1922 Yangını Ve Türkler'in Zararı 2021-01-19 10:00:00
Yazar: Yaşar Ürük - Notlar
1 Eylül 1922 Cuma günü yayınladığı bildiride Başkomutan Mustafa Kemal şöyle diyordu:
"Zalim ve gururlu bir ordunun asıl kuvvetlerini inanılmayacak kadar az bir sürede yok ettiniz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti, geleceğinden emin olmaya haklıdır. Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan savaşları verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve hamiyet kaynaklarını yarışırcasına vermeye devam etmesini dilerim. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir! İleri!"
Bu sözler Başkomutan'ın Kurtuluş Savaşı'nda verdiği "son emir"dir. Büyük Taarruz'un başladığı şafaktan o güne kadar zaten hiç durmayan ordumuz daha da şahlanarak kavuşacağı Akdeniz'e son hızla yol almayı sürdürür. Bu arada İzmir şehri oldukça hareketlidir ve büyük kargaşa yaşanmaktadır. İzmir postanelerinden, başta İngiltere olmak üzere dünyanın her yerine panik ifadeleri içeren telgraflar çekilmektedir.
2 Eylül Cumartesi günü İngiltere'nin İzmir Başkonsolosu Lamb "Yunanlıların İzmir'i boşaltması şartıyla, iki taraf arasında ateşkes önerirken, ABD Konsolosu Horton ise hükûmetine çektiği telgrafta "Yunan ordusunun kurtarılmasına artık imkan yoktur. Şehirdeki Hıristiyanlar, panik içinde şehri terk etmek istiyorlar. İşittiğime göre de Yunanlılar şehri yakmak istiyorlar" ifadesini kullanır. Yunan Yüksek Komiseri Stergiades ise Fransa Konsolosu Garillet'yi ziyaret ederek, "Ordularının sıkıntıda olduğunu ve bu nedenle o güne kadar üstlendikleri, şehirdeki güvenliği sağlama sorumluluğunu artık kabul etmeyeceklerini" bildirir. Bu durum üzerine toplanan İtilaf Devletleri konsolosları, hükümetlerinden savaş gemileri isteme kararı alırlar. Nitekim bu çağrı üzerine İngiltere'nin, Amiral Brock komutasındaki Akdeniz Donanması ertesi gün İzmir limanına demirler.
4 Eylül Pazartesi günü çektiği yeni telgrafında Konsolos Lamb "Büyük miktarda Rum göçmen şimdiden geldi. Otuz bin kişi daha bekleniyor. Yardım için Kızılhaç'a çağrıda bulunulamaz mı?" diye sorar. Öte yandan konsoloslukta yapılan yeni bir toplantı sonucu, İzmir'deki tüm İngiliz kolonisinin tahliyesi kararı alınır. İngiliz donanmasının ardından, Amiral Dumesnil komutasındaki Fransız donanması da Körfez'e girerek demirler. Şehirdeki az sayıda ABD vatandaşı da, açıkta bekleyen iki ayrı savaş gemisine bindirilir.
5 Eylül Salı günü Yunanlıların İzmir'i boşaltma çabaları yoğunlaşır. Atina yönetimi, Yunan Anadolu Ordusu Komutanı General Hacıanesti'yi görevden alarak yerine Birinci Kolordu Kumandanı General Trikopis'i atar. Oysa Trikopis'in üç gün önce esir düştüğünden haberleri olmamıştır. Aynı gün bu gerçek öğrenilince, göreve bu kez Korgeneral Polymenakos getirilir. Polymenakos, Savaş Bakanı Teotakis ve Genelkurmay Başkanı Dusmanis ile birlikte askeri bir gemiyle İzmir'e hareket eder. Bu arada İzmir'deki Osmanlı Bankası yönetimi, İngiltere Başkonsolosluğu'na "Kasalarındaki hazineyi İngiliz zırhlılarına taşımayı" önerir. Aynı gün akşam saatlerine doğru Trakya'dan deniz yoluyla getirilen Yunan birliklerindeki erat, İzmir'deki paniği görünce karaya çıkmayı reddeder.
