Velopit'ten bisiklete İzmir / Bisikletin İzmir serüveni 2021-05-24 10:00:00
Yazar: Yaşar Ürük - Notlar
İzmir şehrinin "Gündelik hayat ve spor" ilişkisinde, son yıllardaki en önemli atılımı, hiç kuşku yok ki bisiklet alanında gerçekleşmiştir. Günden güne artan bisiklet sevdası, bisiklet tutkunlarının bir araya gelmeleri ve sosyal oluşumların çoğalması, her ne kadar bazı arterler tartışılsa da; özellikle İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin çabalarıyla, "bisiklet yolları" açısından ülkemizin en ilerideki şehri olması ve de son yılların en renkli ve anlamlı etkinliklerinden olan "Süslü Kadınlar Bisiklet Turu" bu atılımın farklı ve anlamlı adımlarıdır. Ülkemizde "bisiklet" ve "bisiklet tarihi" ile değerli çalışmalar yapılmıştır. Ancak konuya İzmir özelinde bakarken gene de söylenebilecek sözler olduğunu düşünerek konuyu bu açıdan toparlamak istiyorum.
"İzmir ve Bisiklet" kavramları aslında zaman içinde derin bir birlikteliğe sahiptir. Birçok konuda olduğu gibi bu alanda da İzmir, ülkemizin öncü şehridir. Sözü şehrimize getirmeden önce bisikletin kısa tarihçesine de bakmak gerekir. Günümüzdeki bisikletin atası olarak kabul edebileceğimiz ilk iki tekerlekli araç 1817 yılında, bir Alman Baronu olan Karl de Drais de Sauerbrun'un icat ettiği ve ayakla itilerek hareket eden "drezin"dir. İki yıl sonra patenti alınan araç, Avusturya, Birleşik Krallık, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere pek çok ülkede yaygınlaşır. Bu araç bir ara İngiltere'de yeni bir patentle ve "Yaya at arabası" ya da "Hobi atı" adlarıyla daha da yaygınlaşır Ancak bu araç yalnızca düzgün yollarda kullanılabilmekte ve çeşitli güvenlik sorunları yaratmaktadır. 1839 yılında Kirkpatrick Macmillan, drezine çok benzer, ancak aracın arka tekerleğini itmek için ayaklık monte edilmiş iki tekerli bir araç geliştirir. 1845 yılında ise İngiltere'de R.W. Thompson içi boş, hava dolu ve şambrel denilen iç lastik patentini alır. Bu gelişme günümüzde kullanılan lastik formu için atılan ilk önemli adımdır. Sonunda bisikleti bisiklet yapan en önemli aktarma parçası olan "Pedal"ın ön tekerlekte kullanıldığı ilk bisiklet, Fransa'da Pierre ve Ernest Michaux adlı bir baba oğul tarafından tasarlanır. Bu model "Velosipet" adıyla anılır.
Bu yeni araçla düzenlendiği bilinen ilk yarış 1869 yılında Paris’te Saint Cloud Parkı'nda yapılır. 1870'li yıllarda "Adi" (çeyrek peni) olarak bilinen, ön tekeri 1,5 metre çapındaki bisikletler popülerleşir. Dünya'daki ilk pist şampiyonluğu 1874 yılında İngiltere’de yapılır ve yine bilinen ilk bisiklet kulübü olan "Bisikletçiler Gezi Kulübü" 1883 yılında İngiltere’de kurulur. 1886 yılında John Boyd Dunlop, günümüzde kullanılan lastiklerin öncüsünü yaratır ve böylelikle gerçek anlamda bir bisiklet de hayata geçirilmiş olur.
Bisiklet'in ülkemiz ile ilk tanışması, 19. Yüzyıl'ın ikinci yarısında, çeşitli nedenlerle ülkemize gelen Avrupalılar nedeniyle gerçekleşir. Osmanlı’da bisiklet ile ilgili ilk haber, Filip Efendi tarafından İstanbul'da basılan Tarik Gazetesi'nin 31 Ağustos 1885 tarihli baskısında yer alır. Habere göre "Thomas İstefanis adında bir Amerikalı, bisikletiyle önce İstanbul’a gelir. Ardından İzmit üzerinden beş günlük bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaşır ve oradan da Yozgat üzerinden Sivas’a geçerek yolculuğunu sürdürür."
