Aslında Ne Kıymetli Bir Yermiş Buca 2021-03-15 23:16:53
Yazar: Semra Yeşil
Yıl 1980, aylardan Ağustos...
Üniversite sonuçlarımızı öğrenmeye Büyük Dershane’nin Alsancak Şubesi’ne gitmiştik. Sonuç tam da beklediğim gibiydi. Zira çok az tercih yapmıştım ve neredeyse hepsi Ege Üniversitesi İşletme ve İktisat Fakültesi’nin bölümleriydi.
Mutluydum. Aslında tam anlamıyla gönlümün istediği bir meslek değilse de o yıllarda İşletme eğitimi almak mezuniyetimiz sonrası iş bulma sorunu ile karşılaşmayacağımız anlamına geliyordu. O zamanlar “İşletmecilik” geleceğin mesleği olarak tanımlanmıştı. Zaten babam da bana durmadan “İşletme oku" deyip duruyordu. Denilen oldu. Gerçekten de mezun olur olmaz İzmir’in ve ülkemizin en prestijli holdinglerinden Yaşar Holding’in Pınar Et şirketinde işe başladığım gibi otuz yıllık iş hayatım boyunca kariyer basamaklarını çıkarken iş bulma konusunda hiç zorluk çekmedim. Başarılı bir iş yaşamımın sonlarına geldiğimde hedeflediğim noktaya gelmiş, iş hayatından beklediğim tatmini elde etmiştim.
Gelelim okul yıllarına...
Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde eğitim alacağım için memnundum. Ama memnun olduğum bir başka konu daha vardı. Okulumuzun yeri...
Şu an Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü’nün olduğu yerdeki okulumuz her açıdan mükemmel bir konumdaydı. Zira Güzelyalı’daki evimizin hemen yakınındaki Havacılar Durağı’ndan troleybüse binip, okulun önünde inerek, iki adım atıp, okula ulaşmak çok büyük bir lükstü. Bindiğimiz durağın Üçkuyular’daki baş duraktan sonraki ikinci durak olması ise evden okula kadar oturarak gideceğiniz anlamına geliyordu. Yani bu aynı zamanda (troleybüslerin boynuzlarının sıkı sık düşmesi nedeniyle uzayan yolculuk nedeniyle) sınav öncesi son tekrarları yol boyunca yapabilmek demekti...
Bunun yanı sıra okulumuzun bir spor salonunun olması fakülte halk oyunları ekibimiz ile yapacağımız çalışmalar için kolaylık sağlarken, bölümler ve fakülteler arası pek çok spor karşılaşmalarını izlememizi sağlıyor, yıl sonlarında gerçekleştirdiğimiz şenlikler için de önemli bir sahne görevi görüyordu. Okulumuz çok değerli hocalar ile bize iyi bir eğitim verirken aynı zamanda da sosyalleşmemize de olanak sağlıyordu.
Ders aralarında vakit geçirebileceğimiz kantinin yanı sıra okul karşısındaki Ömer Ağa, Çan gibi cafeler de okul kantini kıvamında hizmet verirken, kalabalıkta yemekhaneye girmenin mümkün olmadığı zamanlarda da ön köşedeki kömürde sandviç büfesi ile yan kapıdaki köfteci de başvurduğumuz yerlerdi. Okul karşısındaki İzmir Sineması ise sezon filmlerini rahatlıkla seyredebileceğimiz bir sinemaydı. Özetle; hem eğitim alıyor, hem de gençlik yıllarımızı sosyal, keyifli ve mutlu geçiriyorduk.
Okulumuzda bir büyük iki de küçük amfi vardı. İlk yıl bütün bölümler ortak ders aldığından aynı amfilerde buluştuğumuz farklı bölümlerden arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunu tanırdık. Böylece iki yıl geçti.
O yıl İzmir’in ikinci üniversitesi olan Dokuz Eylül Üniversitesi kuruldu. Ege Ünivesitesi’ndeki bazı fakültelerin yeni kurulan üniversiteye geçeceği, bunlardan birinin de bizim fakülte olduğu dedikoduları dolaşıyor, okul binamız ise zaman içinde rektörlük olacağı için kademeli olarak Buca’ya taşınacağımız söyleniyordu.
Biz önce bunların hiç birine inanmadık. “Olmaz öyle şey, biz Ege Üniversitesi’ne girdik. Ege Üniversitesi’nden mezun olacağız. Muhtemelen bu uygulama okula yeni girecekler içindir,” dedik. Ama öyle olmadı. Bir anda okulumuzun adı İktisadi İdari Bilimler Fakültesi olarak değiştiği gibi Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlanıverdi. Bu haber bizi çok üzdü. Zira o güne kadar bütün müsabakalarda omuz omuza mücadele verdiğimiz Ege Üniversitesi’ndeki arkadaşlarımız ile artık rakip olmuştuk.