Öte yandan limandaki hemen tüm gemiler, başta Rum ileri gelenleri olmak üzere taşıyabileceklerinin kat kat üstündeki insanı adalar ve Pire'ye nakletmektedir. Yabancı gözlemcilere göre, İzmir'e her gün, limandaki gemilerden birine binmeyi umut eden ortalama otuz bin mülteci gelmektedir. Bu işin kargaşaya döndüğünü gören İngilizler, rıhtım ve limana denizcilerini çıkararak düzeni sağlamaya çalışır. Fransa konsolosluğu kendi uyruğunda olanlara "İzmir'den ayrılmaları gerektiği"ni bildirirken, İtalya Konsolosluğu ise "İtalyan uyruklular için bir tehlike olmadığını" bildirir. Oysa İngilizler, kendi vatandaşlarını, Kıbrıs'a göndermek üzere, o gün erken saatlerden itibaren gemilere bindirmeye başlamıştır. Öğleden sonra Yunan Postanesi ile Yunan Milli Bankası da kapanır. Şehir çok telaşlıdır ve ekmek sıkıntısı da başlar.
6 Eylül Çarşamba sabahı yeni komutan Polymenakos ve beraberindekiler İzmir'e ulaşır. Ekip, Hacıanesti'ye görevden alındığını tebliğ eder. Hacıanesti, "Yeni bir savunma düzeni yapılmasını" önerirse de, işgalin başından beri İzmir'deki Yüksek Komiserlik görevini sürdüren Stergiadis öneriyi reddeder. Toplantı sonunda Hacıanesti, kendisini Pire'ye götürecek gemiye binerken, aynı saatlerde dağılan Yunan ordusunun ricat eden öncüleri İzmir'e ulaşır. Polymenakos'un yeni başkomutan olarak ilk ve son emri "Birliklerin gemilere bindirilmesi" olur. Aynı gün Başbakan Rauf Bey, Konya Valisi Abdülhalik (Renda) Bey'i İzmir Valiliği görevine atarken; İzmir'deki cemaatlerin lider din adamları olan İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, Ortodoks Metropoliti Hrisostomos, Ermeni ve Katolik temsilcileri ile Protestan ruhani reisi ve İzmir Hahambaşı ortak bir bildiri yayımlayarak "İzmirlileri yolsuz hareketlere kalkışmamaları" konusunda uyarırlar. Akşam saatlerine doğru çoğu Malta ve Kıbrıslı olan İngiliz vatandaşları da İzmir'den ayrılmaya başlar. Hrisostomos da Fransa ve İtalya konsoloslarını ziyaret ederek tüm Hıristiyanları himayelerine almalarını ister.
7 Eylül Perşembe sabahı bu kez Yunanistan'dan gönderilen üç alayı taşıyan gemiler limana ulaşır. Ancak iki gün önce gelen birlikte olduğu gibi bu alaylardaki erat da şehirdeki durumu anlayınca karaya çıkmayı kabul etmez ve gemiler derhal Çeşme'ye hareket eder. Bu arada İzmir rıhtımı mahşer yeri gibidir. İnsan ve valiz yığınları arasından, İngilizler ve Fransızlar kendi kolonilerini korumak için rıhtıma asker çıkarır. Şehrin iki büyük hastanesinden biri olan Rum Aya Haralambos Hastanesi'ndeki hastalar, Pire'ye gönderilmek üzere ayrı bir gemiye bindirilirken, askeri hastanelerde tedavi görmekte olan tüm yaralılar Patris adlı gemiye bindirilir. İki gemi de gece Pire'ye hareket eder. Bu gemilerin yanında şehirdeki tüm küçük dereceli memurların bindirildiği iki buharlı gemi de vardır. Yunan Başkumandanlık karargahı da önlem olarak limanda bulunan bir gemiye nakledilir. Yüksek Komiser Stergiades, şehirde sıkıyönetim ilan ettikten sonra İngiliz Amirali Brock'la görüşerek "Türk ordusunun çok yaklaştığını. Bu nedenle zorda kalırsa İngiliz donanmasına sığınıp sığınamayacağını" sorar. Kendisine İron Duke zırhlısına kabul edilebileceği cevabı verilir. Öğleden sonra şehirdeki tüm Yunan memurlar İzmir'i terk ederken, Fransız uyruklular konsolosları General Gareyye ile toplantı yaparlar. Gareyye, kendilerine "Rahat olmalarını. Tüm önlemleri aldıklarını. Kim olurlarsa olsunlar her din ve mezhepten kişinin Frerler Okulu (Günümüzde İzmir Ticaret Lisesi) ve Fransız Hastanesi binalarına sığınabileceğini" söyler. Aynı gün, Atina'da Yunan hükûmeti istifa eder.
