İçinde bin bir gizi saklayan Anadolu 2022-11-10 10:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Marc Auge, “Unutmak ve Anımsamak” adlı denemesinde "Anı ne demektir?" sorusunun yanıtını aramaya çalışır. Ona göre anı “bellekte kalan” izlenimdir. İzlenimi de “dünyadaki nesnelerin duygularımız üzerinde bıraktığı etki" olarak yorumlar. John Berger da “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar kadar kısa ömürlü” adlı kitabında anımsamayı belleğe bir sesleniş olarak irdeler.
Albümlerimizi koyduğumuz fotoğrafları düşünün. Bu fotoğraflar yaşamımızın sürekliliği içinde bir anlam kazanır. Onlara baktıkça anılarımız canlanır, bir yere gittiğimizin, bir olayı yaşadığımızın kantı olarak albümlerimizde yerlerini alırlar. Bir an bu fotoğrafların bir yangında yok olduğunu düşünün. Fotoğraflar kayboldukları andan itibaren sanki siz hiç öyle bir olayı yaşamamış olursunuz. Bu yüzden hatırlamanın yeterli olmadığını söyler Marc Auge. O yolculuğu yaptığınıza, o olayı yaşadığınıza bizleri ikna etmeniz gerekir. Dolayısıyla yaşadığımız bir deneyimin en büyük kanıtı fotoğraflarımız olur; bizi bir anı yaşadığımıza dair anımsamaya, hatırlamaya davet eder.
Ben böyle bir deneyimi evde orda burada saçılmış fotoğraflarımı buldukça yaşarım. Bu fotoğraflar beni çok eskilere, uzak geçmişe götürür. Günümüzde cep telefonları imdadımıza yetişiyor. Önemsediğimiz bir anımızı hemen kayıt edebiliyoruz. Bu açıdan gelişen teknoloji sonsuz imkânlarını da bizlere sunmuş oluyor.
Evde bahar temizliğini yaparken, saklanmış nice fotoğraf elime geçer. Onların arasında beni en çok etkileyen rehberlik yaptığım günlere dair fotoğraflar olur. 1990’lı yıllarıma geri dönerim. Anadolu’yu gezerken, antik kentlerde, Kapadokya’da çekilmiş fotoğraflar, hatıralar bir bir önüme gelir. Hepsi iç içe geçer. Bugünden bakınca bana daha da anlamlı gelir, bir tarih önüme serilir. Denizli’nın bir köyünden bir manzara puslu anılarım arasından önüme düşer. Melek Teyze kapısının önündeki sandalyenin üzerine oturmuş, sağ ayağını da altına almış, ellerini sallaya sallaya örgüsünü örüyor, dalmış gitmiş, düşüncelere... Elindeki yumakla beraber uzayıp giden örgü renklenir, giydiği kazağa karışır. Kocasına örüyordur elindekini... Hep kocasına örer, sonra ya kendi giyer ya da çocuklarından birine verir.
Köyün en büyük alanında kireç taşından kabaca yapılmış bir çeşme, çeşmenin musluğundan iki parmak kalınlığında bir su akar, suyun altında bir teneke dolar, başında saç örgülü kumral bir kız bekler, kızın arkasında sıraya girmiş öteki kızlar, basma fistanlı kadınlar, yaşlı nineler kuyruğu uzayıp gider. Alanın bir köşesinde birkaç kişi bir motosikleti onarmaya çalışır. Üç beş çocuk ötede misket oynar, kızlar ip atlar. Derken, bir kadın size yanaşıp soru sormak yürekliliğini gösterir.
Kapadokya’nın bir yerindeyiz... Biz mahallenin birinden geçerken hanımlar hemen kapıya çıkar. Bir şey var, bir şey oluyor zannederler. Bilirsiniz turistler köylünün ilgisini çekerler. Çocuklar etrafımızı sarar, peşimize takılırlar. Hanımlar çıkar patik gibi, yazma gibi bir şeyler satmaya çalışırlar. Oraya gittiğinizde yoksulluğu görürsünüz ve insanların ne koşullarda yaşam mücadelesi verdiğini gözlemlersiniz. Eğer grup kalabalık değilse evlerinin önünden geçerken kadınlara “Çayı demleyin, gezimizi bitirince size çaya geleceğiz” derim. Aralarında bakışırlar, kimin evinde ağırlanacağımıza karar verirler.