Bu yetmezmiş gibi üçüncü sınıf olacak bizim döneme bir başka darbe daha geldi. Buca’ya ilk önce üçüncü sınıflar taşınacaktı. Oysaki biz “Ya birinci sınıflar, ya da dördüncü sınıflar giderler,” diye düşünmüştük. Üçüncü sınıfların gitmesi de nereden çıkmıştı? Şok yaşıyorduk ama yapacak bir şey yoktu. Zira karar kesindi. Eylül ayı geldiğinde iki yıl boyunca alışmış olduğumuz o güzelim okulumuzu bırakıp Buca’ya gitmek çok zor gelse de çaresiz düştük yollara. Konak’tan kalkan, Gürçeşme üzerinden 69 ya da Varyant yoluyla 70 numaralı otobüsler bizi tam okulun önüne kadar götürüyordu götürmesine de yol çok uzundu. Trafik ise cabası...
Buca Dokuzçeşmeler Durağı’ndaki okulumuza varışımız tam bir hayal kırıklığıydı. Camları kırık, sıraları tozlu sınıflarda ders yapacağımızı düşünmek moralimizi çok bozmuştu. Sanki binalar yıllar öncesinden unutulmuş, terk edilmişti. O yıl bizim taşınacağımız bilinse de neden herhangi bir hazırlık yapılmamıştı? Bunu anlamakta çok zorlanıyorduk. Kışın camı kırık, yanıp yanmadığından emin olmadığımız kömür sobalı sınıflarda nasıl ders yapacağımızı çok merak ediyorduk. Buca’daki ilk günümüz bu düşünceler nedeniyle çok kötü geçti.
İlerleyen günlerde öğretmenlerimiz bile sadece ders saatlerinde okula gelip, ders biter bitmez dönüyorlardı. Öğrenci İşleri diye bir şey olmadığı için hiçbir sorunumuzu okulda çözemiyorduk. Ders aralarında kantinde oturacak yer bulamadığımız ve okulun etrafında herhangi bir cafe olmadığı için bir gün semtin amcalarının gittiği kahveye gittik. Önce bizi çok yadırgadılar. Ama sonra onlar da alıştı. Okulun karşısındaki tek semt pidecisi ise yemekhanenin alternatifi oldu.
Soğuk sınıflarda üşüyerek ders yaptığımız ilk yarıyıl bittiğinde yavaş yavaş yeni okulumuza alışmaya başlamıştık. Okulun şartları ağır adımlarla da olsa düzelmeye başlamıştı. Ancak biz hala okuldan çıkar çıkmaz soluğu Alsancak’ta alıyorduk. Zira öğrenci işleri hala taşınmamıştı. Halk Oyunları çalışmalarımızı da oradaki Atatürk Spor Salonu’nda yapıyorduk.
Bahar geldiğinde okulun etrafındaki çayır çimen yeşillenince bölümlerdeki erkek arkadaşlarımız futbol takımlarını kurdular ve turnuvalar düzenlemeye başladılar. O yıl çok çekişmeli maçlar oynandı. Bu ise bizim yeni okulumuza biraz daha ısınmamıza vesile oldu. Sınav hazırlıklarımızı çimenlere yayılarak yapıyorduk. Zira şu anki fakülte binaları henüz inşa edilmemişti.
Bu arada bir sonraki yıl üçüncü sınıfların da Buca’ya taşınacağı haberi ile birlikte prefabrik amfiler yapılmaya başladı. Sevinçliydik, çünkü bir alt sınıflardaki arkadaşlarımız da gelince okulun şartlarının daha da düzeleceğini ümit ediyorduk.
İstemeyerek gitsek de okul hayatımızın son iki yılında Buca’da çok güzel anılarımız oldu. Bunların hepsini burada saymak mümkün olmasa da Buca’dan Şirinyer’e yürüyerek gidip, Bergama Köftecisi’nde köfte yemek bunlardan hatırladıklarımdan sadece bir tanesi. Önce Dokuz Çeşmeler mevkiindeki okulumuzdan Heykel’e gelir, oradan biraz daha yürüdükten sonra sağımızdaki hapishane binasını geçer, uzunca bir yürüyüşten sonra köfteciye ulaşırdık. (O zamanki yeri Şirinyer İstasyonu’nun biraz ilerisindeki pasajdaydı) Şimdi bu yolu yürüyebilir miyim, bilmiyorum.
