İzmir'in En Ünlü Babası: Bahri Baba 2021-03-11 22:14:36
Yazar: Yaşar Ürük - Notlar
İzmir tarihine baktığımızda, "Gâvur İzmir" söylemine inat, sayısız cami, mescit, medrese, tekke, türbe, zaviye ve yatırı barındırdığını görürüz. Bunların sayısı, bu şehri bu alanda araştırmamış kişilerin öğrendiklerinde hayrete düşecekleri kadar çoktur. Yani mecazi anlamda tüm "gâvur"luğuna ve ülkedeki en yoğun azınlığa sahip olmasına karşın, o görüntünün bile yok edemeyeceği oranda Türk - İslâm unsurlarına da sahip bir şehirdir. Hatta nicelik olarak "İstanbul hariç, Anadolu'daki şehirlerin hiç birinde İzmir'deki kadar mescit, türbe, tekke ya da yatır bulunmadığı"nı rahatlıkla ifade edebiliriz.
İzmir'deki "yabancı ve azınlık" nüfusu şehrin sahibiymiş gibi göstermeye çalışan bazı araştırmacılar, bu unsurları nedense görmezden gelirler. Bir milletin bu şehirdeki 940 yıldan bu yana süren varlığını zedelemeye, çürütmeye ve neredeyse hor görmeye çalışırlar. Derinden derine, satır aralarına gizledikleri ifadeler ve "Azınlıkların varlığı bizim zenginliğimizdir" gibi söylemlerle bu hayranlıklarını göstermeye çalışırlar. Ama bunu yaparken de bu şehrin neredeyse bin yıllık sahiplerinin eserlerini, kültürünü görmezden gelirler. Levanten mirasına ciltler yazarken, asıl "Gâvur" ve "Emperyalist"lerin öncelikle "sömürmek" amacıyla yaptıklarını, "marifet"ten sayar ve abartarak anlatırlar. "İz" peşinde koşarlar. Evet, bu şehirde hayatlarını sürdürmüş olan Rum, Ermeni, Avrupalı ve Hıristiyan tüm azınlıklar birçok alanda çalışmalar ve üretim yapmışlardır. Ama bunu öncelikle Osmanlı Devleti'nin, yeryüzündeki başka hiçbir egemen ülkenin göstermediği ölçüde sağladığı "tolerans ve hoşgörü" ile gerçekleştirmişlerdir. Ve her ne kadar bu şehre yatırım yapmış görünseler de bu işlerin ardında "kazan - kazan" felsefesinin olduğu da tartışılamaz bir başka gerçektir.
Yukarıda saydığım ve şehrin önemli değerleri olmuş olan Türk - İslam unsurları zaman içinde kaybolmuş ve kaybolmayı sürdürmektedirler. Kaybolmuş olsalar da araştırma çalışmalarımda bunlardan da söz etmeyi, geleceğe bırakabileceğim önemli bir miras olarak görüyorum. Bu nedenle 2018 yılında ikinci baskısı yapılan "İzmir Efsaneleri" kitabım için yoğun bir araştırma çalışması içine girdiğim İzmirli dedeler, babalar ya da evliyalardan söz etmeyi önceliklerim arasına aldım. Bu çalışmada öncelikle İzmir'deki yatırların en ünlüsü olan Bahri Baba'dan ve onu yaratan efsaneden söz etmek istedim. Bahri Baba ve efsanesinden hem yıllar içindeki gazete yazılarımda hem de "İzmir'i İzmir Yapan Adlar" kitabımda söz etmiştim. Ancak bütünsel bir araştırma yazısı olarak hiç yayımlamamıştım. Birçok "intihalci" araştırmacının ya da internet sitelerinin bu çalışmalardan kopyaladıkları bilgileri kaynak belirtmeden yayımladıklarını görünce, Bahri Baba'ya öncelik vermek şart oldu. Bu arada Bursa'da da tarih içinde başka bir Bahri Baba tekkesi ve türbesi olduğunu, türbenin uzun zaman önce satışa çıkarıldığını da ek bilgi olarak vermek istiyorum.
