Kocakapı Mahallesi'nden anılar 2023-06-22 12:48:54
Yazar: Uzm. Dr. Metin Özer
“Kocakapı” İzmir’in eski Türk mahallelerinden biridir. “Karakapı” olarak da bilinir. Bu mahalle bir zamanlar “Gerenlik” (Sulak yer) veya sineği bol olduğundan “Sinekli” olarak anılırken, 1906’da Sultan Aziz’e öykünerek “Aziziye”, 1937’de ise 954 Sokak üzerindeki kocaman kapı geçişinden dolayı, “Kocakapı” ismini almıştı. Roma dönemi taş yapılı duvarlarının genişliği yaklaşık 2 metre, Kocakapı’nın açıklığı 6 metre, bugün yıkık durumdaki kemer şeklindeki üst kısmın yerden yüksekliği 8-9 metre civarındadır.
Bu kapıya Türklerin verdiği isimdeki “Koca” kelimesi, büyük veya ulu anlamındadır. “Kocakapı” “Ulu kapı”, “Kutsal kapı” anlamlarına da gelebilir. İlhan Pınar’ın “Gezginlerin gözüyle İzmir” isimli kitabında, 1752-1753 yıllarında İzmir’i ziyaret eden M. Stephan Schulz’un Buca’dan İzmir’e gelişi şöyle anlatılır:
“Buca İzmir’e yaklaşık 1 mil uzaklıkta, buraya gelirken bahçeleri ve kalenin arkasındaki dağı geçtikten sonra düzlüğe inmeden eski yıkık bir kapı ile karşılaştık. Türkler buraya “Karakapı” diyorlar”. Aynı kitapta Richard Pococke ise 1739’daki gezisinde “Efes’e giden ve iri taşlarla döşenmiş askeri yola çok yakın bir yerde kaleden aşağıya 1 mil kadar uzaklıkta ama bu yol üzerinde bir kapı ve çeşitli duvar yıkıntıları yer alıyor. Duvar karşıdaki tepeye kadar uzanıyor ve sanıyorum şehre girişi kontrol etmek gibi bir işleve sahipti” der.
Kartpostallarda “Karakapı” olarak da anılan “Kocakapı” isimli yapının taş duvarları arasında bugün bazı evler yerleşmiştir. Bu mahallede doğmuş-büyümüş olanlar büyüklerinden dinlediklerine göre, çok eskilerde burada kocaman bir kara kapı varmış. “Karakapı” ismi oradan gelirmiş. Elimizdeki 1830 tarihli fotoğrafta bile bu kapı görülmez. Bu yerin ismi tarihi kartpostallarda ve Yunan kaynaklarında da “Karakapı” olarak yazılmaktadır. Bu kapı akşamları kapatılır, sabah tekrar açılırmış. Çünkü şehir surlarının dışı eşkıya kaynarmış. Eşkiyalar, surların dışında bekler, gözlerine kestirdikleri yüklü at arabalarına ucunda çengel olan halatları atarlarmış. Halatların diğer ucu sağlam bir ağaca bağlı olduğundan yüklü araba yerinden kımıldayamaz, eşkiyaların eline düşermiş. M. Stephan Schulz benzer bir olayı şöyle anlatır:
“Bu eski kapının bulunduğu yerde kısa bir süre önce İsveçli bir tüccar, üç yeniçeri tarafından öldürülmüş, katiller hemen yakalanmış ve idam edilmiş. Bu olay yeniçeriler arasında bir korkuya yol açmış, şimdi burada rahatça gezilebiliyor.”
Görüldüğü gibi “Kocakapı” ve dış surlar savaşlarda, eşkıya saldırılarında şehir halkının güvenliğini sağlayan, Magnesia ana kapısına ek bir görev üstlenmekteymiş. M. Stephan Schulz, “Bazıları burada su kemeri olduğunu söylüyor” derken, Storari de burayı “Aquedollo” (Su kemeri) olarak isimlendirmektedir. İzmir kent tarihi araştırmacılarından bazıları da, bu surların üzerinde su taşıyan bir kanal olduğunu, su kemeri işlevi de gördüğünü düşünmektedirler.