8 Eylül Cuma günü sabah erken saatlerde şehirde bulunan Yunan birlikleri Çeşme yönüne hareket eder. Şehirde son kalan İngiliz uyruklular da gemilere alınırken, yüksek dereceli Yunan memurlar Naksos, ikinci dereceden memurlar Adriatikos ve Atromitos adlı gemilere bindirilir. Karataş'taki eski İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi (Günümüzde İzmir Kız Lisesi) binasında kurulmaya çalışılan İzmir İyon Üniversitesi rektörü, matematik profesörü Konstantin Karatheodoris de, İzmirli bir gazeteci olan Theodosios Daniilidis'in de yardımıyla son anda Naksos gemisine alınır. Ancak okul için büyük paralarla satın aldırttığı 36 büyük sandık dolusu kitap ve 82 sandık dolusu laboratuvar malzemelerinden bir bölümünü de birlikte götürmeyi başarır. Aynı gün Yunan Ordusu Başkomutanlığı "Anadolu'yu boşaltma kararı" alarak, o kargaşa içinde birliklerine "olabildiğince" duyurur. ABD İzmir Başkonsolosu Horton da, Washington'a çektiği bir telgrafla "Mustafa Kemal ile ilişkisinin nasıl olması gerektiği"ni sorar. Hemen tüm Yunan görevli ve memurlarını alan üç sivil gemi, Yunan savaş gemileri ile birlikte demir alarak limandan ayrılır. Uluslararası kurallar uyarınca bayrak ve donanma liderinin selamlanması gerektiğinden, önlerinden geçen ve o güne kadar İzmir'de yönetimi ellerinde bulunan Yunan gemilerini, Fransız muhripleri Yunan Milli Marşı'nı çalarak selamlar. Bu marş çalma olayı daha sonraları, Yunan araştırmacıları tarafından bir tür "alay edilme" olarak değerlendirilecektir. Uzunada açıklarına yaklaşırken Yunan hafif kruvazörü Elli, diğer iki kruvazör Aspida ve Niki ile birlikte Urla Yarımadası boyunca Çeşme yönüne kaçan askerlerini korumak amacıyla, kafileden ayrılır. Naksos gemisine binmeye cesaret edemeyen, hatta Rıhtım'da birikmiş olan Rumlar tarafından linç edilmesini önlemek için görevlendirilen İngiliz korumaların çabalarıyla bir tekneye binen Yüksek Komiser Stergiades de, aldığı söz üzerine Iron Duke zırhlısına sığınır. Gün geceye kavuşurken İzmir'de işgal yönetiminden kimse kalmamıştır. İzmir Hükûmet Konağı'ndaki Yunan bayrağı da binada kalan tek kişi olan ve yirmi yıldır Yunan Konsolosluğunda kavaslık yapan Dimos tarafından indirilir. O gece limanda "bekleşen" ve çoğu savaş bölgesinden gelen Rumların sayısı kırk beş bini bulur. Yönetimsiz ve nispeten sakin geçen gecede Türklere hakim duygu heyecan iken Rumlarda korku vardır.
9 Eylül 1922 Cumartesi günü kahraman ordumuzun İzmir'e girmesinden sonra Sarıkışla, Hükûmet Konağı ve Kadifekale'ye çekilen bayraklar, bu güzel şehrin üç yıl, üç ay, üç hafta ve üç gün süren esaretinin sona erdiğini tüm dünyaya ilan etmektedir. Kurmay ekibinin, şehrin her tarafı yeterli kontrol altına alınamadığı için, o müthiş gün İzmir'e girmesine izin vermediği Gazi Mustafa Kemal Paşa, çok sevdiği bu şehri Belkahve'den dürbünle izler ve geceyi geçirmek üzere sonradan adının verileceği Nif kasabasına döner. Türk ordusu Balçova tarafında bulunan Yunan piyade ve süvarilerinin Urla ve Çeşme'ye doğru çekilmesini sağlamak için o yöne harekat yapmaz. Türk bayraklarının yanı sıra Fransız, İtalyan, İspanyol, Belçika ve Amerikan bayraklarının evlerin cumbalarından sallandırıldığı Rıhtım'da günlerdir bekleşenler bir an önce körfezdeki gemilerden birine binebilmek için büyük mücadele vermektedirler. Sarıkışla'da tutuklu Yunan esirlerinin sayısı dört binden fazladır. Birinci Ordu Kumandanlığı yayınladığı bildiri ile şehirde alkol kullanımını yasaklar. İşgal edilmiş cami ve mescitlerin de eski haline döndürülmesini ister. O gece İzmirliler için mutlu saatlerle geçer.