Osmanlı arşivindeki kayıtları incelediğimizde bisiklet sözcüğünün geçtiği ilk belgenin 1887 yılında yazılan bir mektup olduğunu görürüz. Londra'da bulunan Thilman, Herbert & Cooper Bisiklet - Trisiklet Şirketi adına J. Copper tarafından Büyükelçi Rüstem Paşa'ya gönderilen mektup "Münif Paşa adına satın alınıp İstanbul'a gönderilen trisiklet (üç tekerlekli bisiklet)" hakkındadır.
Bisiklet ile ilgili evrak arasında bulunan bir başka belge de 4 Temmuz 1888 tarihli bir mektuptur. Bu mektubun sahibi İskoçya Kilisesi Papaz Yardımcısı Hugh Callon'dur. Mektupla Osmanlı Devleti'nden "Paris'ten İstanbul'a kadar bisiklet ile yapacağı yolculuk" için izin talep eder.
Bu güne kadar Osmanlı Dönemi bisiklet tarihi üzerine yazılmış ve paylaşılmış çok sayıdaki yazı ve araştırmada İzmir'in bu konuda yaptığı öncülükte hakkının yendiği açıkça görülür. Birçok araştırma (İnternet üzerinden yapılan intihallerin de etkisiyle olsa gerek) ezberlenmişçesine şu ifadeyi aynı sözcüklerle kullanır: "Osmanlı döneminde ilk bisiklet yarışları 1897’de Selanik’teki ahşap tribünlü velodromda düzenlendi. İzmir’deki levanten aileler, Batı’daki diğer yenilikler gibi bisikletin de kente getirilmesinde öncülük etmişti... İzmir’de ilk bisiklet yarışması 15 Mayıs 1895 tarihinde düzenlendi. İstanbul’da ilk bisiklet yarışması 18 Ağustos 1895 tarihinde Tarabya’da düzenlendi."
Ard arda yazılmış cümlelerdeki tarihlerden çıkarılan yanlış anlamla 1897 yılında düzenlenen Selanik'teki yarış, sanki 1895 yılı 1897 yılından önce gelmiyormuş gibi davranılmaktadır. Oysa İzmir'deki ilk bisiklet yarışları çok daha öncedir.
İzmir'in birçok alanda "ilk olma" özelliğini yoğun biçimde gösterdiği dönem olan 19. Yüzyıl sonlarına doğru, ilk atletizm yarışı 15 Mayıs 1892 tarihinde Bornova'da gerçekleşir. Bornova, bu etkinliğin yanı sıra, aynı yılın Haziran ayında ilk bisiklet yarışına da sahne olur. İzmir'de Bornova ve Karşıyaka ile Kokaryalı tarafları, bu spor için çok uygun olan ağaçlık şoselere sahiptir. Bu nedenle özellikle Bornova ve Karşıyaka'daki yollar o dönemlerde "Velopid" adıyla anılan bisiklet sürücülerinin gezinti yeri olur. İlk dönemlerinde söz konusu bisiklet yarışlarının en başarılı sürücüsü Petrica Bazvi'dir.
Bir yıl sonra, 1893 yılında atletizm ve bisiklet yarışları, Buca Hipodromu'nda gerçekleşir. Buradaki bisiklet yarışları 101, 308, 2010, 3216 metreler üzerinden yapılır. 1894 yılında, yine ilki Bornova'da yapılan ve bir tür yerel Olimpiyat Oyunları olarak adlandırabileceğimiz Panionion Oyunları içinde bisiklet yarışları da vardır. Hem bu yıl hem de 1895 yılındaki oyunlarda bisiklet yarışlarının başlama noktası, Rıhtım'da Kraemer Otel'in önüdür. İlk yıl Bornova'da sonlanan yarış güzergâhının ikincisinde, bitim noktası Karşıyaka olur. Osmanlı arşivinde bisiklet ile ilgili en eski belgelerden biri de bu yıl ile ilgilidir. Belgede, dönemin Viyana Konsolosluk Vekili ve Avusturyalı bir sigorta şirketi olan Ankar'ın Dersaadet yöneticisi Leonel Bonri'nin bisikletle ilgili bir talebinden söz edilerek "Konsolos Bonri tarafından düşünülen Viyana ile Dersaadet arasının bisikletle (yarış şeklinde) katedilmesinin kuvveden fiile geçirilmesi ve bu hususun şehzadenin de hoşuna gittiği" denilmektedir. Ancak aradan bir zaman geçtikten sonra bu etkinliğin içinde yer alan bisiklet kulüplerinden biri olan Wolff Ajansı'nı, Berlin Büyükelçiliğimiz aracılığı ile "Viyana - İstanbul arasında yapılması tasarlanan bisiklet yarışının ertelenmesi." bilgisini iletir. Buna karşın gerçekleşebileceği olasılığı düşünülen söz konusu yarış için gümrük muafiyeti kararı çıkartılır. Kararda "Viyana'dan Belgrad tarikiyle İstanbul'a gelecek olan velesbit cemiyetlerinden bazılarının istimal edeceği bisikletlerin gümrük resminden muaf tutulması ve kendilerine teshilat gösterilmesi" istenmektedir. Ancak bir başka belgede yazan "Viyana'daki velespit cemiyetlerinin bazılarının İstanbul'a yapacakları seyahatin bazı müşkiller zuhuru hasebiyle tehir edildiği" ifadesinden bu etkinliğin gerçekleşemediği anlaşılmaktadır.