Aziziye Karakolu
1960’lı yıllarda Gaziler Caddesi’nden eski Yeşildere Caddesi’ne girdiğimizde, sağ tarafta Tuntaş Düğün Salonunu ve altında Işık Açıkhava Sineması’nı, biraz içerde İlk Adım Açıkhava Sineması’nı, sol tarafta ise dere boyunca Aziziye Kahvehanesi’ni, Morgül Lokantası’nı, biraz ileride Aziziye Karakolu’nu görürdük. Aziziye Karakolu’nun küçük, şirin bir binası, karşısındaki meydanda abide gibi yükselen blok mermerden Uray Çeşmesi vardı. Çeşmenin çevresinde kasaplar, bakkallar, manavlar, fırınlar, kahvehaneler, lokantalar ve günümüzde Gaziler Caddesi’nin köşesine taşınmış olan Aziziye Eczanesi ile bir semt çarşısı yer alırdı.
Aziziye Karakolu’nun yapım tarihiyle ilgili elimizde bilgi yoktur. 1861-1876 yılları arasında hüküm süren Sultan Abdülaziz döneminde çeşitli kentlerde çok güzel karakollar yaptırılmıştı. İstanbul Galata Köprüsü yakınındaki Aziziye Karakolu (Süslü Karakol) 1866’da yaptırılmış olduğuna göre İzmir’deki de o tarihlerde yapılmış olmalıdır. 1890 tarihli, Aydın Vilayeti Salnamesi’nde Aziziye Karakolu’nun adı geçmektedir. Vali Rahmi Arslan Bey döneminde (1913-1918) İzmir’de karakollar yaptırıldığı bilinmektedir. Bunlardan biri de Aziziye Karakolu’dur. Belki de buradaki binanın tadilatı yapılmıştı. 27 Kasım 1943 tarihli Resmi Gazete’de de İzmir Aziziye Karakolu’na tadilat için para ayrıldığı kaydı vardır.
Aziziye Karakolu önce sağlık ocağı yapılmış, daha sonra da yol genişletme çalışmaları sırasında yaklaşık 20 yıl önce yıkılmıştır. Semte adını veren tarihi Aziziye Karakolu yok olmuş, çevresindeki arazi “Aziziye Parkı” olarak düzenlenmiştir.
Kocakapı Mahallesi’nde yemeni baskıcıları
Bir zamanlar Aziziye Karakolu’nun olduğu meydanının yakınında, 954 Sokak başlangıcı ile bizim de evimizin olduğu 1101 Sokak girişinde, 1980’li yılların başına kadar yemeni baskıcıların mekanıyken, bugünlerde yıkılmak üzere olan tarihi bir taş yapı vardır.
Bu taş binada yemeni baskıcısı veya yazmacı denen ustalar, tahta kalıplarla basılan ve elle boyanan yazmalar üretirlerdi. Burası biz çocuklar için gizemli bir yerdi. Elleri boya kaplı ustaları sadece işe giriş ve çıkış saatlerinde veya yazın sıcak günlerinde ağır demir kepenkler açılınca görürdük. Üst katta kurumaya bırakılan yazmalar rüzgarda uçuşurdu. Bu işletme mahallede hiç yokmuş gibi sessizce çalışır, el emeği, göz nuru, zanaat harikası başörtülerini ucuz fiyata piyasaya verirdi. Ninelerimiz, annelerimiz bu başörtülerini günlük yaşamlarında kullanırlardı.
Hüseyin Avni Ozantürk’e ait ünlü bir güfte “Yemeni bağlamış telli başına” sözleriyle başlar. İzmirli modacı Ümran Baradan’ın babası Ali Ulvi Baradan’ın bestelediği “Köylü Güzeli” acaba hangi atölyenin yemenisini bağlamıştı? İzmir’de acaba kaç yemeni baskı atölyesi vardı? Bunlar tarih olmuştur. Tüm bu duygular içerisinde 5 Şubat 2021’de Kent Yaşam Haber-Bilgi Sitesinde “Kocakapı Mahallesi’ndeki yemeni baskıcıları” başlıklı yazımı ve binanın o günlerde çektiğim fotoğraflarını yayınlamıştım.