10 Eylül Pazar günü Gazi, eski adıyla Hükûmet Caddesi üzerinden geldiği Hükûmet Konağı'nda çeşitli görüşmeler yapar ve Nurettin Paşa'yı da İzmir Vali Vekilliği görevine getirir. Zaten o sabah İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD konsolosları, ordu komutanı olarak Nurettin Paşa'ya kutlama ziyareti gerçekleştirmişlerdir. Bu arada İzmir sokaklarında çeşitli olaylar sürmektedir. 15 Eylül'deki zulmü unutmayanlar esir Yunan subay ve erlerini "Zito Mustafa Kemal" diye bağırtırlar. Bazı semtlerde kısmen yağma hareketleri yaşanır. Askeri yönetim bu hareketleri önlemek için sert önlemler alır. Büyük korku yaşayan İzmirli Rumlar evlerine gizlenirken, son bir hafta içinde Ege içlerinden İzmir'e gelenler ise Ortodoks Rum ve Ermeni kiliselerini doldururlar. Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek isteyen Metropolit Hrisostomos bunu başaramaz ve sadece Nurettin Paşa ile görüştükten sonra, sorgulanmak üzere gönderildiği karakola götürülürken, çarşı bölgesinde halk tarafından linç edilir. Bu arada çekilmekte olan Yunan birlikleri, hiç dinlenme fırsatı bulmadan yol yaptıktan sonra ulaşabildikleri Urla ve Çeşme'de gemilere bindirilmektedir. Mustafa Kemal Paşa, İzmir'de ilk gecesini Karşıyaka'da İplikçizade Köşkü'nde geçirecektir.
11 Eylül Pazartesi, Türk birlikleri İzmir çevresindeki son yerleri de kurtarmak için Kuzey'de Foça, Batı'da ise Urla yönüne harekete geçer. Nurettin Paşa da yayımladığı bildiri ile sivillerin silah taşımasını, yağmayı ve benzer olayların yaratılmasını yasaklar. Başkomutanlık karargahı Rıhtım'daki bir binaya taşınır. Ancak şehirde gözle görülür karışıklık hala sürmektedir. Yönetim henüz şehrin her sokağına hakim durumda değildir ve sivillerin taşkınlıkları engellenememektedir. Azınlıklar gibi çok sayıda İzmirli aile de evlerine kapanmıştır.
12 Eylül Salı günü birliklerimiz hem Foça, hem de Urla'yı düşmandan kurtarır. Sona kalan Yunan birliklerinin gemilere binerek Anadolu'yu terk edecekleri tek nokta olarak Çeşme kalmıştır. Bu arada, bazı Türk ailelerin komşuluk ilişkileri içinde korumalarına alıp sakladıklarının dışında, şehri henüz terk edememiş çok sayıda Rum, henüz sonlanmamış karmaşa içinde öldürülür. İngiltere İzmir Başkonsolosu Sir Lamb karşısına çıktığı Mustafa Kemal Paşa'ya "İngiltere Hükûmeti'ne karşı savaş mı ilan ettiğini?" sorar ve tarihe yazılan tokat gibi cevabı alır. Aynı soruyu limanda demirli bulunan İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral De Brock da yazılı olarak sorup benzer cevabı alınca İngilizler yeniden panik yaşamaya başlar. Mustafa Kemal, o koşullar içinde "İngiltere'yi savaş halinde saydığını ve subaylarını tanımadığını; İngiliz uyruklu kişileri tutuklarsa haklı olacağını ama bunu yapmak istemediğini ve iki ülke arasında siyasi ilişkilerin kurulmasını arzu ettiğini" açıklar. Aynı gün Haynots adıyla da bilinen Ermeni mahallesinde yangınla birlikte karışıklık çıkar. Ancak bu ateş müdahale ile söndürülür.