Körfez'in güney sahilinde yer alan ve tüm sahilin en "derin" denizine sahip Karataş Koyu, şehrin Bizans egemenliği döneminde tersanenin bulunduğu bölgedir. İlk Türk amirali olarak varsaydığımız Çaka Bey, işte bu tersaneyi ele geçirip, Adalar Denizi'ne hâkim olmasını sağlayacak gemilerini de burada imal ettirip denize indirir. O dönemden sonra bu sahil irili ufaklı teknelerin "çekek" ya da "kalafat" yeri olmayı sürdürür. Bu durum 19. Yüzyıl ikinci yarısında da sürmektedir. Günümüzde Resim - Heykel Müzesi ve Atatürk Kültür Merkezi'nin bulunduğu kıyı ahşap teknelerdeki su girebilecek tüm aralıkların zift ya da katran gibi malzemelerle sıvanıp, tıkandıkları işlemlerin gerçekleştirildiği kalafat yeri olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle de o bölge "Kalafat Yeri" olarak anılmaktadır.
19. Yüzyıl ortalarında, bir gün, bu kıyıya aksakallı yaşlı bir zencinin cesedi vurur. Kim olduğu bilinmeyen bu cesede, denizden geldiği için “Bahri” adı verilir. Durum önce zaptiyelere oradan da valiliğe bildirilir. Zaptiyeler, Türklerin yoğun olduğu mahallelere haber salar ve bu arada belki bir tanıyan ya da yakını çıkar diye meftanın bir gün bekletildikten sonra defnedilmesine karar verilir. Haber elbette kısa zamanda tüm şehre yayılır ve cesedin kime ait olduğu İzmir’de bir anda günün konusu haline gelir. Tüm kahvehanelerde bu konu konuşulmaktadır. O gün akşama kadar ve ertesi sabah da binlerce insan cesedi görmeye kalafat yerine gider. Bu meraklılar arasında bir Mevlevî dede de vardır ve orada gördüğü kalabalığa hayret eder. Çevrede bulunanların yüzünde okuduğu keder, yüreğinin burkulmasına neden olur. İki tahtanın üstüne uzatılmış zavallı meftanın aksakallı yüzünde, bir ölünün yüzünde bulunması olası olmayan sıcak, canlı ve garip bir gülümseme ifadesi vardır. Bu gülümsemenin gizemine dede de kendini kaptırır ve elinde olmadan gözleri dolar. Tam o sırada yanında bulunanlardan biri "Dede efendi hazretleri, yoksa merhum tanıdığınız biri mi?" diye sorar. Meçhul adamın gülümser gibi görünen çehresine muhabbetle bakan dede de “Hayır” diyemez. Cesedi o tahta üstünde, perişan görünümden de kurtarmanın da verdiği dürtüyle birden "Evet, tanıyorum" cevabını verir.
Bu kez bir başka adam "Herhalde mübarek bir zattır değil mi efendim?" deyince, o heyecanla "Evet, bizim gibi bir Mevlevî dedesiydi" diye ekler. Bu sözler oradakilerin bir anda çevresini sarmasına neden olur. O da, onca insanın art arda patlattığı sorulara bıkmadan cevap verir. Ağzından çıkan her cümlenin sonunda sesi gittikçe yükselir: "O, bir kazaya uğramadı. Sizin uğrunuza kendini feda etti. Geçenlerde bir Mecusî putperest ateşini İzmir’de yeniden yakmak istemiş ve Cenabı Hakkın gazabını üstümüze çekerek geçen günkü müthiş fırtınaya neden olmuştur. Şu mübarek adam büyük cezamızı bağışlatmak ve sizleri kurtarmak için kendini feda etmiş ve bir kâfirin günahı için bu kadar insana kıyma diyerek kendisini fırtınalı denize atmıştır.”