Öte yandan İstanbul'da da bisiklet kullanımı yoğunlaşmaya başlamıştır ki, bundan rahatsız olunarak "Beyoğlu'nda velespit ile dolaşanların sayısı çoğaldığından, bunların Taksim - Şişli yolu haricinde dolaşmalarına müsaade edilmemesi." önerisi Sadaret Makamı'na takdim olunur. Ancak verilen yanıtta "Beyoğlu’da bisiklete binenlerin herhangi bir sakınca doğurmadığı" bildirilip, yasaklanma uygun görülmez.
Bu arada birçok alanda olduğu gibi Osmanlı Devleti'ne "bisiklet satışı yapılması" konusunda çeşitli başvuru ve tanıtımlarda bulunulmaktadır. Sözgelimi dönemin Amerika Birleşik Devletleri Elçiliği "Bisikletin askeri amaçlarla orduda kullanılması" konusunu önce 1892 yılında yazdığı ve ardından 1894 yılında yenilediği, doğrudan Padişah'a yazılmış mektuplarında belirtir. Aynı yılın sonlarında yazılan üçüncü mektupta ise "Newyork ile Şikago şehirleri arasındaki mesafenin, dağlık bir yoldan, bisikletle daha kısa sürede katedildiği" bilgisi aktarılarak bisikletin önemi vurgulanır.
İzmir'e dönersek, 19. Yüzyıl'ın sonlarına doğru Karşıyakalıların gündelik yaşamları ve sosyal çevreleri, İzmir’dekilerden bazı farklılıklar göstermeye başlar. Sözgelimi kadınların bisiklete binmeleri, ilk kez 1895 yılı Ağustos ayında Karşıyaka’da görülür. Gazete haberlerinden öğrendiğimiz ancak adlarını bilemediğimiz bir madam ile üç matmazel bu işin öncüsü olurlar. Kısa zamanda bu sayının kırk - elliyi bulduğu da görülür.
Bu arada şehrimizde bisikletin öncüsü olan bu hanımefendilerden bazılarının o dönemlerde "çılgınca" olarak nitelendirilecek bir davranışla bir başka konuda da farklılık yarattıkları görülür. Bu kadınlar, uzun eteklerinin altına giydikleri çorapların alt bölümlerinde makasla daire şeklinde delikler açıp, bu deliklere renkli kumaş parçaları yamayarak kendilerine özgü bir moda yaratırlar. Hatta yaz aylarında, sandalet giyenlerden bazılarının çorapların ayak parmaklarının denk geldiği uç bölümlerini kesip, görünür hale getirdikleri tırnaklarına oje ile desenler yaptıkları da görülür. Bu hareketleri günümüzün popüler etkinliği olan "Süslü Kadınlar Bisiklet Turu"nun öncüleri olarak kabul edebiliriz.
O dönemlerde "velespit" adıyla anılan ve şehirde yaygınlaşan bisikletlerin İzmir'de imalatı da yapılmaktadır. Frenk Sokağı'ndaki Hafız Mustafa'nın dükkânı, en önemli bisiklet satış yeridir. Diğer iki önemli bisiklet satıcısı ise aynı bölgedeki Misailidis kardeşler ve G. Hekimoğlu'dur. 1896 yılı Mayıs ayında Bornova'da bisiklet ve atletizmin iç içe olduğu yarışlar yinelenir.