13 Eylül Çarşamba günü sabah erken saatlerde, artçı bıraktıkları gruplar hariç, Anadolu'yu terk eden Yunan birliklerinin önemli bölümü, kendilerini götürecek gemilere bindirilmiş durumdadır. İngilizlerin deniz yolundan İstanbul'a getirdiği Yüksek Komiser Stergiades, orada bindiği bir Romen vapuru ile Romanya'ya hareket eder. Oradan da Fransa'ya geçecektir. Öğle saatlerine doğru Ermeni Mahallesi'nde başlayan ve Sigorta Şirketleri itfaiye grubunun müdahale etmesi engellenerek, söndürülemeyen yangın, bir anda şehrin kaderini değiştirecek bir felakete döner. Kısa zaman sonra beklenmedik şiddette çıkan Lodos rüzgarı, aynı mahallede farklı noktalarda da başlayarak büyüyen ateşi önüne katarak Punta bölgesindeki İtalyan Mahallesi'ne kadar ilerleterek, önlenemez bir felakete çevirir. Yangın başladığı saatlerde Rıhtım'daki karargahta bulunan Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler yaklaşan yangının, bulundukları bölgeyi de tehdit etmeye başlaması üzerine, Karşıyaka'ya geçerler. ABD konsolosu Horton, yaklaşık üç yüz Amerikalıyı Rıhtım'daki bir başka yapı olan İzmir Tiyatrosu'nda toplamıştır. Ancak önce duman sonra ateş tehdidi başlayınca, bu kişiler Körfez'de demirli bulunan ABD kruvazörü Simpson'a nakledilir. Rüzgar gece geç saatlerde hafifler ancak gene de ateş çok kuvvetlidir ve şehir bütün gece yanmaya devam eder.
14 Eylül Perşembe sabahı bu kez rüzgar açısından Eylül gibi en sakin bir ayda, İzmir meteoroloji tarihinde görülmemiş bir şey yaşanır. Bir gün önce yaklaşık 9 beaufort (75-88 km/h) hızda esen Lodos rüzgarı, tam aksi yönde ve aynı hızda esen Poyraz'a döner. Bu kez Poyraz önüne kattığı ateşi, yaktığı yerleri bir daha yakıp bu kez küle çevirerek ilerler. Türk/Yahudi bölgesi ile Tarihi Çarşı'ya iyice yaklaşan ateşi boydan boya uzanan ve oldukça geniş bir hat engeller. Yangının başladığı noktaya çok yakın olan İzmir - Kasaba Garı (Basmane Garı) merkezli bu hattın Kuzey Doğu bölümü, birçok yerde yirmi metrenin üstüne çıkan genişliğe sahip demiryoludur. Yangını asıl önleyen ve geçişine izin vermeyen ikinci hat ise Gar'dan Batı yönündeki Rıhtım'a doğru uzanan istimlak alanıdır. Bu alan 1917 yılında Bulvar Şirketi tarafından, yapımı için yıkım çalışmalarına başlanan ve işgale kadar 950 metresi açılarak Hisarönü'ne kadar gelen, o dönemdeki adıyla Şirket (Günümüzde Fevzipaşa) Bulvarı'nın, toprak zeminli ve henüz işlenmemiş halidir. Ateş, yirmi beş metre genişliğindeki bu şeridi aşıp karşıya sıçrayamaz. Geçip de tarihi çarşıya zarar verdiği tek nokta, henüz açılmamış olan Hisarönü bölgesi olur. Kantar bölgesinden Güney yönüne çarşı içine yönelen ateş, Pirinç Hanı kül ederken, Çakaloğlu Hanı'nı da iki yanından kucaklayarak, 871. Sokak merkezli çatı yangını olarak, 864. Sokak hizasına kadar gelir. Çakaloğlu Hanı tavanında var olan ve günümüze kadar ulaşan is lekeleri yangından günümüze ulaşan son izlerdir.
Mustafa Kemal Paşa, İzmir Belediye Meclisi'nin oybirliği ile aldığı karar sonucu kendisine verilen İzmir Şehri Hemşehriliği'ni kabul ederken, İngiliz Filosu Kumandanı Amiral Brock, İstanbul'a doğru yola çıkar. Gazi aynı gün, daha önceden davet aldığı Göztepe'deki Uşakizade Köşkü'ne geçerken, Genelkurmay ve Batı Cephesi Karargahları Bornova'ya taşınır.
Bu arada İstanbul ABD Yardımcı Konsolosu Maynard B. Barnes, Vali Vekili Nurettin Paşa'yı ziyaret ederek, "İzmir'den ayrılması istenen Rumların evlerine dönmelerine izin verilmesini" ister. Nurettin Paşa, o ana kadar tamamı yanmış olan Rum mahallesini işaret ederek "Bizim evlere mi dönecekler? Yoksa şehir mi inşa edecekler?" cevabıyla, şehirdeki Rumları, kendilerinin alıp götürmelerini ister. Bu işi, ordunun İzmir'i kurtardığı gün şehre gelen ve şehirde yapılanması bulunan YMCA (Genç Hıristiyanlar Derneği) sekreteri Asa Kent Jennings başaracak ve Türk yönetiminin de oluru ile Eylül ayının son on günü içinde çoğu Rum olan yaklaşık 350 bin mültecinin, gemilerle İzmir'den ayrılmasını sağlayacaktır.
