Şima ve Zahit romanları üzerine - Hasan Özkılıç 2022-08-04 20:00:00
Yazar: Osman Akbaşak
Aslında bu yazı Şima romanı üzerine yazılacaktı, öyle de başladı… Konuştuğum dostlarım, “Mutlaka ‘Zahit’i de okumalısın” deyince, onları dinledim, iki romanı da okuduktan sonra yazmaya karar verdim.
Önce Şima romanı… Çünkü henüz Nisan 2022 doğumlu, daha çok tazecik… Konusu ilgimi çekti. Kendisini terk eden karısını aramak için İran Azerbaycan’ına giden Behram’ın öyküsü. Bir yol romanı gibi başlıyor, elbette bu yönüyle ilgi çekiyor. Bizim kültürümüze çok yakın yerlerde yapılan bir yolculuğun içinde buluveriyoruz kendimizi.
Daha önce sevgili dost Erhan Doğan’ın "Petra’nın Kollarında" romanında tanıştığım karekod uygulaması okumaya renk katıyor. Bazı sayfalarda gördüğünüz karekodları telefonunuza okuttuğunuzda videolarla romanın o bölümünde okuduğunuz yerlere gidiyor, Behram’ın dinlediği şarkıları dinliyorsunuz. Bu elbette okuduğunuz bölümü gözünüzde canlandırmanızı kolaylaştırıyor.
Romanın önemli bir bölümü Tebriz kentinde geçiyor. Tebriz İran'ın Doğu Azerbaycan Eyaleti'nin yönetim merkezi… Akıştan anladığım kadarıyla Türkçe ya da Azerice konuşarak da anlaşılabiliyor. İran edebiyatının ne denli zengin olduğunu bilirim, romanda tanık olmak ayrıca hoşuma gitti. Özellikle dünyaca ünlü Şairler Mezarlığı ismi her ne kadar ürküntü verse de bir edebiyat ve şiir merkezi. İnternetten de inceledim, ne denli gerçek ve zengin olduğunu gördüm. Mezarlığın içinde kütüphane ve kitapçıların bulunması, ünlü şairlerin anıtlarının altında şiir toplantılarının yapılması başka bir yazı konusu…
Bana hoş gelen yerlerden biri de kahramanlardan birinin zaman zaman Molla Cami’nin Baharistan’ından alıntılar yapmasıydı. Yaz başlamadan değerli dostum Avram Ventura’nın önerdiği ve yaz aylarında okumak için aldığım dört kitaptan biri olan Baharistan’dan birkaç bölüm okumuştum. Ortadoğu olur da masal olmaz mı, nasıl da özlemişim… Roman konusunun neredeyse tümüne yön veren Sabırtaşı Evi masalı müthiş keyifliydi, dönüp, iki kez okudum…
Roman kahramanları serim bölümünde oldukça fazlaymış gibi görünse de kısa süre içinde iki ana kişiye düşüyor. Ancak bu iki ana kahraman öylesine derinlemesine tanıtılıyor ki (bunu okurken fark etmiyorsunuz, sayfalar ilerledikçe kendiliğinden ortaya çıkıyor.) okuyucu kendini onlar gibi duyumsamaya başlıyor. Elbette yan kahramanları da göz ardı etmemek gerekir, onların da katkısı çok büyük.
Romanda ince dokundurmalarla molla rejimi eleştiriliyor. Böyle bir sistemde kadının yaşam biçimi ve her şeye karşın kadınların kadın hakları konusundaki görüşleri ilginç geliyor. Karekod uygulamasından anladığıma göre yazar romanı yazarken adım adım gezmiş. Bir ülkeyi, bir rejimi, bu ülkenin insanlarının yaşam biçimlerini yakından tanımış oldum. Bütün bunlar gözüme sokmadan, sayfaların satır aralarında verildi bana. En güzeli de buydu, öğretilmedi, ben anladım.
Bütün kahramanlar romanın başından sonuna değin tanıtıldığı, anlatıldığı, olmaları gerektiği gibi, bir okuyucu olarak da benim beklediğim gibi davrandılar. Bir kişi dışında, bu da benim kişisel görüşüm ve bu kişinin kim olduğunu okurların tahminine bırakmak istiyorum…
Son zamanlarda okuduğum, aklımda uzun süre kalacak romanlardan biri olacak Şima…
Zahit
Roman bugünlerde “Gece” adıyla satışta, altına da daha küçük harflerle ve parantez içinde “Zahit” yazılmış. Bana göre “Zahit” ismine büyük haksızlık yapılmış. 2013 yılında basılıp Orhan Kemal Roman Ödülünü aldıktan sonra “Gece” adıyla filme çekilmiş. Bu nedenle de Kırmızı Kedi yayınları yeni baskısına film afişini kapak yapmış adını da “Gece (Zahit)” koymuş. Kapak resmi olarak da afişteki oyuncular yer almış. Ayrı ayrı her birine değer verdiğim oyunculara hiçbir sözüm yok, ancak böylesine güçlü bir romanın kapağında işleri olmadığını düşünüyorum. Kapak, tecimsel bir kaygı uğruna romanı güçsüzleştirmiş. Bu eleştirim Kırmızı Kedi’ye...
Gelelim Zahit romanına… Bitireli sadece iki saat oldu, ilk söyleyeceğim şu: İnsanlar bu denli yakından nasıl tanınır ve okuyucuya nasıl tanıtılır. Anlamak gerçekten hiç kolay değil, hatta çok zor. Köyü boşaltılan bir adam, bir anarşist, bir pavyon kadını, bir bar sahibi gibi çeşitli tiplemeleri bu denli okuyucuya tüm duygularıyla aktarmak tam bir usta işi…
Romanda boşaltılan köy anlatılırken ben oradaydım, içim yandı. Gecekondu mahallesinde iki göz odada da vardım, onları gördüm. Pavyondaki kadınların (En azından bir kısmının) neden orada olduğunu kadın olsaydım ancak bu kadar anlardım. Bazı koşullarda terörist nasıl olunur ya da olmamak için nasıl direnilir, anlamaya çalıştım. “Köyün yoluna, yüce dağların başına” onlarla birlikte dönmek istedim.
Ülkemin doğusunu da gördüm, batısının doğusunu da… Aralarında çok fark olmadığını da… Yoksul her yerde yoksul, çaresiz her yerde çaresiz. 12 Eylül güzel ülkemin üzerinden nasıl silindir gibi geçti yakından tanık oldum, sanki içinde yaşamışçasına. İnsanların içten içe tepkisini duyarlı içe işleyen iletilerde yakaladım. Taş plak meyhanesinde 1970’lerin sonuna değin siyasetçilerin fotoğrafları varken 12 Eylül sonrasına ait tek fotoğraf olmamasına gülümsedim.
Roman ilk bölümlerde, zaman ve mekân olarak konudan konuya atlayarak başlamış gibi görünüyor. Bence yazar bu karmaşa ile o dönemin içinde bulunduğu siyasi karmaşaya işaret etmiş olmalı. İlerleyen bölümlerle son derece ustaca bir anlatımla konular birbirine bağlandı ve her şey yerli yerine oturdu. Yıllar önce bombalarla geçen bir gecenin ardından bir başka gece sabaha karşı bir at iki eşekle başlayan yolculukta gelinen büyük kentte bir baba, bir ana, dört çocuktan geriye ne kaldıysa artık…
Son olarak; Zahit kim mi? Herkesin kendisi için beklediği kurtarıcı… Yani bir tür Godot!
Zahit bizi tan eyleme/ Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme/ Hazrete varır yolumuz
Sayılmayız parmak ile/ Tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan sormak ile/ Kimse bilmez ahvalimiz
Erenlerin çoktur yolu/ Cümlesine dedik beli
Gören bizi sanır deli/ Usludan yeğdir delimiz
Kalemine sağlık, Hasan Özkılıç…