Piri Reis’in “Yunt Adaları” dediği, günümüzün Cunda ya da Alibey Adası 2021-07-04 20:00:00
Yazar: Işık Teoman
*Cunda Adası’nın tepelerine mutlaka çıkın, doğayı oradan izleyin, göreceksiniz; boğazlar, adalar iç içe girmiş muhteşem koylar, öyle ki güzelliklerin tadına doyamayacaksınız.
Ayvalık üzerine sayısız kitapları olan, kentin belleklere kazıyan yazar Ahmet Yorulmaz, “Ayvalık’ı Gezerken” isimli kitabında şöyle anlatıyor Cunda’yı:
“Güzelliklerine doyulmayan, adeta tanrının kullarına bir lütfu gibi olan Ayvalık’ın karşısındaki adaya da Cunda deniyor. Bu adın Piri Reis’in ‘Kitab-ı Bahriyesi’ndeki Yund Adaları olduğu, Yund adının giderek Cunda’ya dönüştüğü sonucuna varıyoruz. Ayvalık’ta emperyalist düşmana karşı ilk asker kurşununu attırmış komutan Ali Çetinkaya anısına Alibey Adası dendi. Her iki isim de kullanıla geliyor, kimse yadırgamasın, yabancı kaynaklı isim sanmasın. Bazı yetki sahibi kimseler, 1980 darbesinde, bu isimde Rumluk arama sevdasına düşmüşlerdi de... Çünkü Rum teba oraya ‘Moshonisi (Kokulu Ada) diyordu, bu bir... İkincisi, Piri Reis’ten yola çıktık yorum yaptık; fakat bir de bakıyoruz ki, İtalyanca’da da izi var Cunda’nın, gemilerin yatay sereni anlamına geliyor. Gerçekten haritaya baktığımızda da Cunda, yatay seren gibi! Kısacası Piri Reis’in Yund Adaları’yla İtalyanların Cunda sözcüğü birbirine yakın. Üstelik Cunda’nın bir yığın adası var. Yani coğrafyayla da doğrulanıyor”
İzmir-Çanakkale yolundan ilerlerken Ayvalık levhasını gördüğünüzde yeşilin göbeğine düşüverir insan. Kavşaktan sola dönüp, sağlı sollu yeşil bir vadiden geçer, çam kokuları arasında yol alıp bu kentin büyüsüne kapılırsınız ve kısa sürede iyot kokusu genzinizi kaplar. Tatlı bir serinlik yüreğinizin ta derinlerine kadar gider. Hele ki gelen, “Ben buraya yerleşirim!” der.
Doğrudan Cunda Adası’na gitmek isteyenler, mezarlığın karşısındaki yolu takip ederek kent merkezinin araç trafiğinin yoğunluğunu yaşamadan kısa süre içinde adaya ulaşabilir. Ama alışveriş yapmak, Ayvalık’ın buram buram tarih kokan sokaklarını gezmek isteyen, yarım gününü kent merkezindeki mini geziye ayırabilir.
Tostçular Çarşısı’na uğramadan olmaz
Dileyen, yine sağlı sollu çam ağaçlarıyla kaplı yoldan ilerleyerek sahile inebilir, uygun bulduğu bir otoparka aracını emanet ettikten sonra Arnavut kaldırımlı, zar taşlarıyla kaplı tarihi kent sokaklarında turlayabilir. Kiliseden dönme camiler, gerçek bir müze kilise Taksiyarhis’i gezebilir. Daracık sokaklarında, Rum mimarisiyle benzenmiş sarımsak taşlı yapılardan gözlerini alamaz insan. Cadde ve sokak aralarına adeta serpiştirilmiş gibi küçücük dükkanlardan zeytinyağı, sabun ve zeytin satın alabilir. Açlığını yatıştırmak için, Ayvalık Belediye Başkanı Mesut Ergin’in yenileyip hizmete sunduğu “Tostçular Çarşısı”nda Ayvalık tostu yiyerek öğünü geçiştirebilir.
Türkiye’nin ilk Boğaz Köprüsü Cunda’da
Türkiye’nin ilk Boğaz Köprüsü denildiğinde hemen herkesin aklına İstanbul gelir. Ama hiç de öyle değil! Türkiye’nin ilk Boğaz Köprüsü 1966 yılında Senatör Nejat Sarlıcalı’nın önayak olmasıyla yapılmış 54 metre uzunluğunda toplam altı ayak üzerinde duran köprünün üzerinden geçip gidilir Cunda Adası’na. Bir anda zeytin ormanı yolunuzu kaplar, bir yanda mavi deniz ve üzerine boncuk gibi sıralanmış adalar, diğer yanda asırlık zeytin ağaçlarından yayılan mis gibi çiçek kokuları arasında her biri, yüz belki de iki yüz yıllık, yorgun Rum evlerinin arasından süzülürsün sahile doğru. Cıvıl cıvıl restaurantlar, caddede, sokak aralarında, sahilde, adım atılan her yerde. Balık, meze kokuları arasında dolaşırken, yorgunluk kahvesi içilir asır yaşı geçmiş Taş Kahve’de.
Deniz yolculuğu da pek keyifli
Yazları Ayvalık’tan ve Cunda’dan, saat başlarında, yoğun zamanlarda 15 dakikada bir karşılıklı motorlar da kalkıyor. Yaklaşık 15 dakika süren deniz yolculuğu, dinlenmeye gelenlere kısa sürede olsa eğlenceli gelebilir. İster karayoluyla, ister deniz yoluyla ikisi de keyifli, ikisi de huzurlu ve dingin. Özellikle sıcak yaz akşamlarında Cunda’dan ahşap gövdesiyle sallana salana karanlığı yaran tekneyle Ayvalık merkezine dönmek, uzaktan karanlığın içinde ışıldayan tarih kente dönüş yapmak, onun tadı da ayrı bir güzel.
Teoman Madra’yı anmadan geçmek istemiyorum
Yıllardır Ayvalık ve bölgesine yaptığımız gezilerin sayısını hatırlamıyorum. Ama artık bir yıldır Ayvalık’ta yaşıyorum. Yeryüzünde yeşil ve mavinin gerçek renklerinin Ayvalık’ta olduğuna inanırım. İnsanlar Ayvalık’ta oksijen yerine zeytinyağının kokusunu soluyup ciğerlerine çekerler. Çam ağaçları ile zeytin ağaçlarının kardeşçe yaşadığı başka bir yer yoktur ülkemizde. Ayvalık Körfezi’nin mavi sularında yer alan 22 ada yöreye ayrı bir güzellik katar. Cunda Adası’na vardığınızda en yüksek tepeye mutlaka çıkın, doğayı izleyin, boğazların, adaların, iç içe, koyun koyuna girmiş koyların, çam ve zeytin ormanlarının güzelliğine doyamayacaksınız. Bu güzelliklerin korunmasında günümüze kadar gelmesinde çok önemli katkıları ve girişimleri olan Teoman Madra’yı anmadan geçmek istemiyorum. Ayvalık’ın doğa ve kültür varlıklarının korunmaya alınmasında canla başla çalışan Teoman Madra girişimde bulunmasaydı; Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu çok gecikecek, Ayvalık’ı korumaya almış olacak ki iş işten geçmiş olacak güzellikler çoktan talan edilmiş olacaktı.
Kozak yolunu da öneririm
İzmir’den gelecekler için Kozak yolunu da önerebilirim. Bergama’dan sonra çam ağaçları ve fıstık çamları ile kaplı bu özel ve güzel yöre, yol kenarlarına sanki serpiştirilmiş gibi duran köyleri ile gerçekten bakir ortamıyla ender doğal varlıklarımızdan. Kozak yolunun hemen girişinde yer alan İncecikler köyünde kahve yok ama onun yerine kütüphanesini gençler doldurmuş. Sonra sırasıyla Kozak Köyü, fıstık çamlarının en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Göbeller Köyü, Hisarköy, Akçapınar Köyü bu köyler el değmemiş güzellikleri hala barındırıyor. Kozak yolunun büyüleyici ve nefes kesici yolculuğunun ardından Ayvalık’a ulaşmak da pek keyifli.
Cunda’nın komşuya bakan yüzü
Ayvalık Adaları, doğal yapısının zenginliği ve güzelliği nedeniyle 1995 yılında 17 bin 950 hektarlık bir alanı Jeomorfolojik Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş. Bazı adalar bitki örtüsünden yoksun, bazıları ise seyrek bitki örtüsüne sahip. Eski dağların tepelerinin uzantısı bölgedeki adaların oluşumunda büyük rol oynadığı anlaşılıyor. Cunda’nın komşuya bakan yüzünde yüz binlerce zeytin ağacı gökyüzüne uzanıyor ve tümü de çiçeklerini açtığı için çevreye hoş bir koku yayılıyor. Kamp alanları çadırcılar için bulunmaz nimet. Deliksiz bir uykunun ardından kampta sabah kuş sesleri arasında ve muhteşem bir zeytin ormanının içinde pırlanta gibi koyun ortasında uyanmanın tadını başka yerde bulmak pek mümkün değil.
Adaların en büyüğü
Ayvalık Adaları’nın 22’sinin arasından en büyüğü olan Cunda, 18. Yüzyıl nostaljisinin yaşattığı farklı ortamıyla herkesin büyülenerek ve hayranlıkla gezdiği bir ada. Ayvalık ile kara bağlantısının bulunması ulaşımı kolaylaştırmış. Ayvalık’tan kalkan tur tekneleri koylarda ki tüm adaların gezilmesine olanak sağlıyor. Adada çok sayıda kilise ve manastır olmasına karşın birçoğu günümüze kadar ulaşamamış. Panaya Kilisesi’nin duvar kalıntılarını Bakkal Sokağı’nın başında, Agios Yannis’in dört duvarını ise girişte görmek mümkün. Ay ışığı Manastırı kuzey yolunda özgün yapısı ile hemen dikkatleri çekiyor. Geçmişe uzanan bu bilgilerin ardından Cunda’nın Arnavut kaldırımlı sokakları hiç atlamadan karış karış dolaşmak çok keyifli olur. Rum evlerini, begonvilli, incir kokan bahçeleri, rengarenk sardunyaları, geçmişten günümüze uzanan çizgilerini doyasıya özümsenebilir.
Yine Ahmet Yorulmaz'a kulak verelim, önerilerini dinleyelim:
Paha biçilmez güzellikleri olan, büyüleyen bir denizin çevrelediği ve önceki oturanlarınca “Küçük Paris” diye adlandırılan Cunda’da gün batımını, kah tepelerinden, kah kıyılarından izlemek, insana olağanüstü hoş bir ruh dinliği verir. Başınızda yazlık bir şapka olması koşuluyla, sokaklarında, tepelerinde, kıyılarında hatta adalarında dolaştınız; canınızın çektiği yerlerde denize girdiniz, birkaç kulaç atarak, kimi yerde de merakınız varsa, dalarak, kimi kuytuda uykuya dalarak, güneşin Midilli sırtlarından yok oluşunu da izleyerek, akşamı ettiniz. Acıktınız da... Çok acıkmanız doğal, çünkü güç harcadınız, hamlığınızı attınız ve en önemlisi bol miktarda su kadar gerekli, hayat kaynağı katıksız oksijen aldınız... Hatta oksijen bolluğundan bir tuhafsınız, adeta sarhoşsunuz da ayırdında değilsiniz!..
Sahile inerek, bir gazinonun masasına çöküp, oturun. Sardalyanızı ya da papalinanızı; çipuranızı, fangırinizi, mercanınızı vb. balığınızı, zevkinize uygun bir kadeh içkiyle, -rakıcılara inat biz, kalite bir şarapla diyeceğiz-yiyin. Ama tavasını isteyeceğiniz bir balık ya da -olur a canınız çok çeker- ciğer tavası için, zeytinyağını şart koşun!.. Balığa ciğere olsun, -hatta tüm tava işleri için, -damak tadı meraklıları çok iyi bilir, kesinlikle zeytinyağı gerekir. Bir takım gerekçelerle karşınıza dikilirse “Ben öyle istiyorum; yağ farkı varsa, lütfen hesabıma ilave edin” deyin. Çünkü kimi yerler, zeytinyağına oranla hem ucuzluğu, hem yanmadan tavada “sürekli kullanılabilirliği açısından” -ki sürekliliği sağlığa zararlıdır.-, ayçiçeği yağını tercih ediyor. Fakat zeytinyağının besin değeri, hele hele lezzeti yanında, sağlık açısından da ancak iki kez tavada kullanılabildiğinden, ayçiçeğinin sözünün hiç edilmemesi icap eder. Ünü yurtdışına aşmış taşmış zeytinyağının, ultra güzelinin memleketinde, ayçiçeği yağının kullanılmasının ayıp olduğunu düşünelim!
Bir de damak tadını bilmemek olduğunu...
[ngg src="galleries" ids="25" display="basic_thumbnail" thumbnail_width="300" thumbnail_height="200" thumbnail_crop="0"]