15 Eylül Cuma günü Çeşme yoluyla Anadolu'yu terk eden Yunan birliklerinin sonuncusu da kendilerini götürecek gemilere binmeyi tamamlar. Bu arada yangın şehrin büyük bölümünde sürmekte, ancak özellikle tarihi çarşıdaki ateşe ciddi müdahale edilmektedir.
16 Eylül Cumartesi günü Nurettin Paşa bir bildiri yayımlayarak 18-45 yaş arası tüm Rum ve Ermeni erkeklerin esir olarak kabul edildiğini, geri kalanların ise 30 Eylül tarihine kadar ülkeyi terk edebileceklerini bildirir. Yangın hafiflese de sürmektedir.
17 Eylül Pazar günü Genelkurmay Başkanlığı, Adana'daki Tayyare Mektebi ile Konya'daki Hava Kuvvetleri Müfettişliği'nin İzmir'e nakledilmesini bildirir.
18 Eylül Pazartesi günü felaketle sonuçlanan büyük yangın tamamen söner. Rüzgarın iyice hafiflemesi, yangın bölgesinde neredeyse artık yanacak hiçbir malzeme kalmamasının yanı sıra aynı gün hafif de olsa yağan yağmur, son ateş parlamalarını da yok eder.
Sonuç olarak tarihin en büyük felaketlerinden birine neden olmuş olan ve can kaybının hiçbir şekilde bilinememesinin yanı sıra, mal kaybının da değeri asla ölçülemeyen bu yangının, çoğu araştırmada üç gün sürdüğü belirtilirse de, tamamen sönmesi 18 Eylül'ü bulur. Bu altı günde ateşin değdiği her yer harabeye döner. "Yangının kimler tarafından ve ne amaçla çıkarıldığı" gibi başından bu yana tartışılan ve birbirlerini suçlayan taraflar arasında uzlaşma sağlanamayan "suçlu kim?" ya da "ilk kibriti kim ateşledi?" konusu bu çalışmanın kapsamında yoktur. Bu başka bir çalışma konusudur. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Tunç Soyer'e, ricası üzerine 2019 yılı Kasım ayında, makamında yaptığım yaklaşık iki saatlik görsel sunumda, yangının öncesinden sonrasına, hemen her ayrıntıyı görüntüleriyle destekleyerek anlattım. Sunumun bir diğer izleyicisi de değerli dostum Sayın Hasan Tahsin Kocabaş'tı. O sunumun sonunda Sayın Soyer'e şunları söyledim:
"Siz bu şehirde yaşayanların verdikleri oylarla seçilmiş bir başkansınız. Yani lidersiniz, öndersiniz. Elbette şehir sizden sorulur. Yangın konusu, yüz yaşına sizin başkanlığınız dönemi içinde girecek. Bu güne kadar içerden ve dışarıdan sürekli kazınan bu konu hakkında yüzüncü yılda daha yüksek sesler çıkacaktır. Sonradan savunmalar yapmak, söylemler geliştirmek yerine şimdiden hazırlanmakta büyük yarar görüyorum. Bu şehrin başkanı olarak konu ile ilgili her türlü bilimsel tabanlı çalışmayı şimdiden başlatmalısınız. Malum kaynaklar seslerini yükseltmeye başlamadan önce lütfen siz her türlü hazırlığı tamamlamış olun ve onların hareketlenmesini beklemeden, siz daha önce davranın. İçerden, dışarıdan, kayda değer ve verilere dayalı sözü olan herkesi ortak çalışmaya davet edin. Bunları yaparken de, bu şehrin o yangınla oluşan cehennemde, adını kültür gibi bir uygarlık kavramından alan bir cennet alan yarattığını da dünyanın dikkatine sunun."
Sayın Soyer, önerimi haklı buldu ve böyle bir çalışmayı zamanında başlatacağını söyledi.
Bu çalışmayı günümüze kadar pek dile getirilmemiş hatta bilerek sözü edilmemeye çalışılmış bir başka gerçeği göstererek tamamlamak istiyorum. 1922 İzmir yangınını konu alan eserlerin yaratıcısı birçok yazar, yangının "etki alanı" ile ilgili olarak genelde benzer saptamalarda bulunurlar. Sözgelimi Hervé Georgelin "Muzaffer orduların zalimliği"nden söz ettikten sonra "Yangından zarar görenlerin kundakçılarla aynı milletten olmaları"nı akla yatkın bulmaz. Düşüncesini "Eski olaylardan kaynaklanan yerinde kaygının dışında, Türk ordusundan başkasının suçlu olduğunu düşündürecek net bir tanık mevcut değildir" yargısı ile tamamlar. Yazara göre "Yanan bölgenin bitişiğindeki Yahudi ve Türk mahallelerinin yangından etkilenmemesi kafa karıştırıcıdır."
