Dâhilik mi, delilik mi? 2022-12-10 12:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Yaratıcılık birçok araştırmanın önemsediği konulardan biri olmuştur. Hepimiz büyük sanat eserlerine ilham veren gücün nereden ve nasıl geldiğini merak ederiz.. Kimilerine göre sanatçılar bunalımlı insanlar olmasalar böylesine kalıcı, zamanlarına göre iyi ve günümüze dek gelecek eserler çıkaramazlardı.
Vincent Van Gogh kulağını kesen ressam olarak tarihe geçti. Onun zaman zaman ani ruh halinin değiştiğini, hayatında neler yaşamış olduğunu ve neden böyle bir şey yaptığını bilemeyiz. Sürekli yazıştığı kardeşi Teo'ya göndermiş olduğu mektuplar onun hayatını anlatan önemli belgeler olarak değerlendiriliyor. Bu mektuplardan çalışmalarını tutkuyla yaptığını, maddi sıkıntılar nedeniyle istediği boyutta tuval, boya alamadığını, yaşam derdine, geçim sıkıntısına düştüğünü biliyoruz. Kimi zaman aç kaldığını, hastalansa da resim yapmaktan vazgeçmeyip sürekli resim ürettiğini yine bu mektuplardan öğreniyoruz.
Sanatsal yaratıcılık ve ‘delilik' üzerine yapılmış pek çok araştırmaya karşın bugün ulaştığımız noktada, birbiriyle çelişkili ya da karşıt gibi görünen görüşler hâlâ sürüyor. Yaratıcılık üzerine yapılan çalışmaları gözden geçiren Rollo May, bu alandaki çalışmaların yetersiz olduğunu söyler. Ona göre yaratıcılık hala psikolojinin üvey evladı konumundadır. Günümüzden üç yüz yıl önce, John Dryden'in öne sürdüğü “Dâhilik ve delilik benzeşiyorlar mı?” sorusu, o günden bu yana hâlâ yeterince açıklık kazanmamıştır.
Dâhilik denildiğinde delilik de hemen akla gelir ve ikisinin arasında ince bir çizgiden söz edilir. Yaratıcı olarak görülen kişilerin sıradan insanlardan farklı oldukları, herkes gibi olmadıkları, genelde kendi içlerinde izole yaşamları onları özel kılan ve ayrı tutan yönleridir.
Tarih sahnesine baktığımızda yaratıcılığın ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiğini görürüz. Van Gogh'un çıldırdığını, Gaugin'in içe kapanıklığını, Poe'nün alkolizmini, Virginia Woolf depresifliğini görürüz. Bu listeye Picasso'yu, Dali'yi, Einstein'i da ekleyebiliriz. Sanatın özünde sorgulama, kendine dönüş ve hayal gücü yatar. Sanatçı kendine yönelttiği sorgulamalardan dolayı rahatsız olmaya daha mı çok yaklaşır? Yoksa kendine gördüğü rahatsızlıktan dolayı baş etme çabası içinde, bir kurtuluş yolu olarak mı sanatı seçer? Bu sorular hâlâ bilim dünyasının üzerinde durduğu ve yanıt bekleyen sorulardır.
Deliliğin altında yatan sebeplerden biri olan travma, yaratıcılık ile kişisel dünyanın iç içe olduğu sanat alanını da etkilemiş ve konusu olmuştur. Geçmişten bu yana bu konu bilim alanında önemini korumaktadır. İ.Ö. 5. Yüzyıl'da Aisklylos, Sophokles ve daha birçok yazarın eserlerinde, dünya edebiyatında, deliliğe karşı sanatsal ve edebi hayranlığın sindiğini görebiliriz. Örneğin, Erasmus'un Deliliğe Övgü eserine göre delilik, dehayı ve yaratma gücünü de içinde barındırır.
Değişken ve sıkıntılı bir çocuk olan Van Gogh, resme, ancak farklı nitelikte bir dizi deneyim ve başarısızlıktan sonra ilgi duydu. Vincent Van Gogh'un geriye bıraktı notlardan anlaşıldığına göre onun derdi sevdikleri ve çevresi tarafından anlaşılamamaktı. Toplumsal kalıplara tepkiliydi. Sanatta alışılmış estetik ölçülere tepkiliydi. İşçi sınıfı ve yoksullar ile kurduğu yakın ilişki onu diğerlerinden ayıran özellikleriydi.
Travma içinde olan sanatçı her şeye rağmen yine de yaşama tutundu, resim yapmaktan hiç vazgeçmedi. Sanki yaşamla mücadelesini göstermek ister gibi, bu durumda tuvalin başına geçip kendi oto-portresini yapma cesaretini gösterdi. 1889 yılında yaptığı “Kulağı Sarılı Öz-portre” adlı eserinde sanatçının kulağını kestikten sonraki hali görülmektedir. Kulağı beyaz bir bezle sarılmıştır. Her halinden acı içinde olduğu bellidir.
Tablolarını sadece “Vincent” diye imzalayan Vincent Van Gogh, yaşamının da kısa olacağını hissediyordu. Ölümünden YEDİ yıl önce kardeşi Theo'ya yazdığı bir mektuba ilave edilen notlarda şöyle diyordu:
“... İçimden gelmemekle birlikte, sık sık aklıma takılan bir şeyi de ilave etmekten kendimi alamıyorum. Resim yapmaya geç başladım, bunu biliyorum, ama söylemek istediğim şey sadece bundan ibaret değil; erken öleceğim (…) Öyle sanıyorum ki sağlıklı bir tahminde bulunabilirim. 6 ila 10 yıl arasında bir ömrüm kaldı.(…) Bu nedenle, sadece tek bir şeyi düşünen, bir kara cahil gibiyim: Birkaç yıl içinde belli sayıda resim yapmalıyım. (…) Benim amacım bu. Bu düşünce benim bütün rutin işlerimi öteliyor.”
Ressam hayatını henüz 37 yaşındayken kaybeder. 1890'da, «Mercure de France» Dergisinde, hakkında yazılan ilk makale yayınlanır. «Kırmızı Üzüm Bağı» adlı tablosu da, hayatta iken satılan ilk ve son tablosu olur. Sanatçı aşağı yukarı on yıl süren sanat hayatında 1100 karakalem, 500 suluboya, 420 yağlı boya tablonun olduğu, 2 bin 100 kadar resim ve çizim çalışması ürettiği ve bunların çoğu yaşamının son iki yılında yaptığı tespit edilir.
İnanıyorum ki, Van Gogh'un kavgası kendisiyle idi. Sanatı ile sürekli bir hesaplaşmanın, kalıcı bir üslup yaratma savaşının kavgasıydı bu.