Köyleri ziyaret etmek, Türk geleneklerini turistlere tanıtmamızı sağlar. Dağ yollarındaki eski kamyonların hırıltılarını işitirsiniz. İşsiz kahve insanlarını görürsünüz. Biz kentli insanların “Anadolu köylüsü” diye adlandırdığımız, o uzak, bilinmez insanın, nice yoksunluğuna tanık olursunuz. Yurt sevgisini, bir topluma ait olmanın sorumluluğunu duyarsınız. Gördükleriniz ve yaşadıklarınız eklenince o köy insanına karşı eksiklenirsiniz. Yanı başınızda olup bitenlere bakarken, yurdunuza ne kadar yakın, bu insanlara ne kadar uzak olduğunuzun eksikliğini yaşarsınız.
Grubu gezdirdikten sonra eve girerken turistlere ayakkabılarını çıkartmalarını söylerim. Ve anlatmaya başlarım: İşte, “Bu bir Türk âdetidir. Evlerimiz birer ibadet yeridir. Her ev bir ibadet mekânıdır çünkü her ev bir aile yuvasıdır, sevgi yuvasıdır. Kutsaldır ve tertemiz olmalıdır. İstanbul’da Sultan Ahmet Camisi'ni gezerken ayakkabılarımızı çıkardığımız gibi bir Türk evine girerken de ayakkabılarımızı çıkarmalıyız” derim. Sonra sıra kolonya ikramına gelir. Yine onlara bunun da bir Türk âdeti olduğunu söyler ve açıklamasını yaparım. Çay ikramı olur. Çayın nasıl demlendiğini ve çayın Türk toplumu için önemini anlatırım. O sırada çaylar içilmiş olur ve ikinci çay için bardaklarımız toplanır.
Bu arada tüm köy çoluk, çocuk doluşmuşlardır bir göz odaya. Kiminin elinde okul karnesi, kiminin elinde asker abisinin fotoğrafı, kiminin kucağında hasta bebesi... Sırayla hal hatır sorar, dertleşiriz. Genç kızlar sabırsızlıkla işlemiş oldukları çeyizlerini göstermek için sırada beklemektedir. O an birinin elinde, el emeği göz nuru bir iğne oyası, bir yün hırka veya bir yün patik vardır. Kimisi bunları turistlere satmak ister. Böylece onlara da bir kazanç kapısı yaratılmış olur. Gezdirdiğim turistler Anadolu’yu birebir yaşamış olurlar ve çok mutlu ayrılırlar.
Anadolu size öykülerini fısıldar, kimi zaman size içini döker. Kendinizi at kişnemelerinin, horoz ötüşlerinin, koyun sürülerinin, kuş seslerinin, çay, buğday balyozlarının arasında, yolların ardı sıra akıp giden yüzlerce bakış karşısında bulursunuz. Kapılar size açılır. Gezdikçe, Anadolu’nun bir şiir, bir rüya; belki de dünyanın en güzel sanat eseri, doğa harikası, belki de dünyanın en soyut resmi olduğunu görürsünüz. Bu uçsuz bucaksız yurdun çağrıştırdığı sesler, görüntüler ve olaylar çıkar karşınıza. Artık Anadolu’yla başbaşasınızdır.
Bu geziler, yağışını, karını birlikte seyrettiğiniz, coştuğunuz, üzerinde yuvarlandığınız Anadolu’yu tanımaya çağırır sizi. “İncecikten bir kar yağar” diye türkü tutturan Karacaoğlan’dan, karla birlikte ortalığı büyük bir sessizliğin kapladığı, Anadolu’nun ıssızlığına, Anadolu kadının o zaman dışı yaş belirsizliğine yakalanırsınız. Ormanın uğultusu, Anadolu medeniyetlerinin sesi dörtnala üstünüze üstünüze inler. Bin yıllardır süre gelen bir bestedir bu. Hep devinen ayaklarıyla, toprağa bağlı, güçlü kişilikleriyle canlı capcanlı, tepeden tırnağa Anadolu halkının kendisidir bu.
İçinde hâlâ bin bir giz saklayan Anadolu toprağı soluk alıp verir. Çok derin soluklardır bunlar. Sizi de derinlere çeker. Arkeolojisiyle zengin toprağının altından yeryüzüne çıkarılmış yüzlerce anı, binlerce yılın ötesinden, başka hayatlardan, başka medeniyetlerden, başka dünyalardan öyküler anlatır size. Dilsiz, ağızsız, sessiz ama efsane yüklü topraklardır bunlar.
İnsanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden biridir Anadolu. M.Ö. 6000’e tarihlenen Çatalhöyük’te, bulunan kaya resimleri, sıva üzerine kırmızı boya ile yapılmış boğa avı, geyik avı, akbaba freskleri bizi bin yıllar öncesinin usta ressamı ile tanıştırır. Bu ilkçağ ressamının gözünden, doğanın heybetini, akbabanın göksel hâkimiyetini, geyiğin ince uzun bacaklı heybetini seyredersiniz.
Karadeniz’i gezerken başı dumanlı dağları, şenlikli yaylaları, topraktan fışkıran deli yeşili, zengin florası, fındığı, çayı, hamsi balığı ile sonsuz yağışlı iklimi nedeniyle yoğun orman dokusuna "merhaba" dersiniz. Bu Anadolu gezilerinde toplumsal eğrilerle girdaplarla yüzleşmeye, hüzün ile sorgulama bir arada yaşanmaya başlar. "Niye"ler, "niçin"ler, yıkılmış ömürler, töre cinayetleri, kan davaları, yol, su, doktor, ilaç ve bakım yoksunlukları, gençlerin öğrenim-eğitim güçlükleri, işsizlik, ürünlerin değerlendirilememesi, kooperatifin anlaşılıp ugulanamaması, nüfus planlamasının uygulanamaması, yolu karla kaplanan köylerde kışın kadınların günlerce doğum sancısı çekerek öldüğü, çocuk ölümlerinin yaşandığı ard arda sıralanır gözünüzün önüne.
Doğu Anadolu’nun göz alabildiğine uzanan kar beyazlığında o suskun hüznü sanki yüzlerce ağızdan söylenmiş ağıt gibidir. Sahilden dağlara doğru yükseldikçe, doğa koşulları çetinleşir. Kadınlar, sırtlarında sepetlerle yük taşırlar. Onlara göre, ağır yüklerin altında ezilmek, erkeğin değil kadının görevidir. Köy hayatının bütün yükünü omuzlayan kadınlar, görevlerini kaderlerine razı gelerek fedakârca benimsemişlerdir. Kırsal yörenin tüm ağır yükleri, beş çocuk, birkaç düşük, üzerine kuma getirilip evi terk etmiş duyarsız koca, geniş bir ailenin tükenmek bilmeyen sorumlulukları...
Harran bambaşka bir dünyadır. Evlerin hepsi kubbelidir. Hepsi çamurdan, hepsi birbirine bitişik. Kocaman bir köy. Elli kubbe, altmış kubbe, yüz kubbe... Arı kovanlarını bitiştirip köy yapmışlar. Harran köyleri böyle. UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan Şanlıurfa'nın Harran ilçesi, konik kubbeli evleriyle ilginç. Dışı balçıkla içi ise yumurta akı, toprak, saman ve gül yağı karışımı ile elde edilen karışımla sıvanan evler, yazın serin kışın ise sıcak kalması özelliği ile sizi şaşırtır.
Yaşar Kemal doğduğu Türkmen köyünü şöyle anlatır:
“Belki de Türkçe’nin en zengin konuşulduğu yerdi benim bölgem. Her kadın bir şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya deliydi, ya da aptal. Karacağolan on altıncı yüzyılda yaşadığı sanılan bölgemin de, ülkemizin de en büyük şairlerinden birisiydi. Bir erkeğin ya da bir kadının bir Karacaoğlan şiiri bilmemesi olanaksızdı. Karacaoğlan şiiri bilmeyenlere aptal, pısırık gözüyle bakılırdı. Yalnız bu benim köyümde böyle değildi. Bütün Çukurova da böyleydi. Sonra köye büyük destancılar gelirlerdi. Bunlar eski Türkmen destanları anlatırlardı.(...) Ben sekiz yaşımdan sonra bunlara özenerek köyün çocuklarını başıma toplayarak destan söylemeye başladım. Sonraları da dinleyicilerim genişledi, büyükler de beni dinlemeye başladılar.”
Anadolu tarihi geçiş yoludur. Hem kervanların, hem de kavimlerin... Bu geçişler de kültür ve dil zenginliği oluşturmuştur Anadolu’da. Anadolu’nun tarihi de ilginçtir. Sümerliler, Asurlular, Urartular, Grekler, Hititler, Huriler. Anadolu bir kültür birikimidir. Tekerlemeler, masallar, destanlar, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Nazım Hikmet Orhan Veli, Nuri İyem, Nedim Günsür, İbrahim Balaban, Sait Faik, Arif Dino, Yaşar Kemal gibi daha nice şair, yazar ve sanatçı bu birikimin yansımalarıdır.