Bir başka çalışma olan "Yunan Düşü"nde yazar Smith "Kentin yabancıların oturduğu mahallesi, ateşler içinde kaldı. Rüzgarın yönü nedeniyle, Türk mahalleleri hiç zarar görmedi." şeklindeki açıklamasını "Ermeni, Rum ve Frenk ya da Avrupalıların mahalleleri hemen hemen tümüyle tahrip edilmişti. Geriye sadece Türk ve Yahudi mahalleleri kalmıştı" sözleriyle bütünler.
İzmir yangını ve yaşananlar konusunda Türkler aleyhine en ağır kitaplardan birini yazmış olan Dobkin de yangın sonrası oluşan coğrafyayı "Rum, Ermeni ve Avrupalı kesimleri olmak üzere kentin üç mahallesi için için yanan moloz yığınına dönmüştü. Sadece, Doğu'da kalan Türk Mahallesi, Burun'daki demiryolu deposu civarındaki alanla kuzeyde kalan... alan ayakta kalmıştı." şeklinde ifade eder. John Freely de Türk ve Yahudi mahallelerine bir şey olmadığını belirten yazarlar arasındadır.
Bu yabancı yazarların yanı sıra bizden de benzer görüşleri savunan yazarlar vardır. Sözgelimi Ayşe Hür "Öteki Tarih II" başlıklı kitabında "Ermeni ve Rum mahalleleri tamamen, Avrupalıların yaşadığı Frenk Mahallesi ise kısmen yanmıştı... Türk ve Yahudi mahalleleri zarar görmemişti." açıklamasında bulunur.
Örnekleri sayısız çalışmadaki benzer ifadelerle uzatmak olasıdır. Sonuçta yıllardır söylenen bu ifadelerin ortak söylemini "Bu yangında Türkler ve Yahudiler dışında şehirde yaşayan tüm topluluklar zarar görmüştür." kısa cümlesiyle açıklayabiliriz. Böyle bir düşüncenin savunması da "Elbette, yangını çıkaran kendi malını yakmayacaktır. Bundan bile yangını kimin çıkardığı bellidir" mantığıyla yapılmaktadır. Bu nedenle sürekli olarak "Türklerin neden hiçbir binası yanmadı?" sorusu sorulmaktadır. Bu soru yangını fazla incelememiş kişilerin kafasını karıştıran bir sorudur. Birçok arkadaşımın çeşitli sohbet sırasında "Sahi, neden bizim bir şeyimiz yanmamış? Bunu nasıl becermişiz?" diye sorduklarına tanık oldum.
Ama işin aslı elbette öyle değildir. Yanan bölgede Türklere ait çok sayıda yapı vardır. Hem de çok. Ama bu gerçek bilinmesine karşın, yanan bölgedeki Türk varlığından hiçbir şekilde söz edilmeyip, sürekli olarak Türk mahallesinin yanmadığı vurgulanır. Yani Türklerin oturduğu konutların yanmamasına abartılı dikkat çekilirken, yanan bölgedeki Türk malları kesinlikle görmezden gelinir. Öyle ya, Türkler de yangında zarar gördü denirse "Yangını Türkler çıkardı" tezini nasıl savunacaklardır? Bu nedenle yanan bölgede Türklerin mülkiyetinde olan ya da Türkler tarafından kullanılan yahut Türklerin de dükkanlarının bulunduğu yapılardan kısaca söz etmek istedim. Kısmet olursa, bir başka çalışmada bunların ayrıntılı kalem kalem dökümünü de yapmayı düşünüyorum.