Yol üstündeki o eski tek katlı evlerin olduğu sokak hafızamda hala çok canlı olsa da geçtiğimiz günlerde Buca’ya yaptığımız bir ziyarette o sokağı bulamadım. Bulamadım, çünkü o evlerin yerinde yeller esiyordu. Sokak vardı ama çok katlı apartmanlar sayesinde tanınmaz hale gelmişti. Canım biraz sıkılsa da Eğitim Fakültesi çevresindeki evlerin yenilendiğini duymuş olduğum için geçmişten izler bulabilirim umuduyla o tarafa doğru yöneldik.
Eğitim Fakültesi’nin yan sokağına arabayı park edip, caddenin karşısına geçer geçmez o güzelim eski evler çıkıverdi karşımıza. Çok sevinmiştim. Mezun olduktan 36 yıl sonra yine Buca’daydım ve sanki aradan onca yıl geçmemişti. Eğitim Fakültesi’nde okuyan arkadaşlarımızı görmeye gittiğimiz için o bölgeye de hiç yabancı değildik.
Bölge ve evler korunmuş, onarılmış, yenilenmiş ve adeta bir cazibe merkezine dönüşmüştü. Restore edilen evlerin bir kısmı öğrencilere yurt veya motel olarak tahsis edilirken, bir kısmı da lokanta veya bar olarak hizmet verir hale getirilmişti.
Akşam eve geldiğimizde hala gördüklerimin etkisindeydim. Aklıma gelen anıları yazarken, pek çoğumuzun (ben de dâhil) Buca ile ilgili bilmediklerini araştırıp, yazımda söz etmeyi düşündüm ve böylece oturdum bilgisayarın başına...
Pek çok kaynaktan edindiğim bilgi, Buca’nın yakın tarihimizde bir Rum köyü olduğunu gösteriyordu. Bunun yanı sıra özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde ticaretle uğraşmak amacıyla aileleriyle birlikte İzmir'e gelip, iş kuran ve yerleşen Avrupalı (İngiliz, Fransız, Hollandalı, İtalyan) iş adamları ve aileleri de Buca’da yerleşerek bir ortak kültür oluşturmuşlar. Bu sayede Buca’nın gelişip zenginleşmesine önemli katkıları olurken yerleşim bölgesinin konut mimarisine de etkileri olmuş. Bu topluma verilen Levanten adı ise bu dönemde oluşmuş.
Levanten kelimesi, Fransızca'dan gelen "Levant" kelimesinden türetilmiş. Levant ise Fransızca "doğmak" anlamına gelen "lever" kelimesinden gelmekteymiş. Günümüzde daha çok Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrail için kullanılsa da, eskiden anlamı "İtalya'nın doğusundaki Akdeniz" imiş.
Levanten halklar Buca'da yaşamaya başladıktan sonra Katolik nüfus için ilk olarak 1800’lü yılların başında bir St. Jean Baptist kilisesi yaptırılmış. (Bu kilise günümüzde de kullanılıyor). Daha sonra ise Protestan Baptist Kilisesi kurulurken yabancı pek çok kız ve erkek okulları da açılmış.
Buca tarihindeki en önemli olaylardan biri ise 1860 yılında İngiliz Aydın Demiryolu Şirketi tarafından, Türkiye’nin ilk iki demiryolu bağlantısından biri olan İzmir - Aydın tren yolunun Buca’ya uzatılması...
Paradiso’dan (Şirinyer) ayrılan bir hat Buca’ya bağlanmış, bundan sonra bu şirketin üst düzey yöneticilerinin Buca’ya yerleşmesiyle banliyo yaşantısı başlamış. Tren yoluyla bağlantılı olan bir başka gelişme ise 1800’lü yılların ortalarında Paradiso - Buca arasındaki bir yerde Levanten aileler tarafından yaptırılan at koşusu alanındaki yarışların, tren yolunun yapımından sonra düzenli olarak başlatılması olmuş. Atlara çok meraklı olan Sultan Abdülaziz de 1863 yılında Mısır'a yaptığı bir geziden dönüşünde Buca’ya gelerek at yarışlarını seyretmiş.
Buca daha önce değindiğim gibi bir Rum köyü olarak tarihe geçse de giderek Levantenler ve özellikle İngilizlerin büyük malikaneler yaptırarak yerleştikleri bir banliyö niteliği kazanmış.
Buca'daki Rum nüfus belli zamanlarda ve bazı olayların etkisiyle artış veya azalış göstermiş. 1700 ve 1800’lü yıllarda Mora'dan ve (başta Sakız olmak üzere) Ege adalarından Anadolu'ya göçen bir grup da Buca'da yerleştirilmiş.
Buca'da o zamanlar tiyatro faaliyetleri de çok yoğunmuş. Eski Yunan tarzı Apollo Açıkhava Tiyatrosu 1820’lerden itibaren amatör ve profesyonel tiyatro topluluklarının oyunlarına sahne olmuş.
