Çocukluk başlı başına bir memlekettir... 2024-12-09 13:00:32
Yazar: Raşel Rakella Asal
Başı ve sonu belirsiz akıp giden bir enformasyon seli altında yaşadığımızı inkâr edemeyiz. Hepimiz yaşadığımız bu ortamla yoğun ilişkiler kurmaya, çağımızı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken bazen hayat pembeleşiyor, bazen de kararıyor. Bir bakıyorsunuz her şey aydınlık, umutlanıyorsunuz. Sonra birden ortalık kararıveriyor. Gelsin sanat, gelsin müzik, gelsin edebiyat.
Hayatta öğrenmenin bana ne kadar büyük bir keyif verdiğini kelimelere dökmek güç. İçimden taşan bir şey. Bu sevincimi paylaşmanız gerekir, bu sebeple o coşkuyu duyacak okurların peşine düşersiniz. İnsan zamanla küçük şeylerle mutlu olmasını öğreniyor. Okurlarla sizdeki kıvılcımı aktarmışsanız... Yazmak bir armağana dönüşüyor.
Ancak yazma eylemi, tamamen kişisel bir uğraş. İnsanın yapısı, beğenileri ve kişinin yapısıyla bütünleşen bir eylem. Kendimi alamadığım bir tutku diyebilirim. Merak ve daha çok öğrenme isteğim ile gelişti. Bu nasıl olmuş, bu nasıl gelmiş... Belirli konulara takılır, onları merak eder ve peşlerine düşerim. Tükenmeyen merakım ve öğrenme isteği içinde büyüdüğümü de itiraf etmeliyim. İnsan yazdıkça öğreniyor. Bir fikri oluşturmayı ve onu derli toplu ifade etmeyi ancak yazarak öğreniyorsunuz.
Bugünlerde eski yaşanmışlıklar ilgimi çekiyor, o yılların gerisindeki dolu dolu yaşanmış hayatlar. Farklı hayatlara farklı bakmak, bugün insanlığın geldiği nokta ile anlamaya çalışmak, yaşam denen o büyük devinime dokunmak... Eski ve yeniyi, gelenekselle moderni yan yana getirirken zıtlıklarla benzerlikleri anlaşılır bir diyalogla konuşturmak. Geçmişte yaşadığım bir dünyaya açılmak... Ve bunu yazı yoluyla yapmak.
Her alanda geçmişi bilmenin bugünü algılamada önemli bir rolü var. Geçmişe ilişkin bir bilgi birikimi olmadan bugünü kavramak ve yarını tasarlamak mümkün değil. Çünkü her bilgi bir öncesine dayanarak var oluyor.
Çocukluk anılarımız gökyüzü gibi bir şey, hiçbir yere gitmiyor, bir yerlerde gizli ve hiç olmadık zamanlarda çıkageliyor. Tek haneli yaşların zamanı, sorumsuzluğun en keyifli mazereti, zıp zıp zıplayarak düştüğünde dizlerde yara olduğu zamanlardır, yerinde duramama halidir, masallara inanmanın güzelliği, bisikletten düşmektir, papatyalardan taç yapmaktır, hayal dünyasının dorukta olduğu dönemdir, büyüdükçe her gün daha çok keşke geri dönebilsem diye anılan kısa süren yaşam parçasıdır, hep özlenen, hep imgelerle, kokularla, rüyadan uyanmış gibi hatırlanır...
Çocukluk saklanır mı? Belki fotoğraflarda, belki bir anı defterinde ama yaşadığımız an’lar, hissettiklerimiz? O zamanlar sen zamanın geçmesini isterdin, bir an önce büyümeyi... Bir anda geçen, geri dönüp bakıldığında kimi kez komik bulunan, kimi kez içini acıtan çocukluğum, çocukluğum...
Murathan Mungan, “Çocukluk başlı başına bir memlekettir, hatta sılasıdır insanın. Büyüdükçe sıla özlemimiz artar, hayat giderek gurbetleşir. (...) Büyümek gurbete çıkmaktır. (...) Anlatmak ise ikinci bir hayat” der.
Benim çocukluğumda çok disiplinli ve çok didaktik bir radyoculuk anlayışı vardı. Eğlendirici olmanın ötesinde öğretici tarafının baskın olduğu bu dönemde radyonun önemli bir işlevi vardı. Örneğin radyo tiyatrosu. Gerek büyüklere gerek çocuklara yönelik olan ve özenle hazırlanan programlardı.
Klasik müzikle ilgilenmeme katkısı olan hatıralarım arasında annem babamın radyodan klasik müzik dinlemeleri, gittiğimiz klasik müzik konserlerin üzerimdeki etkisi unutamadığım anılarım arasındadır. Müziği özel ve gayet disiplinli, formel giyimli bir müzisyen kalabalığının, belli bir disiplin içinde sahnede icra ettiği bir sanat türü olarak izler, o sanatçılara büyük bir hayranlık duyardım.
Tabii bizi şekillendiren sadece aile değil, yaşadığımız ortam, gittiğimiz okul, o okulun bize aşılamaya çalıştığı değerler, yaşadığımız kentin bize aktardıkları... Tüm deneyim ve birikiminiz birbirini besliyor. Bu bağlamda oyun yazarı Karl Georg Büchner’in şu sözlerini anımsıyorum:
“Her insan dipsiz bir kuyudur, kendine bakmaya görsün başı döner.”
Geçmişten günümüze birçok meslek geldi geçti. Yaşamıma şuradan buradan teker teker girmiş bir yığın görüntü ve bir yığın insan var. Kimi silik, kimi yer etmiş yüzleri ile belleğime girmiş. Kimi hep yabancı, kimi hep dost.
Öyle meslekler vardı ki, gelişen teknolojiye ve değişen kültürel yapıya daha fazla direnemediler. Artık bu görüntüler izlediğimiz eski filmlerde ya da sahaflarda yer alan siyah beyaz fotoğraflarda dikkatimizi çekiyor.
İki omuzuna astığı tepsilerde yoğurt satan satıcılar, balkonlardan aşağı sarkan sepetler, anneannemle bindiğim faytoncunun elinde tuttuğu meşin kırbacın ucundaki mavi boncuklar hala gözlerimin önünde. Atlar ise yelerini sallayarak koşuşuyorlar. Gittikçe artan bir süratle başka bir mekâna, başka bir dünyaya sürükleniyorum. Tüm bu meslekler köklü geçmişimizin tarihi zenginliği içerisinde izlerini tarihin sayfalarında bıraktılar.
AVM'lerin olmadığı yıllarda neredeyse her şey kapımıza kadar gelir, sokaklarımızdan geçerdi. Onların yerini alan satıcılar, hızla büyüyen ve sanayileşen şehirlerde, hoparlörleri ve cıngıllarıyla tuhaf ve tatsız bir şekilde karşımıza çıktılar!
İnsanlar elindeki küçük şeylerle mutlu olmasını biliyordu. Neler satılırdı neler... Sokak sokak gezenler, köşe başlarını tutanları, meydan ve durakların yarı sabit satıcıları, okul önü satıcıları... yok olup gittiler...
Hepsinin de sloganları birbirinden farklıydı. “Bohçacı geldiii hanımmmm!” Çarşaf, dantel, masa örtüsü, nevresim, pikeleri gezdirirler, her kapıda bohçayı bir çırpıda açar, hanımlara ısrarla gösterirler. Taksitlerle tencere, tabak satan seyyar satıcılar...
Zinciri beline bağlı, elinde tefiyle sokak ortasında ayı oynatan ayıcılar... “Kocaoğlan hamamda nasıl yıkanır?” der sonra da uzun sopa etrafında ayıyı döndürür, bu gösteri sonunda etrafta birikmiş ve ayının oyununu seyretmiş olanlardan tefini açarak bahşiş toplardı.
"Eskiiiiler alırım" nidalarıyla sokak sokak dolaşan eskiciler... giyilmiş yıpranmış elbiseleri naylon eşya ile değiştirirler veya kullanılmış şişelere mandal alanlar da vardı. Kundura tamircisinin de seyyarı vardı, ayakkabıların burun ve topuklarına demir çakar, sonra da bir güzel boyarlardı. Mutfaklarda kullanılan ve delinen gaz ocaklarını tamir için lehimciler geçerdi.
Çocukların bayıldığı pamuk helvacılar... pamuk helva yemek ve yapılışını seyretmek çok zevkliydi. Çocuklar sokağa dökülürdü. Kapıların önlerine. Dondurma sözcüğünü duyan çocuklar can havliyle sokağa fırlardı. Ağızlarının suyu aka aka Sütsancı’nın etrafında dört dönerlerdi.
Hazır dondurmaların olmadığı zamanların tek hazır dondurma markasıydı Sütsan. Çok özel bir şey olarak kabul edilirdi, çok çeşidi yoktu, sütlüsü inanılmaz lezzetliydi, çubuklu dondurmayı tarif ederken “Anne para ver, Sütsan alacam” derdi çocuklar. Tahta çubuk üzerinde dört köşe şekilli olup üzerinde yağlı kâğıttan ambalajı vardı. Hey gidi günler...
Bir amca omuzuna astığı izolasyonlu metal kare prizma üstten kapaklı bir kutu içinde satardı. “Süüüüüüüüüüüüütsan” diye bağırırken annesinin eteğini çekiştirmeyen çocuk kalmazdı. Çocukların öğle uykusuna yatma sebebiydi, eğer uslu durur, uyursa annesi Sütsan almaya söz verirdi. Öğleden sonra uykusundan uyanan çocukların en fazla yolunu gözlediği satıcılar arasında dondurmacılar “Dondurmam kaymaaak” diye a harfini uzatarak bağırırlardı.
Süpürgeci, sütçü, rengârenk kıvrılmış kâğıtlarla rüzgâr fırıldaklarını sepete koyan fırıldakçı takip ederdi. Her satıcının bir müşterisi vardı. Nane şekercilerinin, şambaba tatlıcılarının, gazetecilerin, simitçilerin, meşrubat satanların, piyango bileti satanların, eskicilerin belirli zamanları vardı. Sabah erkenden sütçü, gazeteci, ondan sonra sebzeci, öğle saatlerine yakın balıkçı, ondan sonra eskici, öğleden sonra dondurmacı, horoz şekerci, kâğıt helvacı...
Hava kararıp gece olunca kışın bozacı, salepçi geçerdi. Bir de bizlere düdük çalarak güvende olduğumuz hissini uyandıran mahalle bekçileri vardı. Askılı yoğurtçusu, zerzevatçısı, kalaycısı, hallacı, macuncusuyla sokak bir geçit alanına dönüşürdü. Hepsinin de gelme zamanı belliydi.
Yoğurtçuların avaz avaz bağırıp etrafı rahatsız etme alışkanlıkları yoktu. Hoparlörleri hiç olmadı. Pencerelerden uzatılan sepetlere veya çocuklarla gönderilen tabaklara yoğurt koyarlardı. O zamanlar on beş, yirmi katlı gökdelenler, ne de paketlenmiş vakumlu bozulmayan yoğurtlar, ne de meyveli yoğurt çeşitleri henüz icat edilmemişti.
Annemlerin evde olmadığı bir akşamüstü bizim sokağın başında yoğurtçu belirdi. Yoğurtçu diye seslenmeye başladı. Yoğurdunu omuzlarına koyduğu kalınca bir soğanın iki ucundan sarkan yayvan bakır kaplarda taşıyor ve arada bir başını kaldırıp binalara doğru, hem “Yoğurtçu” diye bağırıyor hem de elindeki çıngırağı sallıyordu.
Kapılardan birinin önünde elinde büyücek bir tasla bekleyen genç bir kız adama seslenip yanına çağırdı. Yoğurtçu yükünü dikkatlice bir kenara bıraktıktan sonra seyyar tartıyı eline aldı, önce kabın darasını ölçtü sonra da kalın kaymaklı yoğurdu küçük küreğiyle tasın içine doldurdu. İşi bitince tekrar yükünü kaldırıp omuzuna koydu. “Yoğurtçu” diye seslenmeye, yeni bir müşteri arayışı içine girdi.
Yoğurtçu mahalleden uzaklaşırken ben ve erkek kardeşim oyun olsun diye pencereden yoğurtçu diye seslenmeye başladık. Amacımız sesimizi yoğurtçunun duyup duymadığını kontrol etmekti. Yoğurtçu ses gelen yöne doğru yolunu değiştirdi, biz “Yoğurtçu, Yoğurtçu” diye seslenmeye devam ettik. Adam sağa döndü, sola döndü, biraz durakladı, sesin yönünü tayin etmeye çalıştı. Müşteri olmadığından emin olunca yoluna devam etti.
Şimdi düşününce o çocukluk oyunu bir kıymık gibi acıtıyor yüreğimi.