Sözü bağlamadan önce "Türk ordusu yangını çıkarmadıysa bile, müdahale etmedi ya da seyretti" görüşü ya da düşüncesi olanlara da şunu söylemek isterim ki bunu her şeyden önce orduyu yönetenler istemezdi. 9 Eylül günü kurtardıkları şehir zaten kaç gündür ekmek sıkıntısı çekiyordu. Büyük çoğunluğu Rum olan hamurkarların ya da kürekçilerin çalıştığı fırınların neredeyse tamamına yakını kapalıydı. Şehirde ekmek yoktu, ancak aylardan Eylül'dü ve başta buğday olmak üzere her tür tahıl, susam, kuru yemiş, meyve gibi ürünlerin stoklandığı, paketlendiği depolar ağzına kadar doluydu. Bu depoların çok önemli bölümü de yanan bölgedeydi. Bu nedenle, bu iddia sahipleri, yangından sonra da akın akın İzmir'e gelen ve ardından İstanbul'a doğru yürüyecek olan ordunun yiyecek ihtiyacının nasıl karşılandığını acaba hiç düşünüp araştırdılar mı? Üstelik o orduya tutsak olmuş yirmi beş bin Yunan askerinin de karnının doyurulması söz konusuydu. Neden bundan pek söz edilmiyor? Bir yazarın dediği gibi "İzmir, üç yıla yakın süredir türlü yokluklarla çarpışan Türk askeri için bulunmaz bir armağan demetiydi ve yorgun ordunun düşünde gördüğü her şey orada vardı." Ve ordumuz bu yangını seyrederek düşlerinin de yanmasına seyirci oldu öyle mi? 13 Eylül günü öğleden sonra fırtınaya dönüşen lodosun canavarlaştırdığı o ateşi günümüzde bile dünyadaki hiçbir itfaiye sistemi söndüremezdi. Yakın yıllarda ABD'de yaşanan yangını dünyanın en gelişmiş teknolojisine sahip o ülke günlerce söndürebildi mi? Yine Atina'nın sayfiye mahallesinde, hem de deniz kenarında çıkan sıradan bir yangın da felakete dönüşüp nice insanın hayatını kaybetmesine neden olmadı mı? İnsanlar suyun kenarında oldukları halde göz göre göre canlarını vermediler mi? 1922 yılının tulumba teknolojisinde o yangını kimse söndüremezdi.
Gelelim yangındaki Türk varlığına... Birçok çalışmada sözü edilen, bilinen bir olaydır. Yangının ikinci günü Göztepe'deki köşkte bulunan Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım'a sorar: "Bu yangın yerinde size ait emlak var mıydı?" Latife Hanım da "Emlakimizin mühim bir kısmı yanan sahadadır" der ve heyecanla ekler: "Paşam isterse hepsi yansın. Yeter ki siz sağ olun. Bu mesut günleri gören insanlar için malın ne kıymeti olur? Memleket kurtuldu ya..." Doğrudur, yanan bölgede Muammer Bey'in de hatırı sayılır gayrimenkul ve malı vardır. Yangında küle dönen bölgede yer alan ve yok olan yapılara kısaca bakarsak hemen şunları saymak mümkündür:
Dini yapılardan Balık Pazarı Camisi olarak da anılan Vezir Ahmet Paşa Camisi, yangının başlangıç noktasına çok yakın olan Müftü Camisi, Acem Han içinde Acem(ler) Camisi, Kapancıoğlu Hanı Mescidi ve Küçük Vezir Hanı Mescidi.
Ayrıca Balık Pazarı Camisi yanında muhteşem Balık Pazarı Hamamı.
Bu arada böyle bir yazıda bulabildiğimiz dükkan adlarını tek tek yazmak elbette olası değil ancak tamamen ya da kısmen yanıp mahvolan belli başlı han adlarını sayabiliriz: Acem Hanı, Aksaraylı Han, Arapyan Han, Barbaresko Hanı, Balyozyan Han, Bölükbaşı Hanı, Büyük Akkasoğlu Han, Coya Hanı, Çamur Hanı, Çuha Bedesteni, Dervişoğlu Hanı, Deve Han, Fazlıoğlu Han, Girit Han, Hacı Davut Hanı, Ispartalı Hanı, Kadıoğlu Hanı, Kapancıoğlu Salih Bey Hanı, Katipoğlu Han, Küçük Akkasoğlu Han, Küçük Kuzuoğlu Hanı, Küpecioğlu Hanı, Maarif Han, Maçela Han, Nişli Hacı Ali Han, Osman Kaptan Hanı, Osmanzade Hanı, Pederi Hanı, Pirinç Han, Sadık Bey Hanı, Sakız Hanı, Süleyman Efendi Hanı, Şalvarlıoğlu Hanı, Vali Paşa Hanı, Büyük Vezir Hanı, Küçük Vezir Hanı, Yandevi Hanı.
Bunlardan 104 odalı Vezir Han, dönemi içinde Sarıkışla inşa edilinceye kadar İzmir'in en büyük binasıydı. "Türklerin hiç bir şeyi yanmadı" diyenlerin biraz daha araştırmalarını öneririm. Görmezden geldiklerini de görerek...
Kaynakça: