Doğanın bize sunduğu güzellikleri fark ediyor muyuz? 2024-07-10 21:16:41
Yazar: Raşel Rakella Asal
İnsan önemli şeyleri asla unutmuyor. Önemsiz olanlar yok oluyor, insan onları rüyalar gibi savurup atıyor. Yaşıyorsun, kurduğun düzenini devam ettiriyorsun. Anıların içine gömülmüş yaşıyorsun. Ama günün birinde bir an geliveriyor ki, kayıp gitmekte olan senin yaşamın olduğunu idrak ediyorsun. Hayatımın hiç mi bir değeri yok gibi yaşadığımız hayatla bir hesaplaşma zamanı geliyor. Elektrikli sandalyede oturan bir mahkûm gibi yaşadıkların yüksek sesle itirafta bulunuyor. Gerçekten yapabileceklerini gerçekleştirdin mi? Nerede cesur, nerede korkaktın? Ve sorular sürüp gidiyor. Ve insan o an yanıt vermeye çalışıyor, dürüst ya da kaçamak. İnsan kendi ile uzlaşmak zorunda kalıyor. Bu şu oldu. Şöyle böyle oldu. Şu ya da bu zamanda oldu. Olaylar da sizinle konuşmaya başlıyor.
Gerçek şu ki, insan yaşarken yaşlandığını fark etmiyor, çünkü insan yavaş yavaş, parça parça yaşlanıyor. Şekil değiştiriyor, boy kısalıyor, kilo alıyor veriyor, saçı beyazlıyor, görme azalıyor, kaslar zayıflıyor, bellek bulanıklaşıyor. Şaşırıyoruz. Bunlar geçirdiğiniz fiziksel değişimlerimiz. Ya duygularımız? Düşüncelerimiz? Kalbimiz? Yaşlanan ruhun özlemleri oluyor. Hatıralar oluyor. Ve yaşlı insan bunları arıyor oluyor. O sevinçlerini, o coşku dolu anlarını, yaşama tutkusunu... ve daha nice deneyimlerini...
Günün getireceklerini çok iyi biliyordur. İlkbaharı ya da kışı. Hava durumunu, günün bölümlerini. O tüm bu değişimleri deneyimlemiştir. Ama kalpte hala bir şeyler, hayata dair bir şeyler vardır. Bir şey söylemek gibi, eski bir arkadaşı görmek istemek gibi. İnsan dünyayı yavaş yavaş anlıyor. İşte hayat o anda anlam kazanıyor.
Bu satırları bana yazdıran okuduğum bir makale oldu. Amerikalı fotoğraf sanatçısı Jem Southam’in son sergisinden söz eden bir röportajı okumam oldu. Sanatçı son sergisinde yer alan bir kuğu sürüsünün gelgitleriyle oluşturduğu fotoğraflar hakkında şu bilgileri veriyor. “Birkaç yıl önce bir Aralık gecesinin ortasında, alt katta çalan telefonla uyandım" diye yazıyor Jem Southam. Kardeşinin hastanede olduğu ve durumunun iyi olmadığı söyleniyor. Southam onu görmeye gidiyor ve sabahın erken saatlerine kadar onun yanında oluyor. İyileşip, durumu normale dönünce hastaneden ayrılıyor. Mevsim kış. Şafak vakti. Her yer ıssız. Gün aydınlanmaya başlayacak. Doğa uykusundan kalkacak, günün gelişini müjdeleyecek. Eve dönüş yolu olarak Exe Nehri kıyısında yürümeye başlıyor; gökyüzünü, ağaçları ve suyun nehrin üzerindeki pırıltısını seyrederken bir çift ördek yanından yüzerek geçiyor. O bu anı değerlendirip o anın fotoğrafını çekiyor.
“Özel bir şey değildi" diye yazıyor, “Sadece nehrin yaşamından bir an, ama sakinleşmeme yardımcı oldu ve nehir kıyısı boyunca geri yürürken, kardeşimin hayatının bana şimdiye kadar verdiği tüm hediyeleri takdir ederek, kışın geri kalanında aynı noktaya dönmeye ve fotoğraflamak için bana bir şey sunulana kadar beklemeye karar verdim.”
Böylece sekiz yıl süren bir proje başlamış oluyor. Southam her kış şafakta evinden çıkıp Exe Nehri'ne geri dönüyor. Kuşların geçit törenini, şafak ışığının toplanmasını; nehrin girdaplarında ve akıntılarında uçan ya da dinlenen kuğuları, ayın süt gibi ışığıyla aydınlanan, tepelerinde hala parıldayan bir ya da iki yıldızı fotoğraflıyor. Suyun serinliğini; ağaçların sessizliğini, gökyüzünün pembelerini, morlarını ve grilerini yakalamış oluyor. Böylece doğa ile bir ilişki kurulmuş oluyor.
“Kısacık bir anın nasıl olup da sekiz yıllık bir saplantı ve meşguliyete yol açabildiği olağanüstü” diye hayretini ifade ediyor. “Hiçbir planlama olmadan. Sadece bir doğa olayını görüntülemiştim ve hiç aklımda olmayan bu sergiyi oluşturmuştum.”
Bu çalışmanın bir diğer özelliği de dijital teknolojiyi kullanmış olmasıydı. Bu da hayatındaki ilginç olaylardan biriydi. Evinin merdivenlerinden düşmesi ve kolunun kırılması ile ağır bir fotoğraf makinesi kaldıramayınca dijital fotoğraf makinesi almak zorunda kalıyor. Yeni makine hem hafifti hem de tek elle kullanılabiliyordu.
Bir fotoğraf sanatçısı için bu deneyimin elbette değerliydi. “Şimdi başka bir heyecan var" diyor yeni aleti için. “Dünyanın akışkanlığıyla uğraşıyorum: Işık, hareket, kuşlar, su. Vizörden bakmıyorum; arkaya bakıyorum ve bu zaman akışı içinde fotoğraf çekmeye çalışıyorum.”
Kış, su ve doğanın deviniminden esinlenen fotoğraflar, Southam'ın kendi yaşam anını da yansıtıyor. Düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Bu çalışma yaşlı bir adamın eseri. Ama aynı zamanda yaşlı bir adamın evrendeki yerini düşünmesiyle de ilgili. Ve yavaş yavaş 'ben’in sona ermekte olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye başladım. Bu resimleri yapmak için daha kaç bahar ya da kış burada olacağım? O kadar çok değil. Bu yüzden hayatı, kendi ölümlülüğümü de düşünmekle ilgili.”
Jem Southam dünyada olma halini bu deneyim ve gerçekleştirdiği sergi ile kutlamış oluyor. Tüm bu deneyimi ruhunun ve duygularının ona bir armağanı olarak kabul ediyor. Bu sergi ile yaşamı kutsamış oluyor. Bir farkındalık, bir aydınlanma anını sanat eserine dönüştürmekle bizlerde de bir farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Tüm bu duyguların bizde de mevcut olduğunu, dünyanın biraz zaman geçirmek için kesinlikle, şaşırtıcı derecede olağanüstü bir yer olduğuna dikkat çekiyor. Sanat bu yolda oluşuyor, paylaşım güdüsünden güç alıyor. Bir sanatçı salt kendisi için üretmiyor, yarattığını insanlarla paylaşmak isteği, bilincinin derinliğinde yatıyor.
Doğanın bize sunduğu güzellikleri, suyun serinliğini, ağaçların sessizliğini, gökyüzünün pembelerini, morlarını ve grilerini, nemli havadaki her damlacığın yaydığı ışığı hangimiz görebiliyoruz? Ya da toprağın kokusunu, çiçeklerin gülüşünü, menekşenin kokusunu, gelincik kırmızısının göz kamaştıran gücünü...
Kuğular yerleşmeye ve yükselmeye, ışık yükselmeye ve solmaya, doğa devinimiyle bizleri büyülemeye devam edecek...