Bu arada bisiklet Anadolu'da da görülür hale gelmiştir. Yine arşiv belgelerinden bu konuda yaşanmış kötü bir olayın bilgisini de ediniriz. Frank Llync adlı bir Amerikalı, Erzurum'da bisiklet ile gezerken öldürülür. Katil zanlılarının tutuklandıktan sonra mahkemece serbest bırakılması da çeşitli sorunlara yol açar. Ancak bu cinayetin bisiklete duyulan tepkiden kaynaklanıp kaynaklanmadığı da bilinmemektedir. Bu arada özellikle İstanbul ve İzmir'de bisiklet ve jimnastik konularında dergilerin de satılmaya başladığı görülür. Bunlardan biri de ülkeye girişi için izin verilen ve Atina'daki Velespid Cemiyeti'nin Jimnastik ve bisiklet konularında yayımladığı dergidir.
1901 yılında yine Bornova'da düzenlenen Panionion Oyunları arasında yer alan binicilik, avcılık ve kayık yarışlarında ilk iki sırayı alanlara bu kez devlet tarafından madalya verilirken, bisiklet müsabakasında birinci gelen genç Whittall'e de aynı madalyadan almaya hak kazanır.
Öte yandan İzmir Valisi Mehmet Kâmil Paşa'nın bu yaklaşımı Saray tarafından uygun görülmemiş olacak ki yayımlanan bir genelge ile "At ve bisiklet yarışları ile güreş müsabakalarının izinsiz yapılmaması" tüm vilayetlere duyurulur. Bu nedenle birkaç ay sonra ilkyaz aylarında yine Bornova'da düzenlenecek bisiklet ve jimnastik yarışları için ruhsat alınır. Yarışlar Trisdam ailesi tarafından düzenlenmektedir.
Bisikletle ilgili yayınlardan da söz edersek, Türkiye'de bisiklet konusunda basılan ilk kitap, bir seyahatnamedir. Ahmed Tevfik’in 1316’da (1900) yayımladığı "Velosiped ile Bir Cevelan (Hüdavendigar Vilayeti Dâhilinde)" isimli 126 sayfalık kitap, İstanbul - Bursa arasında bisikletle yapılan bir gezinin öyküsünü anlatır. Bisikletle ilgili Osmanlı’da yayımlanan ilk kitaplardan bir diğeri de, genel bir kullanım ve başvuru kılavuzu olan, Bisiklet Meraklılarına Yadigâr’dır. Dönem koşullarında yayın yapabilmek amacıyla iznin alınabilmesi için, kitabın yazarı Mülazım Ali İhsan Efendi, uzun bir denetim sürecine tâbi tutulur. Kitap şu bölümlerden oluşmaktadır: "1- Şeraiti sıhhiye iktisa edilecek (giyilecek) elbise, 2- Binmek nasıl öğrenilir, 3- Makinenin mürekkebatı (aksamı), 4- İyi bir makinede bulunması gereken şerait, 5- Bir makine nasıl satın alınır, 6- Makinede ufak tefek tamirat nasıl yapılır." Kitapta ayrıca özel olarak yapıldığı belirtilen yüz kadar resim vardır.
Yine Osmanlı Arşivi'nden elde ettiğimiz bir başka belgede bisikletle ilgili çok ilginç bir bilgi vardır. "Fransa Konsolosu namına İzmir'e gelen bir adet bisikletin (gümrükten) geçirilmesi hakkındaki belgede, söz konusu bisikletin "elektrikli" olduğu belirtilmektedir. Ancak bisikletin elektrikli oluş şekliyle ilgili bir açıklama da yoktur. Bir yıl sonraya tarihli bir başka belgede yazan "Fransalı tacir Antoponlu namına Marsilya'dan İzmir Gümrüğü'ne gelen benzinle çalışan velospit ve otomobillerin imrarına belli şartlar dahilinde izin verilmesi." ifadesinden, 1894 yılında ticari bir ürüne dönüştürülen motorsikletlerden söz edildiğini düşünebiliriz.