Kumaşa yapılan ağaç baskı işinde 18. ve 19. yüzyıllarda genelde Ermeniler çalışırdı. Lonca (dernek) onların hakimiyetindeydi. İzmir’e ilk gelen Ermeniler, Kadifekale’nin alt kısımlarıyla amfitiyatronun üst kısmına yerleşirken göçleri 18. yüzyıla kadar devam etmişti. 1992 öncesinde Ermeni Mahallesi (Haynots -Ermenilerin Yeri) günümüzdeki İzmir Kültürpark alanına, Basmane semtine, Kervanlar Köprüsünden Fevzipaşa Bulvarı’na, Anafartalar Caddesi’ne ve Gazi Bulvarı’na kadar yayılmıştı. Nüfusları 25 bini bulmuştu. Bazı Ermeni çevreleri buraların ve Saat Kulesinin bulunduğu Atatürk Meydanının Osmanlı tapularında kendilerine ait olduğunu iddia etmektedirler. Aynı çabayı şimdilik harita üzerinde kalsa da 1919’da Yunan ordusunun İzmir’e çıkartma yaptığı Alsancak (Punta) bölgesinden başlayıp, Rumların yaşadığı kıyı bölgesi için de sarf edenler vardır.
1740 yılında İzmir’den bir Ermeni tüccar Osmanlı yönetiminden kumaş ve yazmalara çiçekli desenler basma işleriyle ilgili izin çıkarmıştı. “Aya Konstantina” semti de burada kurulan basma fabrikasından dolayı “Basmane” adını almıştı. 1866 yılında aynı yere tren garı inşa edilince, 600 kişinin çalıştığı basma fabrikası yok olmuştu. “Basmane” adı günümüze kadar yaşarken, çevredeki bazı atölyeler çalışmaya devam etmişti. Kocakapı Mahallesi'ndeki Aziziye bölgesinde de mesleği onlardan öğrenen yemeni baskıcıları vardı.
Kumaşa tahta baskı tekniğinin tüccarlar tarafından Hindistan’dan Anadolu’ya, Avrupa’ya, Çin’e Japonya’ya, Endonezya’ya yayıldığı söylenmektedir. Her ülke, her kent kendi kültürüne uygun kumaş boyama teknikleri geliştirmiştir. Bizim ülkemizde de Kastamonu ve Tokat bu konuda en çok bilinenlerdir. İzmir’de bu tür el işçiliği unutulmuştur.
Ülkemiz çok zengin bir kadın başörtüsü geleneğine sahiptir. “Yemeni” denince bazı bölgelerde altı kösele, üstü yumuşak deri, hafif ve kaba ayakkabı anlaşılırken, İzmir’de baskılı tülbent başörtüsü akla gelir. Bu örtülerin kenarları oyalarla süslenerek daha da değerli hale getirilirdi. Çeyiz sandıklarını koruyan bazı hanımlarda nine yadigarı birkaç tane tahta baskılı, oyalı yemeni kalmış olabilir. Ben de rahmetli anneannemin işlediği birkaç örneği saklıyorum.
Araştırmama devam edince son yemeni baskı ustası Ahmet Hepdoğru’nun oğlu Aslan Hepdoğru’nun Kanada’da yaşadığını tespit ettim. 22 Mart 2023 tarihinde internet üzerinden temasa geçerek “Kocakapı Mahallesi’ndeki yemeni baskıcıları” başlıklı yazımı gönderdim. Bana hemen aşağıdaki cevabı yazması çok sevindirici oldu:
“Yazınızı paylaştığınız için teşekkür ederim. Komşu sayılırız. Ben de Kubilay Mahallesi girişindeki Selvilimescit 1021 Sokak’ta yaşadım. Evet. O yıkık bina babamın işyeriydi. Resmi görünce biraz üzüldüm, boğazım düğümlendi, geçmişe gittim. Babamı hatırladım.
Ben 1968 doğumluyum. Elektronik mühendisiyim. 22 sene önce Türkiye’den ayrıldım. Kanada'nın Toronto şehrinde yaşıyorum. Toronto Üniversitesi Elektrik ve Bilgisayar Mühendisliği bölümünde çalışıyorum. Babam 1905 Selanik doğumluydu. Babamın Yunanca konuştuğunu hatırlıyorum. Babasının adı İsmail, amcasının ise Aslan… İkisinin de Çanakkale’de (1915-1916) öldüklerini biliyorum. O yüzden adımı Aslan İsmail koymuşlar.
Dedem mesleği Ermeni ve Rum ustalardan öğrenmiş. Çalıştıkları ustalara ait elimde herhangi bir bilgi yok. Benim ilk çocukluk yıllarımda atölye çalışıyordu. Ama, belki babam, kardeşi ve bir iki kişi… O eski günler çoktan geride kalmıştı. 30 kişinin çalıştığı bir tekstil atölyesi gibi bir yermiş. Zaten içerdeki tezgah sayısından da anlaşılıyor. Her tezgah genelde bir renk çalışıyormuş. Tülbent tüm tezgahları dolaştığında rengarenk desenler elde ediliyormuş.
Yedi yaşlarında o taş binaya gidip ona yardım ettiğimi, ikinci katta yazıhane masasında lambalı RCA marka radyoda hafiften sanat müziği çalarken öğle yemeği yediğimizi hatırlıyorum. Ben babamın yanına gitmeye başladığımda işi artık hiç iyi değildi. Çalışanı yoktu. O yüzden annem ve ablamda yardıma giderdik. Tabi yemek de götürürdük. Babam çok çalışkan bir adamdı. Eski insandı. İşe gidişini hiç yakalayamadım. Güneş doğmasına yakın evden çıkıyordu. Akşam da hep karanlıkta gelirdi.
Atölye büyük bir binaydı. Anahtarı öyle büyük bir şeydi ki açarken (çocuğuz ya) sanki kale kapısından giriyormuşuz hissi veriyordu. Ama asıl eğlence içerideydi. Girişin tam karşısında hayvanların bağlandığı küçük bölümde babamın eşeği vardı. İlk işimiz ona su ve yem vermekti. Eşek taşımacılık için kullanılıyordu. Ama her şey arabayla yapılmaya başlanınca, ona iş kalmamıştı. Bazen babamın eve o eşekle üzeri likenlerle kaplı mis gibi kokan meşe odunları gönderdiğini hatırlıyorum. Bizim yokuşa gelen çöpçü eşekleri hasta, ya da yaşlı olunca emekli oluyorlar derlerdi. Ama sonradan bir gün hayvanat bahçesinde aslanların yemek saatinde arka bölüme girip yedikleri şeyi görünce emekli olduklarında nereye geldiklerini anlamıştım. Babam, eşeği bir iş yapmasa da bakabildiği kadar baktı. Artık imkansız hale gelince, bir gün ramazan bayramında Agora tarafında kurulan bayram yerinde çocukları gezdirmek isteyen birine verdi. Hayvanın o gün öldüğünü hatırlıyorum. Alan adamın boş eğerle geri geldiğini görünce çok üzülmüştük. Evin kedisi gibi değerliydi. “Öldü mü” diye soramadık.
Sola doğru uzun karanlık bir koridordan geçince raflar ve dolapların olduğu bir bölüme geliyorduk. Burası hem serin, hem de karanlık olduğundan kökboyaların saklanması için ideal bir yerdi. Teraziler, kök boya reçeteleri, küçük kaplar burada dururdu. Bütün her şey Osmanlıca yazılmıştı. Kök boya reçetelerin hepsini yitirdik maalesef…
Yukarı kata çıkan bir merdiven vardı. İkinci kata çıkıldığında onlarca baskı tezgahı sizi hüzünle karşılıyordu. Sanki o zamana ait olmayan şeyler gibiydiler. Çalışanlar da yoktu. Her yer boya lekesi, duvarlar raflar dolusu tahta kalıptı. Sanki zaman durmuş herkes bir yere gitmiş, geliverecekler. Ama o devir çoktan kapanmıştı. Bu kattan bahçeye çıkılıyor. Bahçede sol tarafta tülbentlerin yıkandığı havuzlar ve yere çakılı sıkma demirleri var. Sağ tarafta kurutma için çardak şeklinde üzerinde kafası kesilmiş binlerce çivinin olduğu yan yana dizilmiş ahşap iskeleler. Yine sağda ilerde aşağıdan getirilen boya malzemelerinin reçeteye göre kaynatıldığı, hazırlandığı küçük bir oda vardı. Tüm kaplar topraktandı. Metal kap istenmeyen etkileşimler oluşturup boyayı bozduğu için kullanılmıyordu. Birçok bitki ve kimyasalı kenardaki ocakta sacayağı üzerinde kaynatıp her türlü rengi elde ettiğimizi hatırlıyorum.
Yine ikinci katta kurutma için özel bir oda vardı. Ortasında dökümden çok büyük bir soba duruyordu. Üçüncü kata dönen bir merdivenle çıkılıyordu. Üçüncü kat, bahçe gibi yine ahşap kurutma iskeleleriyle doluydu. Ama burası özel bir kat idi. Bu işte yapımı en zor olan siyah boyamanın masası vardı. İki kişi çalışıyordu. Siyah boyamayı daldırma usulüyle yapmak mümkün değildi. O yüzden önceden basılmış çiçekler kireçli tutkalla kaplanıyor, siyah boya keçelerle tülbende sürülüyordu. Kuruyunca yıkanıyor, yeşil renk birden siyah oluyordu.
Babam beni elimden tutup, o eski İzmir mahallelerinin bahçeleri limon ağaçlı dar sokaklarından geçirerek işyerine götürürdü. Onu da babası dokuz yaşında iken elinden tutmuş, beraberce askerlik şubesine gitmişler. Dedemi orada Çanakkale Savaşı’na göndermek üzere askere almışlar. Geri dönmemiş. Ne arayan var ne soran ne de teşekkür eden. Zor yıllar başlamış. İki kardeş babadan öğrendikleri bu işi azınlıklarla birlikte sürdürmüşler. Kurtuluş Savaşı sonrası da işi kendileri devam ettirmişler. İyi para kazanmışlar. Ama şablon baskı ve diğer basım tekniklerinin gelişmesiyle tahta kalıp basma işi gerilemiş ve işler bozulmuştu.
Hisarönü’deki Musevi tüccarlara mal verirdi. Son zamanlarında İzmir’de saygın bir doktor olan Bekir Kocademir’in kardeşi Mehmet Bey’in yine Hisarönü’deki dükkanına mal veriyordu. Ama kazancı bizi geçindirecek kadar bile değildi. Zaten kendisi de artık yaşlanmıştı. 1970’li yılların sonunda zar zor bir Bağ-Kur emeklisi olmuş, hayatını Ekim 1985’de tamamlamıştı.
O binadaki binlerce set kalıbın bir kısmı çalındı. Bir kısmı düzgün saklanmadığından tahrip oldu. Yüzde biri bile olmayan kısmını Dokuz Eylül Üniversitesine teslim ettim. Çünkü her hafta evimize oradan öğrenciler gelip, babamla konuşuyorlardı. Tez hazırlayanlar oluyordu. En azından isminin sergilerde yaşamasını istedim. Kalıpların yaşı yüzyılın çok üzerindedir. Ihlamur ağacının bal mumu ve belki başka bir kimyasalla kaynatılmasıyla yapılmışlardı. Normal olarak hiçbir fiziki değişime uğramıyorlardı. Hatta üst üste koyduğunuzda patenin buzun üstünde kaydığı gibi kaydıklarını hatırlıyorum.”
Aslan Hepdoğru’nun yazısı “Çektiğiniz korkunç bir resim. İnsanın içini parçalıyor” cümleleriyle bitiyor.
Ahmet Usta’nın kalıpları oğlu Aslan Hepdoğru’nun çabalarıyla üniversite çatısında yerini bulmuştur. Bu yazıyı hazırladığım sırada görüştüğüm Araştırmacı Yazar Orhan Beşikçi de yine aynı bölgede Esat isminde emekli bir usta olduğunu ve elinde şimşir baskı kalıpları olduğundan bahsetti. Bugün hayatta olmayan Esat Usta’nın ağaç kalıplarının ne olduğu bilinmemektedir.
Kocakapı Mahallesi'ndeki okullar
Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman Türklerin büyük çoğunluğu sefalet içerisindeyken, gayri Müslimler genelde refah içerisindeydi. Bunu gayri Müslimlerin çalışkanlığına bağlamak kolaycılık olmaktadır. Rauf Beyru, “19. Yüzyıl’da İzmir'de Yaşam” başlıklı kitabında bu konuya dikkat çekmiştir:
“İzmir'de Türk toplumunun geri kalışının ve ekonomik yönden zayıflayışının nedenleri araştırılırken savaşlar, askerlik görevi gibi hemen hemen tümüyle halkın sırtına binen ağır yüklerin varlığından sıkça söz edilmektedir. Oysa belki bunlar kadar önemli bir diğer etken de, eğitim sistemindeki bozukluk ve yetersizliklerdir. Bazı yazar ve gezginlerin özellikle bu noktaya da parmak bastıklarını görüyoruz. Bunlardan biri de Rolleston'dur. İzmir'de Türk toplumunun ekonomik yönden geri kalmış olmasının nedenlerine ve bu geri kalmışlığın sonuçlarına, Rolleston'un 19. Yüzyıl ortalarına ait olan kitabının çeşitli bölümlerinde yer yer değinilmiştir”.
Yazara göre, eğitim yetersizliği de kuşkusuz geri kalmışlığın nedenlerden bir tanesidir. İzmir'de Türk okullarının yalnız erkek çocuklar için olduğu belirlenen anlatımda, daha sonra bunlar hakkında kısa bazı bilgiler verilmektedir. Buna göre:
“İzmir'de mevcut okulların sayısı 18'dir ve çalışmaları az ya da çok zengin vakıf gelirleriyle yürütülen bu okullar, camilere bağlı olarak kurulmuşlardır. Öğretim ücretleri çok düşük olup, öğrenciler genelde düşük ve orta gelir gruplarından oluşmakta, zengin Türklerse özel öğretmenler tutarak oğullarının öğrenimlerini sağlama yolunu yeğlemektedir. Okulda dinsel eğitimin yanı sıra çok az aritmetik de öğretilmektedir... İzmir'de resmi görevli Türkler arasında yabancı dil bilenler çok azdır... Zengin Türk aileleri içinde, örneğin Paris'te öğrenim görmüş olanların oranı da aynı gruptaki Rumlara göre çok düşüktür”.
İzmir Valisi Rahmi Bey modern bir şehir kurma düşüncesiyle 1913 yılında mahalleler arasındaki mezarlıkları şehir dışına taşınmasına karar vermişti. İzmirli Müslümanların yaşadığı bölgede “Ulu mezar” adıyla bilinen 7 geniş defin alanı vardı. Basmane çevresinde yer alan Karakapı mezar alanı da bunlardan biriydi. Kocakapı Mahallesi'nde Yeşildere Çayı kenarında şimdilerde bulunmayan Aziziye Karakolu’ndan başlayıp, Emir Sultan Türbesi yakınlarına kadar uzanan 954 Sokak bu mezarlık alanının ortasından geçer. Bugün Karakapı mezar alanında Mehmetçik İlkokulu, İbni Sina Ortaokulu, Vali Kazımpaşa İlkokulu ve Polis Şehitliği bulunmaktadır.
Dedem Cafer Efendi’nin 1935 yılında evkaf (vakıf) müdürlüğünün satışından aldığı evi, 954 Sokak üzerindeki eski kagir bir mescitti. Vali Kazım Paşa İlkokulu yakınındaki yıkıntı haldeki binanın oturulacak hali yoktu. Ailece hep beraber çalışıp, burayı bir ev haline getirmişlerdi. 1960’lı yılların başında Vali Kazım Paşa İlkokulu öğrencisiyken, dedemin evinin bahçesinde ve Karakapı Mezarlığı’nın yerleşim alanları dışında, boş kalan yerlerde oynardık. Şiddetli yağmurlar sonrası veya çamurdan oyuncak yapmak için yeri kazdığımızda çeşitli kemik parçaları ve mezar taşları ortaya çıkardı. Mezar taşlarının yazılarının Osmanlıca ve sarık şeklinde eklentilerinin olması Müslümanlara ait olduğunun kanıtıydı. Bunlar ne yazık ki koruma altına alınmadığı için hiçbiri günümüze ulaşamamıştır.
1928 doğumlu Annem Saniye Özer ve 1933 doğumlu dayım Celal Tezalan da 1933’de eğitime başlayan Vali Kazım Paşa İlkokulu’nun öğrencileriymişler. Cumhuriyet’in onuncu yılı İzmir’de okul sayısının artması bakımında önemli bir yıl olmuştu. 29 Ekim 1933 Cumhuriyet Bayramı’nda birçok okul şenliklerle açılmıştı. Soğukkuyu’da Fevzi Paşa, Alsancak’ta Gazi, Aziziye Mahallesi'nde Vali Kazım Paşa, Topaltı’da İnkılap bunlardandı. 1960’lı yıllarda Vali Kazım Paşa ilkokulunda öğrenci sayısının fazla olması nedeniyle bahçenin üst tarafındaki yarım silindir şeklinde, metal kaplı barakalarda da eğitim yapılmaktaydı.
Salih Dede Yatırı
Dayım Celal Tezalan’dan aldığım bilgiye günümüzde Kocakapı kemerinin yan kısmındaki nişteki Salih Dede yatırı Vali Kazım Paşa İlkokulunun inşaat alanında yer almaktaymış. Burası mum yakılan ve ekmek dilimleri bağışlanan bir taş yığınından ibaretmiş. Fakirler buradaki erimiş mumları ve ekmekleri alarak ihtiyaçlarını giderirlermiş. Şehrin yöneticileri bir gece Kocakapı kemerinin yan nişine birkaç mum yakılıp, ekmek bırakılmasını sağlamış, Dede’nin buraya nakledilmeyi istediği söylemişler. Halk mezar olmasa da Dede’nin şefaati için surlardaki girintiye mum dikmeye, dilim dilim ekmek dağıtmaya devam etmiş. Bu durum bir ihtiyaçtan da doğmaktaymış. Çaresiz halk sığınacak bir yer ararken, çevredeki bakkallar dedeye gelenlere bu sayede mum ve ekmek satar, sur dibinde bekleşen fakirler de bırakılan mumları ve dağıtılan dilimlenmiş ekmekleri toplayıp evlerine götürürlermiş. Fakirlik o derece derinmiş ki bazı kişiler mum bulamazlarsa artıkları toplar, eriterek bir pamuk ipliği fitille tekrar tekrar kullanırlarmış. Salih Dede suru ve kapıyı kutsal kişiliğiyle koruduğu gibi halkın açlıktan kurtulmak veya askerdeki oğlunun selameti, gelinlik kızının iyi bahtı için son umut kapısı olurmuş. Günümüzde de niş içerisindeki Salih Dede’ye mum adama geleneği sürmektedir. Salih Dede olmasa belki Kocakapı’nın kalan kemer parçaları da evlerin saldırısına yenik düşerlerdi.
Kocakapı Mahallesi'ndeki tarihi kemer ve duvarlarıyla birlikte, kemerinin içerisindeki çeşme, Salih Dede yatırı, Cumhuriyet çeşmeleri, Cumhuriyet okulları, İzmir’in işgali sırasında şehit olan polislerin yattığı “Polis Şehitliği” İzmir tarihinin ayrılmaz parçaları olarak misafirlerini beklemektedirler.