Dede'nin kendisini de inandırdığı nutku bitince ortalık bir anda karışır. Halk birden bire kutlu bir dereceye erişen Bahri Baba'nın sakalı ya da elbisesinden bir parça koparmak için hücum eder. Dede, bu saldırıyı da önledikten sonra, ceset hemen oracıkta kılınan cenaze namazından sonra elbirliği ile Kalafat Yeri'nin Kışla yönünde bulunan ve çalışanların kaldığı barakalar ile henüz ıslah edilmemiş olan ve Karataş yönüne uzanan patika yolun arasındaki alana gömülür.
Bahri Baba'nın defnedilmesinden sonra ağızdan ağıza yayılan efsane sonucu mezarın şöhreti kısa zamanda tüm İzmir’e yayılır. Önce "yatır" ardından "türbe"ye dönüşen mezarın baş ve ayak kısımlarına birer servi dikilir ve çevresine duvar örülür. Bahri Baba bir anda İzmir’in en önemli “Dede”si olur. Sabahın erken saatlerinden akşam karanlığına kadar akın akın gelerek murat dileyenler ya da muratlarına erenler; bunların getirdikleri mumlar, bayraklar, örtüler, çaputlar ya da mezarın çevresinde sıra sıra kesilen adak hayvanlarıyla ortalık her gün panayır yerine döner. Ziyaretçilerin büyük çoğunluğu kadındır. Bu arada başlangıç yılı kesin olarak bilinmese de, 19. Yüzyıl'ın ikinci yarısında o alanda bir Mevlevihane'nin varlığı bilinmektedir. Lamec-Saad'ın 1876 yılı şehir planında o bölgede "Bahri Baba" ifadesi yazılmışsa da mezarı mı yoksa Mevlevihane'yi mi kast ettiği çok açık değildir. Bahri Baba adının altında parantez içinde belirtilmiş olan "Octroi" (Hibe) ifadesi de ayrıca akıl karıştırmaktadır.
Derken, kimin aklına geldiyse, ortaya bir soru atılır: "Bahri Baba'ya edilen dualardan, yolun karşı kıyısında yer alan Yahudi Mezarlığı'nda yatan ölüler de yararlanırlar mı? Duaları kendilerine çevirirler mi?"
Müslümanların yaptıkları duaların başka dinden olanların işine yarayıp yaramadıkları sorusu ortalığı karıştırır. Sonunda o günün bilmişlerinden birisine akıl danışılır ve alınan cevap üzerine mezarın bulunduğu yere hücre biçiminde küçük bir oda yapılır. Dualar, bu hücrenin içine girilerek yapıldığı için de Yahudilerin bu dualardan yararlanması sorunu ortadan kalkar.
Bu arada Bahri Baba'nın çevresindeki arazi oldukça değerlenir. Kısa zaman sonra mezara bakanların "Mezarlarını Bahri Baba türbesine yakın yaptıranlar cennetmekân olurlar" sözü, İzmir’in varlıklı ailelerinin türbenin çevresinde bir karış yer satın alabilmek için birbirlerine girmelerine neden olur. Oysa denizden gelen kimliği belirsiz meftayı evliya yapan uyanık dede, daha Bahri Baba gömülür gömülmez oradaki araziyi satın alır ve çevresindeki mezar yerlerini inanılmaz paralar karşılığında satmaya başlar. Bahri Baba'nın ruhundan ve ziyaretçilerin dualarından yararlanmak isteyen birçok kişi oraya gömülmeyi vasiyet eder, hatta daha sağlıklarında büyük paralar ödeyerek mezar yeri satın alırlar. Bahri Baba mezarının çevresi kısa zamanda yeni mezarlarla dolar. Mezar yeri sıkıntısı başlayınca da mutlaka oraya gömülmek isteyenlerin gözü türbenin üst yanındaki Maşatlık’a dikilir. Bu toprak ticareti gittikçe büyüyüp, satın alınan mezar yerleri Yahudi Mezarlığı sınırına dayanınca herkesin gözü Maşatlık’a çevrilmiştir. Ancak Dede, işler iyi giderken Yahudilerin tepkisini çekmeyi de hiç istemez. Derhal ihtarda bulunur: "Müslüman olmayanların gömüldüğü topraklar mekruh olmuştur. Müslüman cenazeleri buralara gömülemez." Böylece Dede'den, Yahudiler de memnun kalır.