Aradan geçen zamanda bisiklet kullanımının polis teşkilatında da yer bulduğu görülür. Bu konuda çok sayıda bağış da yapılmaktadır. Bunlara bir örnek olarak Sakız Adası'nda yaşayan Filesko Efendi'nin Sakız polis idaresine bir tane velospit armağan etmesi gösterilebilir. Yine bir başka belgede "Aydın Polis Müdürlüğü'nde kayıtlı demirbaş eşya arasında bisiklet bulunduğu"nun belirtilmesinin yanı sıra polis adaylarının eğitiminde de bisiklet kullanılmaktadır. Bu arada büyük ilgi görerek ülkenin her yanına yayılmakta olan bisiklet ile ilgili çeşitli kulüpler de kurulmaktadır.
İşgal döneminde, 1920 yılında yapılan bir sayıma göre İzmir şehrinde, bisiklet şubesi de olan atletizm kulübü sayısı 6'dır. Kurtuluş'tan sonraki yıllarda bisiklet tutkusunun hızla gelişmesinde Halkevleri'nin de önemli rolü olur. Hatta "Bisiklet Yarışları ve Tüzüğü" adlı bir kitap halkevlerince alınarak şubelere dağıtılır. 1935 yılında basılan kitap İdman Cemiyetleri İttifakı adlı spor örgütü tarafından hazırlanır. Bu yayın sonucu birçok bölgede Halkevleri aracılığı ile bisiklet sporuna ilginin arttığı görülür. Aynı yıllarda özellikle 19 Mayıs kutlamaları arasında bölge bisiklet kurulunun hazırladığı bisiklet teşvik yarışları gelenek halini alır. Halkevi ile kurulun birlikte düzenlediği yarışın güzergâhı da ilginçtir. Alsancak Stadyumu'nda start alan bisikletçiler Birinci Kordon üzerinden Karataş, Karantina'yı geçerek Köprü'ye varmakta; buradaki iskele karşısındaki sokaktan Mısırlı Caddesi'ne geçerek Eşrefpaşa'ya ulaşan bisikletçiler daha sonra Kızılçullu, Tepecik, Mersinli, Halkapınar'dan dolaşarak yarışı tekrar Alsancak Stadı'nda bitirmektedir. 1935 yılında düzenlenen yarışı bir saat üç dakika ile İzmirspor'dan Kâzım Bey birinci olarak tamamlarken; Karşıyaka'dan Riri Korsini ikinci ve yine lzmirspor'dan Süleyman Bey ise üçüncü olurlar. Yarış iki otomobil ve altı motorsikletliden oluşan bîr hakem kurulu tarafından izlenmiştir.
Bir yıl sonra da aynı yarışın gerçekleştiğini basından izleriz. 17 Mayıs 1936 Pazar günü düzenlenen yarışın güzergâhı bu kez Cumhuriyet Meydanı ile Su Sporları Kulübü arasındadır. Bu güzergâhta on tur üzerinden yapılan bisiklet yarışında birinciliği K.S.K'dan Riri Korsini, ikinciliği ise İzmirspor'dan Yusuf Bey alır. İzmir şampiyonluğunu elinde bulunduran İzmirsporlu Kâzım Bey, Olimpiyat hazırlığı için Ankara da bulunduğundan bu yarışa katılmaz.
Cumhuriyet'in ilk elli yılında İzmir şehrinde bisiklet alanında en büyük gelişim hiç kuşkusuz Karşıyaka'da yaşanır. 1941 yılında Karşıyaka kıyı şeridinin düzenlenmesinin yanı sıra Naldöken ve Alyabey'den Çiğli'ye kadar çok büyük bir alanın düz ve bisiklet kullanımına uygun olmasının da etkisiyle, 40’lı yılların ortalarından itibaren Karşıyaka’da bisiklet ve motosiklet merakı başlar. Bu merak giderek bir yaşam biçimine dönüşür ve özellikle hafta sonları bisiklet ve motosikletliler yüzünden Karşıyaka sahilini yaya kaldırımları da dahil olmak üzere yürünemez hale getirir. İş çığırından çıkar hale gelince Belediye, cumartesi ve pazar günleri saat 17.30’dan 24.00’e kadar İsmetpaşa Caddesi ile (1743. Sokak) sahil yolunda bisiklet ve motosikletlerin dolaşmasını yasaklar.
