Eski bir zaman hikâyesi 2022-07-06 10:00:00
Yazar: Semra Yeşil
Eskiden okullarımız uzun yaz tatiline girdiğinde şimdilerde olduğu gibi vakit geçirecek fazla bir seçeneğimiz yoktu. Bu nedenle ya kitap okurduk ya da annelerimiz tatil boyunca oyalanalım diye bize her yıl farklı bir elişi öğretirdi. O yüzden akşamüstü sokağa çıkış saatine kadar evde kitap okur, elişi yapar, üç aylık süren yaz tatilimizin yirmi günlük kamp bölümü dışında vaktimizi genellikle bu şekilde geçirirdik. Kitap okumadığımız zamanlarda bir sene kanaviçe, bir sene tığ işi, bir sene örgü, diğer sene dikiş gibi pek çok el işini o zamanlarda öğrendik.
Dediğim gibi tatil olanakları kısıtlı olduğu için kampa gideceğimiz günü dört gözle beklerdik. Kamp hazırlıkları ise annem için bahar aylarında başlardı. Kampta giyilmek üzere, kendisine, ablamlara, bana ve yardımcımız Ayşe Abla’ya dikeceği kıyafetlerin kumaşlarını almak için Kemeraltı’ya gider, torbalar dolusu kumaş ve dikiş malzemesi ile dönerdi. Bu kıyafetler de öyle şimdiki gibi şort bluz, pantolon gömlek değildi. Dantellerin, fistoların, pulların, boncukların süslediği her bir elbise adeta birer sanat eseriydi.
Mesela annem oynarken rahat rahat hareket etme şansım olsun neredeyse her kıyafetime aynı kumaştan bir de kısa fırfırlı şort dikerdi. Başıma güneş geçmesin diye de bir küçük eşarp...
Hazır giyim mağazaları da şimdiki kadar çok olmadığı için, rengarenk yazlık kıyafetlerimiz yanında mayolarımız bile annemin ellerinde hayat bulurdu.
Bir de öyle eskiyen şeyler hemen elden çıkarılmazdı.
Bir elbisenin kumaşı eskiyip, erime noktasına gelene kadar evirilip çevirilir, kumaşından yeni kıyafetler dikilirdi. Örneğin benim pek çok elbisem ya annemin ya da ablalarımın daha önceki daralmış ya da küçülmüş kıyafetlerinden evirilmiştir.
Gün gelip de başı dönmüş kumaş isyan ederek, "Yeter... Bırakın beni artık" dediği zaman da önce düğmeleri, varsa fermuarı, kemer tokası çıkarılır, daha sonra kullanılmak üzere saklanır, kumaş da yine atılmaz, toz bezi, yer bezi gibi yine faydalı bir işte değerlendirilirdi.
Bizim evde devamlı bir dikiş – nakış faaliyeti olduğu için olsa gerek rengarenk kumaşlar, makaralar, düğmeler, kemer tokaları, kurdeleler, pullar, boncuklar, yünler hiç eksik olmazdı. Eski kıyafetlerden sökülmüş olan ikinci el düğme, kemer ve fermuarlar ise ayrı bir kutuda saklanırdı.
Benim ise tatillerde evdeki en önemli işlerimden bir tanesi de annemin dikiş kutusunu ve çekmecelerini, yün sepetlerini düzeltmekti. Zira ev halkı arasında "Tertipli" olmakla ünlenmiş olan benden başkası bu görevi üstlenmezdi. Aslında bu benim de çok zevk aldığım bir şeydi. Bir tek birbirine geçmiş makara ipleri ile nakış ipleri ve yünleri açmayı pek sevmezdim. Çok zorlansam da yine de açmaya çalışırdım. Çünkü bizlere gerek okullarımızda, gerekse ailelerimizde emek ve para verilen hiçbir şeyin israf edilmemesi gerektiği öğretilmişti.
Aslında dikiş kutusunu düzeltirken benim zevk aldığım başka bir şey daha vardı. Bu nedenle de annem, "Hadi kızım şu dikiş kutusunu düzeltiver" dediğinde hiç itiraz etmezdim. Zira düzeltirken kutudaki malzemelerin o renkli dünyasında kaybolur, onlarla daha önceden öğrendiğim elişlerini birleştirerek değişik tasarımlar yapmaya bayılırdım. Çantalar, kanaviçe işler, makromeler, örtüler, boncuk ve pul oyları, çoraplar, kazaklar daha neler neler...
Biraz daha büyüyünce Kemeraltı’ya gidip kumaşçılardan küçük küçük renkli parçalar alıp, yastıklar, paspaslar yapmak, Hisarönü’nün ara sokaklarında kaybolup, küçücük dükkanlardan ilginç malzemeler toplayarak, daha önce hiçbir yerde görülmemiş ilginç tasarımlar yapmak en büyük zevklerimden biri oldu.
Halk oyunlarına başladığım ilk yıllarda yemenilerimizin oyalarını tığ ile işlerken, başlıklarımızı, örtülerimizin boncuk ve pul işlerini de hep kendimiz yaptık. (Hala da ihtiyaç olduğunda yapıyoruz.)
Daha sonra okul bitip de çalışma hayatım başlayınca bu işlere fazla vakit ayıramasam da işten kalan zamanlarımda pek çok sanat dalını öğrenmeye merak sardım. Gün geldi ebru eğitimi aldım, gün geldi mozaik ve takı yapmaya merak sardım. Bir gün ise hikayeler yazmaya başladım.
Zira "Hayatta her şeyin bir hikayesi" olduğunu çoktan fark etmiştim. Kimi hikayeler eski zamanlarda, kimileri ise içinde bulunduğumuz zamanlarda geçiyordu. Kimileri ise hayallerimizde canlanıyordu. Ne yaparsak yapalım, içinde bir hikâye barındırıyordu. Belki de "Hayatın kendisi bir hikayeydi..."
Başka işlerin telaşından Kent Yaşam’a uzun zamandır yazmadığımı fark ederek, bir yazı yazayım diye düşündüğümde aklıma düşen ilk cümle "Eski Zaman Hikayeleri" oldu. Hafızamı kurcalarken aklıma düşen bu cümlenin beni ne kadar rahatlattığını fark ettim. Böylece yine geçmişe doğru bir yolculuğa çıktım. Sonunda ise bu yazı çıktı...
Şimdi ben biraz daha devam edip, "Biz o eski zamanlarda gerçekten mutlu muyduk? Acaba eskiyi hatırladığımızda hissettiğimiz bu iç rahatlatan duygular özlem ile mi ilgili?" gibi cümleler kurabilirim. Hatta "Şimdiki zamanda ne kadar mutluyuz?" diye de sorabilirim.
Zira hikâyelerin sonuna geldiğimde genellikle "Şimdi ben bu yazıyı niye yazdım? İnsanlar okuyunca ne hissedecekler acaba?" gibi sorgularım yazdıklarımı. Yani "Ben yazdım da okuyan kişi kıssadan ne hisse çıkaracak acaba?" derim. Ama bu defa sorgulamayacağım.
Şu an sadece "Ah o eski zamanlar..." demek geldi içimden...
Siz ne dersiniz artık onu bilemem...
Sevgi ve özlemle...