Bahri Baba Türbesi'nin büyük ilgi gördüğü günlerde Karataş semtinde ve özellikle şimdiki Subay Orduevi ile Asansör’ün arasında kalan alanda ve özellikle “aile evi” olarak da bilinen Yahudihanelerde çok sayıda Yahudi de oturmaktadır. O günlerde bu aile evlerinden birinde oturan küçük bir kız, her nereye koşturuyorsa dengesini yitirdiğinden olacak Bahri Baba Türbesi'nin önünde yere düşer. Tam bu kendisine hızla yaklaşan bir atlı grubu belirir. O süratle duramayan atlı grup, kızın üzerinden geçtiği halde nasıl denk gelirse hiç biri çocuğa basmaz ve küçük kız da düştüğü gibi sapa sağlam biçimde ayağa kalkar. Bu olay şehirde bir anda duyulur ve Müslümanlarla Yahudiler arasında büyük bir tartışma başlar. Tartışma konusu; "Yere düşen kızı atların nalları altında çiğnenmekten kurtaran Bahri Baba mı, yoksa arka taraftaki mezarlıkta yatan Yahudi din uluları mıdır?" Tartışma gittikçe alevlenir ve ciddi bir duruma dönünce, böyle bir kapışmanın o bölgedeki arazi üzerinde sıkıntı yaratacağını düşünen Mevlevi Halil Dede devreye girer ve "Düşen kızın her iki tarafın ruhlarının himmetiyle kurtulduğunu" söyleyerek sorunun çözülmesini sağlar.
Öte yandan Bahri Baba Türbesi'nin ününün artması İzmir tarihindeki türbeler ve evliyalar döneminde de yeni bir başlangıç olur. “Mızraklı Dede”, “Beliren Dede”, “Susuz Dede”, “Hâlet Baba”, “Yusuf Dede”, “Tezveren Dede”, “Ciğer Dede”, “Hasan Baba”, “Ali Baba”, “Ruhî Baba”, “Selâtin Sultan”, “Emir Sultan”, “Nur Sultan”, “İzmirli Efendi”, “Zekeriya Efendi”, “Kıbrıs Efendi”, “Natırzade Efendi” vb. yerler ya Bahri Baba’dan sonra ortaya çıkar ya da Bahri Baba ile birlikte yeniden rağbet görmeye başlar. Bu evliyalardan da belirli bir sıra ile söz etmeye çalışacağım.
Bahri Baba'dan çeşitli nedenlerle gazete ve arşiv kayıtlarında da rastlanmaktadır. Söz gelimi 6 Mayıs 1890 tarihli Hizmet gazetesinde şöyle bir haber vardır: "Merhum Hacı Şükrü Efendizade Keresteci Tevfik Bey, Bahri Dede zaviyesinin yenilenmesi için gerekli keresteyi ücretsiz olarak vermiştir. Balyozzade Matyos Efendi tarafından da on Osmanlı lirası ve Arabacılar Kethüdası Pehlivan Ağa tarafından elli araba taş yardımı yapıldığı öğrenilmiştir." Bu haberdeki bilgiden Bahri Baba Mevlevi Tekkesi'nin 1876 yılında var olup olmadığından emin olamasak da, 1890 yılından önce var olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı bünyesindeki Osmanlı Arşivleri belgeleri içinde de Bahri Baba'dan söz eden bazı evrak vardır. 20 Zilkade 1315 (12 Nisan 1898) tarihli olanda "İzmir'de vaki Bahri Baba Zaviyesi'ne yüz elli kuruş taamiye tahsisi"nden söz edilir.
Bu arada İzmir şehri de gelişen ticaret ve ekonomik yapısına paralel biçimde gittikçe büyümekte ve genişlemektedir. Bu nedenle yeni yollar yapılması ya da imar alanları kazanılması bazı bölgeler için zorunlu hale gelir. Çok büyük alanlar kapsayan mezarlıklar da bu konuda ilk akla gelen yerler olmaktadır. Dönemin yöneticilerinden bazıları bu işe el atarlarsa da, karşılarına dikilen muhalefet nedeniyle başarılı olamazlar. Öte yandan Bahri Baba çevresinde de önemli imar hareketleri yaşanmaktadır. Bu gelişmelerden biri dönemin İzmir Balıkhanesi'nin bulunduğu mahallin lağım sularına yakın olması nedeniyle, söz konusu balıkhanenin Bahri Baba Türbesi sahilindeki yakın bir alana naklidir.
Bunun yanı sıra yine 1908 yılında, şehrin ihtiyacı olan elektrik santralinin yapımı için başvuran bir şirket, projeyi yine Bahri Baba Türbesi bölgesinde planlar. Ancak İzmir'in elektrik santrali ancak 1928 yılında Darağacı bölgesinde inşa edilecektir.
Şehrin ortasında kalan mezarlıklarla ilgili süren sorun ancak 1913 ile 1917 yılları arasında İzmir Valisi olarak görev yapan Rahmi Bey döneminde çözülür. II. Meşrutiyet'ten sonra toplanan Birinci Meclis'e, Selânik mebusu olarak giren Rahmi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel İdare Kurulu’nun oybirliği ile görevlendirmesi sonucu, vali olarak İzmir’e atanınca; Bulvar Şirketi’nin kurulmasına ön ayak olur ve günümüzdeki Fevzipaşa Bulvarı’nın çok büyük bölümü ile İkiçeşmelik üzerinden Eşrefpaşa’ya çıkan Eşrefpaşa Caddesi'nin devamının yapımını sağlar. İzmir’de ilk kez düzenli karakol binaları kurar ve birçok önemli yapının da tamamlanmasını sağlar.
Vali Rahmi Bey göreve başlar başlamaz Basmane, Mezarlıkbaşı, Kâtipoğlu, Karataş ve İkiçeşmelik’teki mezarlıkların şehrin gelişmesine engel oldukları bilgisini öğrenince, bu mezarlıkların kaldırılmasına karar verir. Ancak bu kararı iyi karşılanmaz. Şehirde birçok dedikodu yayılır. Valinin "Mutlaka çarpılacağı" da söylenir. Ancak Rahmi Bey, özellikle tekke şeyhlerinin baskısına aldırmayarak kararı uygulamaya başlar.
"Şehir içinde kalan mezarlıkların kaldırılması" kararına Bahri Baba Türbesi de dahildir. Bu nedenle etekleri tutuşarak soluğu Rahmi Bey'in huzurunda alanların başında Halil Dede de vardır.
"Efendim, Bahri Baba hazretleri dün gece rüyama girdi. Git Vali Beye söyle, mezarlıklara ilişenlerin elleri taş olacaktır. Beni yerimden edip rahatımı, huzurumu bozmasınlar" diye meramını açıklar. Rahmi Bey oldukça pratik bir kişidir. Halil Dede'nin arsa işindeki rolünün de farkındadır. İtiraz etmez ve "Kararı gözden geçireceğini" söyleyerek dedeyi uğurlar. Ancak ertesi sabah henüz gün doğmadan adam gönderir ve Halil Dede'yi yatağından kaldırtarak apar topar huzuruna çıkartır. Halil Dede ne olduğunu anlamamış, doğrusu biraz da ürkmüştür. Rahmi Bey gayet rahat konuşur: "Bu Bahri Baba hazretleri gerçekten yaman bir evliya imiş. Dün bana rüyana girip seninle konuştuğunu söylediğinde pek inanmamıştım. Ama doğruymuş. Evliya hazretleri bu gece de benim rüyama girdi. Vali Bey, benim yerimi değiştirmemelerini söylemiştim ama artık vaz geçtim. Türbemi açık ve ferah bir yere nakletmenizi ben de istiyorum dedi." diye açıklamada bulunur. Halil Dede'nin söyleyecek sözü kalmamıştır. Rahmi Bey zaman geçirmeden tantanalı bir tören düzenleyerek Bahri Baba'nın mezarını Eşrefpaşa’daki mezarlığa kaldırtır.