Geçen zaman içinde, ülkenin gelişen sanayisi içinde bisiklet üretiminin ülkemizde de gerçekleşmesi çalışmaları da başlar. Türkiye’de bisiklet sporunun gelişmesi için emek verenlerin başında gelen Cavit Cav, 1961 yılında, bisiklet üreten bir fabrika kurmaya girişir ancak başarılı olamaz. Aynı yıllarda İzmir'de montaj yöntemiyle bisiklet üreten yapımcılar da görülür. Türkiye’nin ilk yerli bisikletleri yine İzmir'de ve 1963 yılında Muzaffer Onay, Hulusi Şenkaya ve Leon Alaluf ortaklığında kurulan Bisan A. Ş. tarafından gerçekleşir.
1964 yılına geldiğinde, D.İ.E. Bölge Müdürlüğü'nden verilen bilgiye göre İzmir'de trafiğe kayıtlı 11817 motorlu araca karşın 1100 motosiklet ve 3227 bisiklet bulunmaktadır.
***
Bisikletin, benim hayatımda da önemli ve özel bir yeri vardır. Bununla ilgili yaşadıklarımı da aktarmadan yazıyı bitirmek istemiyorum.
O dönemlerde Karataş'ta oturduğumuz o ev, benim çocukluk düşlerimin şatosuydu. Üç kata yayılmış tam sekiz odalı, konak yavrusu bir evde çocuk dünyasında düş kurulmaz da ne yapılır? Caddenin karşı tarafında, az ilerde Yahudi çocukların eğitim gördüğü ve Bene Berit adıyla kurulmuş Karataş İlkokulu'nun koyu sarı renkli badana ile boyanmış binası vardı. Okulun hemen yanında, denize açılan kısa sokak, civarda oturan tüm çocukların buluşma noktalarından biriydi. Uzun yaz günleri öğleden sonraları önce sokağın içinde toplanır, daha sonra kıyıya giderek denize doğru uzanmış sayısız iskelelere dağılırdık. Kimi zaman oltalarımızın ucundaki sinek iğneleri ile kaba lidaki ya da ısparoz avlar, kimi zaman topan kefallere çarpma atar, kimi zaman da topluca denize dalar ve hem iskele ayaklarından midye koparmaya çalışır hem de yüzerdik. Ama o yıllarda körfezde çok sık görülen deniz kaplumbağalarından biri gelecek diye de çok korkardık. Böyle günlerin akşamüstleri, toplamayı başardığımız midyeleri iki tuğlanın arasında yaktığımız çalı çırpı ateşinin üzerine koyduğumuz teneke parçasının üstünde kabuklarıyla birlikte pişirir ve üzerine bolca limon sıktıktan sonra afiyetle mideye indirirdik. Yosun kokusu yüklü imbat, saçlarımızı öylece okşar dururdu...
İşte Moşe'yi o midye partilerinden birinde tanıdım. Kaşı, gözü koyu renkli bir çocuktu. Aramıza yeni katılmıştı. Nereden çıkıp geldiğini hiçbir zaman sormadık. O da bu konuda hiç söz etmedi. Moşe'nin o gün elimdeki midyenin üzerine sıktığı iki damla limon suyu arkadaşlığımızı kendiliğinden başlattı. Yaşımızın aksine ikimiz de çok konuşan çocuklar değildik. Dostluğumuz kış aylarında da sürdü. Bazı günler yine kıyıya gider Hasan Bey Kliniği'nin hizasına gelen daracık çıkmanın üstünde diz çöker ve öylece denizi seyrederdik. Uzun süren sessizliği genellikle o bozardı:
- Adını okuyabiliyor musun... kayığın?
- Hangisinin?
- Şu sarı bordalı olanın, kabinli iskeleye bağlı! Görebildin mi?
- Gördüm. “Umman” yazıyor.
Dilimizi ne kadar iyi konuşursa konuşsun, yine de Farsça ve Arapça sözcükleri fazla bildiği yoktu. Hoş, o çocuk dünyamda ben de öyle devşirme sözcükleri ne kadar bilebilirdim ki? Ama bu kez anlamını bilebildiğim bir sözcük çıkmıştı karşıma. Bir kaç dakika hiç konuşmadı. Gözlerini kısmış, karşı sahilde bir şeyler arıyor gibiydi. Sonra bakışlarını uzaklardaki o noktadan hiç ayırmadan sordu:
- Umman ne demek?
- “Deniz” demek.
