Anılarla yaşananlar 2023-07-10 10:30:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Geçmiş hızla akıp gidiyor. Geçmişte yaşanan an gözle göründüğü andan itibaren bir daha asla geri dönmüyor. Geçmiş belleğimin kıvrımları arasında gizli. Şimdiki “ben” ile o günlerin “ben”i bana öylesine uzak ki! O günler bir dumanın ardından, bir sisin ardından görünüyor. "O günleri yaşayan ben miyim?" diye sormaktan kendimi alamıyorum.
İlkokul, ortaokul, lise yıllarım gözümün önüne geldi. Bir yığın şey unutulup gidiyor ama öyleleri de var ki silinmiyor. İşte lunaparklar, uçan balonlar, süslenmiş motorlar, cambazlar... Mutlu çocukluk anılarım. Elimde tutuğum balon kaçardı ya da kaçırdığımı sanırdım. Balona kavuşunca bir mutluluk, bir sevinç, bir yaşama duyarlılığı. Kimi zaman bile bile o balonu havaya bırakıp yeniden o güzelliği yakalamak, o sevinci tekrar yaşamak... O günler bir masal gibi anımsanıyor.
Yaşadıkça etrafımızdaki insanlar değişiyor, kimi zaman dostluklar da eskiyor, yıpranıyor. Yeni dostluklar giriyor. Bir hareket vardır, durağanlık yoktur yaşamda. Bu devingenlik yaşamın kendisidir. Pencereden bakarsanız, insanlar, taşıtlar, bir koşuşturma, bir gidiş geliş, sürekli bir eylem, bir hareket, cıvıl cıvıl bir kıpırdanış görürsünüz.
Ya insanoğlu! İnsanoğlu neler yaşamış, neler biriktirmiş? Bu düşünceler beni anı kitaplarını okumaya iter. Bir zamanlar bana çok uzak bir tarih gibi gelen değişik yaşam tarzları ilgimi çeker. Hatta aynı dönemi yaşayan insanların da anlatımları birbirinden farklı olur. Nitekim Mina Urgan’ın anı kitabı Bir Dinazor’un Anıları, çok rağbet görünce şaşkınlığını gizlememişti. Hatta her semtin bakkalının, esnafının, manavının, marangozunun anılarını yazmasının önemine değinmişti. Şöyle açıklıyordu bu görüşünü:
“İnsanlar şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcıdırlar. Yakından tanıdığınız, bencil ve aptal sandığınız bir kişi günün birinde, öyle güzel bir şey yapar, öyle duyarlı, öyle derin bir söz söyler ki, afallayıp kalırsınız.”
Kişinin hatırladıkları, yaşamının bir döneminin ya da tüm bir hayatının, sonradan çekilmiş fotoğrafı gibidir. Çünkü anılar, yazan kişinin geçmişini anlattığı zamana göre de farklılık gösterir. Anı yazmayı, geçmişe dair hüzünlü bakış ve hasret olarak betimleyen edebiyatçılar arasında Mehmet Orhan Okay, “Hâtırat”ında “İnsanların hatıra yazma yaşı herhalde altmışından sonra olmalıdır” der ve henüz otuz-kırk yaşında olup çocukluğunu hasretle ananları hayretle karşılar.
Oktay Akbal’ın “Anı Değil Yaşam”, Samet Ağaoğlu’nun “Hayat Bir Macera, Çocukluk ve Gençlik Hatıraları”, Mehmet Fuat’ın “Gölgede Kalan Yıllar”, Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri”, Suna Kıraç’ın “Ömrümden Uzun İdeallerim Var”, Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”, Murathan Mungan’ın “Harita Metod Defteri” ilk aklıma gelenler.
Mina Urgan sıradan insanların anılarına pek rastlanmamasını eleştirmişti. Ona göre yaygın olan görüşün aksine hatıra yazmak için önemli eserler bırakmak, belirli makamlarda görev yapmış olmak şartı olmamalıdır. Sıradan insanlar da başlarından geçeni yazıya dökebilmeli ve deneyimlerini paylaşabilmelidirler. Belki de yalnızca anı yazarlığı bakımından değil sosyolojik açıdan bakılırsa toplumu oluşturan her birey ve meslek kendini ifade gücünü ortaya koyabilmelidir.
Her kişinin yaşadıkları kendince önem taşır. O insan hakkında bilgi verir. O anıların sağladığı çağrışımlarla zaman içinde yolculuklara çıkar, unutulmuş birçok olay, ayrıntı anımsanır. O anılar yazıya dökülmüşse kişi kat ettiği yolun hesabını yapar. Yitirilmiş acemiliklerle, kazanılmış ustalıklar arasında bir dünyanın ardında kendini seyreder.
Hayat yanımızdan akıp giderken, birkaç anı, birkaç resim, birkaç küçük hatıra yaşamın devingenliği içinde karşınıza çıkar. Geçmişe geleceğin ilişkisi tarihi oluşturur. Anıların yazıya geçmesi kişinin kendi serüveni ve evrimi içinde kendine ayna tutmasıdır. Zamanı bütün benliğiyle, bütün varlığıyla, bütün derinliğiyle hissetmesidir. Bu yüzden anılar sonsuzluğa açılır.
Herkesin içinde nice bekletilmiş, söylenmemiş sözler vardır. Bunlar zamanlarını bekler. Kendi içinizdeki ağır düğümlerdir bunlar. Herkesin kendi anılarına, kendi takvimine, kendi tarihine gereksinimi var... Anıların yazılmasında yalnız kişinin başından geçen olaylar ve deneyimleri değil kişinin hayatına giren insanlar da önem kazanır.
Hayatımıza giren insanlar da bir biçimde kendi hikâyelerini bırakırlar bize. Bizim hikâyelerimiz de onlardan parçalar taşır. Belleğimizi diri tutan bu kişilerin bizde uyandırdığı duyguların bıraktığı izin gücüdür. Hayatlarıyla çeşitlenip zenginleşmişizdir; onları yalnızca anmak bile, yaşadıklarımıza başka türlü bir gözle bakmamızı sağlarlar.
Çağrışımlarla geçmişe yapılan yolculuklardır anılar. Geçmiş derinleşir, hayat anlam kazanır. Birbirinden uzak yerler, anlar, olaylar, yüzler, ömrün kayıp parçaları bir bir belirir.
Oktay Akbal, Anı Değil Yaşam’da şöyle bir açıklama getiriyor:
“Geçmişte bir gezinti... Birlikte yaptığımız bir dolaşma. Bunca yıl geçmiş! O günlerde biri deseydi ki, kırk yıl sonra anılarını yazacaksın, üstelik de Anı Değil Yaşam diyeceksin, inanır mıydım ona? Gülerdim, hadi ordan derdim. Kırk yaş, elli yaş, hele altmış yaş varılamayacak kadar uzaktaydı.”
Anılar gelip gider. Gidip gelecek yaşadıkça...