O dönemlerde Buca, çevresindeki bağları, zeytinlikleri ve yemyeşil kırlık alanları ile adeta cennetten bir parçaymış...
Cumhuriyet Dönemi’ne gelindiğinde mübadele ile bölgedeki Rum nüfus yok olurken Levanten nüfus için de ticari avantajlar eskisi gibi olmadığından tersine göç başlamış. 1950'li yıllara gelindiğinde ise bölge hızla büyümeye, şehirleşmeye başlamış. Büyümenin asıl nedeni ise köylerden kentlere doğru iç göçmüş. Zamanla da bağ, bahçe, zeytinlik gibi yeşil alanları olan banliyo olma özelliğini yitirmiş.
Cumhuriyet döneminde "Paradiso"nun adı Türkçeleştirilerek "Kızılçullu" yapılmış, yakın dönemde ise tekrar değiştirilerek Şirinyer olmuş. Paradiso'nun yakın çağda yerleşim yerine dönüşmesi ise 1900’lerin başında burada geniş zeytinliklere sahip olan iki Levanten ailenin arazilerini bu amaca hizmet etmesi için tahsis etmeleri ile başlamış.
Paradiso'daki bahçeli evler dışındaki en önemli yapı, bölgenin güneyindeki bir arazide 1912'de Amerikalılar tarafından kurulmuş olan Amerikan Koleji. Eski adıyla Kızılçullu Amerikan Koleji daha sonra devlete devredilmiş, bir süre Köy Enstitüsü olarak eğitim vermiş. Günümüzde ise NATO karargahı olarak kullanılıyor.
Buca’daki eski evler restore edilerek güzelleşince önce fotoğrafçıların sonra da filmcilerin dikkatini çekmeye başlamış. Böylece iki önemli filme ev sahipliği yapmış. 2010 yılı başında, Zülfü Livaneli, “Veda” isimli filmini Buca’da çekmiş. Ali Özgentürk’ün yönettiği Macar Besteci Bela Bartok'un 1936 yılında Anadolu dağlarında çıktığı Türk halk müziği örnekleri toplama hikâyesinin anlatıldığı “Görünmeyen” isimli filmin bir bölümü de Buca’da çekilmiş.
Buca’daki bu güzel binaların bulunduğu Heykel yöresi, bugünkü Belediye Binası çevresi ve Eğitim Fakültesi civarında. 19. Yüzyıl'da yapılmış olan Rees Malikanesi ailenin Buca’dan ayrılmasından sonra önce yatılı kız öğretmen okulu olarak kullanılmış, daha sonra ise Buca Eğitim Fakültesi’ne tahsis edilmiş.
Buca’nın en eski yapılarından olan De Jongh Malikanesi’nin ise 1800’lü yıllarda yapıldığı tahmin ediliyor. De Jongh ailesi 20. Yüzyıl'ın başlarında Buca’dan ayrılırken malikâneyi bir İtalyan işadamına satmışlar. Daha sonra bahçesi bir süreliğine Tenis Kulübü olarak kullanılmış. Sonra da yapılan eklerle sanatoryuma dönüştürülmüş.
Buca’daki malikaneler arasında en dikkat çekenlerden biri de Forbes ailesine ait. Forbes ailesinin Buca’dan ayrılmasından sonra bir süre Whittall ailesi tarafından kullanılmış. Günümüzde ise malikane Buca Hastanesi içerisinde yer alıyor.
Yine 19. Yüzyıl'ın yapılarından Gavrili Konağı ise günümüzde “Sini Köşk” isimli bir lokanta olarak hizmet veriyor.
Üzüme gelince...
Geçmişte Buca’nın yamaçlarında Razaki üzümler hem sofralık olarak hem de içki üretimi için yüzyıllarca Rum, Türk ve Levantenler tarafından yetiştirilmiş. Ancak şehirleşme artınca Buca bağları zaman içinde yok olmuş ve Buca Razakisi de unutulma noktasına kadar gelmiş.
Ancak son yıllarda yeniden Buca’nın Kaynaklar Köyü’nde razaki üzüm yetiştirilmeye başlanmış. Bu ise çok sevindirici bir haber...
Aslında ne kıymetli bir yermiş Buca...
Kıymetinin o zaman farkına bile varamamışız...
İyi ki yeniden gitmişiz. Bu vesileyle geçmişte kalan okul anılarımı sandıktan çıkartırken, Buca’nın tarihine de kısa bir yolculuk yapıp, kıymetini geç de olsa anlayabilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum...
Kaynaklar:
http://www.buca.bel.tr/Buca-Hakkinda/1/tarihce/buca.html
http://www.egelife.com/buca-evleri-ve-baglari