Bakışları bu kez İnciraltı’ya doğru kaydı. Hava iyice sertleşmiş, gittikçe irileşen dalgalar üstünde durduğumuz çıkmanın alt tarafına tokat atar hale gelmişlerdi. Moşe, öylece sessiz duruyordu. Bense “Nereden biliyorsun” diye sormasını bekliyordum ama sormadı. Ummanın deniz olduğunu ben de yakın bir zamanda öğrenmiştim. Aile meclisinde babama şarkı söyletirlerdi. O da fazla naz etmezdi zaten. Sesi çok güzel değildi ama şarkıları usulüyle söylerdi. İşte, babamın söylediği o şarkıda duymuştum: “Derdimi ummana döktüm, asumana inledim...” diye. Babamın uzaktan akrabamız olan Asuman teyze için neden şarkı söylediğini bir türlü anlayamamıştım. Ama konunun “Ayıp” bir takım anlamlar içerdiğine karar verip, şarkıdaki ikinci bilinmezi sormuş ve işte o zaman öğrenmiştim ummanın deniz demek olduğunu...
Sessizliği bozan gene oydu: “Denizin bu kadar güzel adı varken, neden umman demişler?”
Tüh, işin burasını hiç düşünmemiştim. Sahi neden öyle demişlerdi acaba? Bunu hemen o akşam babama sormaya karar verdim. “O kayığın sahibine söylemeli... Ummanı silip, deniz yazsın. Deniz daha güzel.”
Kimbilir ne cevap verecektim ki, ağzımı açtım. Tam o anda da iri bir dalga, önce üstünde durduğumuz çıkmada patladı, ardından bizi arkamızdaki taş duvara sırılsıklam olarak yapıştırdı. Buz gibi tuzlu su aklımızı başımızdan almaya yetmişti ve titreyerek evlerimize koşmaya başladık. Moşe, Kırk Merdivenler’e doğru yönelirken günün son sözünü de söyledi:
- Islanmamıza aldırma. Sizler denizle fazla ilgilenmezsiniz ama o iyi bir dosttur. Büyüdüğüm zaman bir kayığım olursa adını deniz koyacağım.
Cevap veremedim bile. O hızla titreyerek evin kapısına yönelirken duyduğum tek güzel şey üzerimdeki yosun kokusuydu...
İlkyaz ayları geldiğinde dostluğumuz iyice ilerledi. Ben evlerine hiç gitmemiştim ama o arada sırada bize gelirdi. O koca evin ortasında büyükçe bir iç avlu vardı. Yatağımın olduğu odanın penceresi o avluya bakardı. Sabahları uyandığım zaman başımı kaldırıp, avlunun yüksek duvarlarının üzerinden gökyüzüne baktığımda havranın kubbesini görürdüm. Güneşin ilk ışıkları önce oraya vurur, ardından odamın penceresinden içeriye girerdi. Kubbenin uç noktasına da mutlaka bir kumru konar ve arada bir gerdanını oynata oynata öterdi. Sahi, bir zamanlar İzmir’de ne kadar çok kumru vardı. Şimdi tüm kıyı bölgelerini martılar kaplamış durumda. Sanırım, kumruları da onlar kovdular.
Evdeki o avlu, ikimiz için minyatür kale futbol maçı yaptığımız bir oyun alanı olmuştu. Bitmez tükenmez bir enerjiyle ve ne gariptir ki yine hiç konuşmadan top oynar, sonra kan ter içinde taşların üzerine serilir, gökyüzünün masmaviliğini seyrederdik. Soluklarımız ve nabız atışlarımız normale dönerken yine o konuşurdu: “Dün gece babam söz verdi... Velespit alacak... Sınıfımı geçince...”
İçim cız etti. Başka çocuklar da aynı sözcüğü kullandıkları için velespitin ne demek olduğunu biliyordum. Üstelik benim de ölesiye istediğim bir armağandı bisiklet. Ama babamı o güne kadar inandırmayı başaramamıştım. Adeta gizli sevgilim elimden alınmış gibiydim. Kıskanma duygusunun da etkisiyle iyice konuşmaz hale gelmiştim. O devam etti: “Kırmızı olacak!”
İşte o anda gözlerim karardı, başım döndü. Koskoca duvarlar üstüme yıkılıyor sandım. Bisiklet sahibi olacağı yetmiyormuş gibi, rengi de kırmızı olacaktı demek! Moşe ne kadar şanslı bir çocuktu. Ya da ben ne kadar şanssızdım.
Birkaç ay sonra yaşamayı hiç istemediğim an başıma geldi. Moşe, kırmızı bisikletinin üstünde sanki atını şaha kaldırmış bir süvari gibiydi. Selenin altındaki markayı güçlükle okuyabildim: Raleigh...
O yaz Moşe, kırmızı bisikletiyle tüm caddenin tanıdığı bir çocuk oldu. Dostluğumuz eskisi gibi sürüyordu ama o boş zamanlarında benimle oynamıyordu. Onun bisikleti vardı. Caddenin diyagonal döşenmiş parke taşları üzerinde kayar gibi geziyordu bisikletiyle. Ben de diğer çocuklarla birlikte kaldırımın kenarına dizilip onu izliyordum. Önceleri uzaktan gözümüze nokta gibi görünüp, ardından gittikçe büyümesi, yanımızdan geçerken hava atmak için olsa gerek iyice hızlanıp ardından yine nokta gibi küçülmesini artık ezberlediğimiz halde yine de izlemeyi sürdürüyorduk. Bu böyle haftalarca sürüp gitti. Sonra bir gün...
***
Aradan birkaç yıl geçti. Artık yeniden Göztepe’ye taşınmıştık ve ben ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Sıcak bir günün öğle sonrası okul dönüşü kapıyı açan annemin yüzünde anlamlı bir gülümseme gördüm. Bir şey sormama fırsat vermeden söyledi: “Depoya göz atsan, iyi edersin...”
Susuz Dede'nin bulunduğu tepenin yamacındaki o ev de iki katlı ve çok odalı bir binaydı. Arka tarafındaki büyük bahçenin bir köşesinde iki gözlü, depomsu bir kulübe vardı. Üzerindeki kayısı erikleri artık sararmaya başlamış olan büyük ağacın altından hızla geçerek deponun kapısını açtım ve kalbim orada duracak gibi oldu. Pırıl pırıl parlayan bir bisiklet vardı orada. Üstelik rengi de kırmızıydı. Lastikleri beyaz yanaklıydı... Gidonuna iliştirilmiş karttaki el yazısını okudum: “Yıllar önce çok istiyordun... Unutmuş olabilirsin, ama ben unutmadım... Baban...”
Boğazımda bir hıçkırık düğümlendi, yumruk gibi bir şey göğsümün üzerine gelip oturdu. Ah, baba... Kırmızı bisikleti ben hiç unutmamıştım ki... Moşe’yi de... O gün benim gördüklerimi sen görmemiştin ki baba...
***
Okuldan dönüyordum. Karataş’a yaklaştığımızda içinde bulunduğum troleybüs oldukça yavaşladı. Kaldırımlardaki insanlar ileride bir yere doğru koşuyorlardı. Derken troleybüstekilerden de mırıltılar yükselmeye başladı: “Kaza olmuş!” Az sonra trafik tamamen durdu. Açılan kapıdan aşağıya inip, ileride duran kalabalığın yanına nasıl gittiğimi hiç bilmiyorum. Onca insanı yararak başımı uzattığımda, parke taşlarının üzerinde önce parça parça olmuş kırmızı bisikleti gördüm. Ardından da az ötede ters dönmüş tek ayakkabıyı. Onun ayakkabısıydı...
İşte o günden sonra geçen altı yıl boyunca evdekilere bir kez bile bisiklet sözü etmedim, bisiklete de binmedim. Ama yıllar önce bile olsa ne kadar çok istediğimi unutmayan babam bana sürpriz yapmak istemişti. Ah Moşe, ne vardı o caddede rüzgâr gibi gidecek? Ne vardı? O Mayıs günü beni arka bahçedeki deponun içinde bitkin durumda bulduklarında saatler neredeyse akşama varıyordu ve babamın ellerini saçlarımda hissettiğimde gözlerimde akacak yaş kalmamıştı...
Ertesi sabah garip bir dürtüyle uyanıp, yattığım odanın penceresinden sokağa baktığımda, sabahın ilk ışıkları içinde köşeyi dönmekte olan babamı farkettim. Bir gün önce bana aldığı bisikletin gidonundan tutmuş, öylece dalgın gidiyordu... O bisikleti bir daha hiç görmedim... Yıllarca da bisiklete binmedim... Ama Deniz onun dediği gibi gerçekten iyi bir dost oldu hep...
***
Bisiklet... Hayatın renkli bir güzelliği ve bir sevdadır... İzmir için de çok özel bir araçtır.
Kaynakça: