycan “mahnı”larından (şarkı ya da mani) oluşuyordu. İlk bölümde tuşlar aracılığıyla karşılıklı konuşma ustalığını gösteren iki sanatçının bu bölümde dinleme ustalığına da tanıklık ettim.
Bu bölümde Boğaz’ın sularında salınan kürekler küle dönüştü, hüzünlerin, acıların ortasında silindi, uçtu sanki... Dilimize yerleşen ve melodileriyle etkili “Ayrılık”, “Sen gelmez oldun”, “Nazende sevgilim”, “Küçelere su serpmişim” gibi Azeri yapıtların programda olması, Duo Allaturca Impro Piano konserinin popüler bir konsere dönüşme riskini taşıyordu. Ve ne yalan söyleyeyim, bu bölümü kağıt üzerinde görmek beni bu açıdan korkutmuştu. Ancak, eserlerin iki piyano ile çalınması ve iki sanatçının birbirini dinleme ustalığıyla birleşen icra sayesinde bu bölüm çok etkili oldu. Bu bölümün doruk noktası ise berrak ve duru tınılarıyla içime işleyen, yakıcı duygusu ile “Sarı Gelin” oldu.
İnişli çıkışlı tınılarıyla, birinci bölümün Nihavend makamı ile kucaklaşan bu bölüm, iki ülkenin ortak tınıları, ortak ritimleri eşliğinde, dinleyiciyi hüzünde, yalnızlıkta ve umutta birleştirdi.
“Düz yüreğim döz yüreğim / arzulara, ümitlere sal yüreğim / ufuk kara toprak kırmızı / asırların yadigarı / beni duygulara sal yüreğim” diyen Azerbaycanlı şair Hezri’ye selam olsun.
***
Konserin üçüncü ve son bölümü “Fasıl’dan Konçerto’ya” adını taşıyordu ve piyanodan yükselen ezgiler, denize açılan ve “ahh bir dili olsa da konuşsa” denilen sessiz, geçmiş zaman sokaklarında bir gezintiye çıkardı beni. Sadi Işılay’ın “Sultanîyegâh Sirto”su ile başlayan ve giderek bir fasıl kimliğine bürünen bu bölüm Kandilli’de görünen mehtabın Heybeli’de uğurlanması ile son buldu.
Sonra derin bir sessizlik... Ve dakikalar süren alkışlar...
Armonik bir düzenleme olmadan, iki yetkin piyanistin doğaçlama yetenekleriyle taçlanan, ama belli bir disiplin içinde icra edilen eserlerin bir senteze ulaşma çabasını ben de ayakta alkışladım.
“Maziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki, o da o anımızı saran nefis sessizlikti. Sükût, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle, radyolardan yükselen bağırtılarla delik deşik edilerek git gide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, iç hudutlarımızın içinden ve bizim saatlerimizin çoğundan öteye uzaklaşmıştır ki, bazen ona belki bir mehtap altında rast gelince bir lezzet duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de sessizliğin en tatlı musiki yerine geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükût esas, sizi oraya götüren şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdir.”
***
Konser Anadolu’nun toprağına, tuzuna, acısına, sevincine dokunan tınılarıyla derin izler bıraktı bende. Anadolu coğrafyasındaki hayatın ve kültürün bir parçası olan makam müziğini, batı kültürünün önemli bir enstrümanı piyanodan dinlemek, ışığa yürüyen ve orada çırpınan iki gece kelebeğini anımsattı bana.
Efsaneye göre, ışığın çevresinde sürekli çırpınan iki gece kelebeğini görenler, onlara seslenmişler, “Gece boşu boşuna kanat çırpmayın. Nasılsa gün ağaracak... Gücünüzü aydınlığa saklayın!” demişler. Çırpınmaya devam eden iki kelebek yanıt vermiş:
“Biz bu ışığı koruyoruz. Çünkü, biz çırpındıkça ışık yanmaya devam ediyor ve sonra etraf aydınlanıyor. Siz, ona ‘sabah oldu’ diyorsunuz...”
Makam müziğinde ses perdesi sınırlarını genişletme arayışları ve iki piyano dört el konserleri mutlaka sürmeli ve bu ışık dost ve kardeş ülke Azerbaycan-Bakü’den başlayarak tüm dünyaya yayılmalı.
* Bir Küçük Rica / Bis bölümünde çalınan Kevser Hanım’ın “Nihavend Longa”sı çok güzeldi. Ama gönül Cumhuriyet’in 100. yılına ithaf edilen bir tango duymak istedi. Hem geçmişi hem de Cumhuriyet dönemini yaşayan bir besteci olan Kaptanzâde Ali Rıza Bey’in Nihavend makamındaki “Denizde Akşam” tangosu ile sonlansaydı konser anlatılan ve bize yaşatılan bütün hikâye, çember tamamlanacaktı.
* Alıntılar Abdülhak Şinasi Hisar, Varlık Yayınları, 1967
***
Meraklısına konser dışı notlar
Bu etkileyici konserinden ardından yaşananlara değinmeden geçemeyeceğim. Bu ülkede sanırım bir denk gelememe sorunu var. O nedenle demokrasi denilen olgu bir türlü gelişmiyor, gelişemiyor. Bir etkinlik olağanüstü oluyor, bir iki kişi çıkıyor, deyim yerindeyse “pişmiş aşa su katıyor”, her şeyi allak bullak ediyor. Kısacası sanatın üretildiği ve sanatseverlerin olduğu ortama sanatı seven kadrolar atanmıyor.
Hadi bir iki örnek vereyim:
Uluslararası bir festivale ev sahipliği yapan, Ahmed Adnan Saygun adını taşıyan uluslararası bir salonda konser bitiminde seyirci salonu terk etmeden salon ışıkları kapatılmaz, kapatılamaz.
Her uluslararası etkinlikte konser bitiminde gerek gazeteciler gerekse konseri beğenenler sanatçıları kutlamak için orada olur ve sanatçılarla konuşmak, fotoğraf çektirmek isterler. Bu çaba içinde olanlara, uluslararası bir festivalde ve konserin hemen bitiminde, orada bulunan görevli, yaka kartı taşıdığı için küstahlaşma hakkını kendinde görenlerin, “Daha piyanolar taşınacak, hadi! Fotoğrafları fuayede çekersiniz” gibi ifadelerle yönelme hakkı yoktur, olamaz.
Benden söylemesi!
İki kardeş ülkenin ezgilerini harmanlayan ve bir senteze ulaştırma çabası içinde olan konseri, geniş kitlelere ulaştırmak için TRT Sanat /TRT 2 bu konseri neden canlı yayınlamadı ya da kaydetmedi, akıl alır gibi değil.