Bu arada bir başka belgeden de, Yahudi Mezarlığı'nın İşgal döneminde cemaate verildiğini öğrenmekteyiz. Ancak bir yıl geçmeden Yunan İşgal Yönetimi bu mezarlıktaki tüm gömüleri kaldırarak, alanı boşaltacaktır.
Yukarıda sözü geçen ve Sarımsak Dede Mezarlığı olarak bilinen mezarlık 1932 yılında zamanın İzmir Valisi Kâzım Dirik ve Belediye Başkanı Dr. Behçet Salih Uz tarafından yapılan düzenlemede kaldırılır. Bahri Baba'nın kemikleri diğer mezarlarla birlikte Asri Mezarlığa taşındıktan sonra bu alan Eşrefpaşa'nın ilk pazar yeri olarak kullanılır ve bir köşesine de Nikâh Dairesi inşa edilir. Bu arada bazı çalışmalarda "Bahri Baba'nın sanduka biçiminde olan mezarının başındaki Mevlevî külahlı taşta İş bu merkatı şerif Hüseyin Avni Paşa hazretlerinin mahdumu Ahmet Fuat Beyefendi tarafından vaz ve inşa olunmuştur. Vefatı: 1309 yazılı olduğu belirtilir. Bu bilgiye göre Bahri Babanın öldüğü tarih 1893 yılına denk gelmektedir ancak bu bilginin doğru olmadığı bellidir. Çünkü sözü geçen tarihten çok öncelere tarihli olan yukarıdaki belgelerde Bahri Baba adı açıkça geçmektedir.
Yahudi Mezarlığı, Cumhuriyet döneminde, ilki Aziz Akyürek’in belediye başkanlığında olmak üzere birçok kez düzenlenir. 1941 yazındaki düzenleme sırasında parkta bulunan ve çocuklar taş toprak attığı için sürekli kirlenen havuz kaldırılır. Mithatpaşa Caddesi’ne, İnönü Caddesi adı verildiği 1942 yılı Mart ayında, parkın adı da "İnönü Parkı" olarak değiştirilir. Özellikle Mithatpaşa Caddesi’nin genişletilmesi çalışmalarına uygun olarak, denize yakın kıyısı defalarca biçim değiştirir, bu arada park içinde ve çevresinde yapılaşma da başlar. Sonraları Güney Deniz Saha Komutanlığı olacak olan Yurtiçi 2. Bölge Komutanlığı ve Belediye Şark Kahvesi (Şato Gazinosu) binaları; günümüzde yıkılmış olan Atatürk İl Halk Kütüphanesi yanı sıra Astsubay Orduevi ve yakın tarihlerde yenilenen büyük trafo binası ile parkın önemli bölümünden geçen ve de Birleşmiş Milletler Yolu adı verilen Varyant; parkın yeşil alan oranını oldukça düşürür.
Öte yandan parkın günümüzde İzmir Metrosu Konak Meydanı istasyonuna en yakın bölümüne 1958 yılında tiyatro sarayı yapılması kararlaştırılırsa da, bu proje yaşama geçirilemez ve İzmir Belediyesi'nin tahsisat ayırmaması nedeniyle yarıda kalan inşaat, uzun zaman sonra yıktırılır. Resmi adını 2000 yılında alan Bahribaba Parkı, daha önceleri "Vali Rahmi Bey Parkı" olarak da anılmıştır. Sonuçta, günümüze kadar başka adlar verilmesi için çeşitli girişimlerde bulunulmasına karşın, Bahri Baba, kendisi kalamasa da adının bu parkla günümüze kadar yaşamasını başarmıştır.
Kaynakça: