Güzelyalı'nın meşhurları 2020-06-02 09:00:00
Yazar: Semra Yeşil
“Kentin dışındaki işçi mahallesinin üzerindeki dumanlı, isli hava her gün fabrikanın düdüğü ile titrer, uğuldardı; bu çağrıya uyanan, uyku sersemliğini üzerlerinden henüz atamamış, asık yüzlü insanlar, kül rengi küçük evlerinden sokağa ürkmüş, tahtakuruları gibi boşalır, sabahın ayaz alacakaranlığında çamurlu sokakta fabrikanın yüksek taş duvarlarına doğru yürürlerdi…” diye uzun bir cümle başlıyordu Maksim Gorki’nin “Ana” adlı romanı…
Uzun bir aradan sonra kitap yeniden elime geçip, ilk cümleyi tekrar okuyunca, çocukluğumda evimizin yanı başındaki troleybüs atölyesinin işe başlama ve paydos saatlerinde uzun uzun çalan düdük sesine ne kadar da alışkın olduğum geldi aklıma…
Zira biz o zaman saatin sabah 08.00, öğlen 12.00, akşamüstü 17.00 olduğunu düdüğün sesiyle anlıyorduk. Hatta saatlerimizi bile ona göre ayarlardık. Çünkü hiçbir zaman bu saatler şaşmazdı.
Çocukluğum Güzelyalı Depo Durağı’nın çevresinde geçti…
Aslında sadece çocukluğum demek doğru olmaz. Güzelyalı’nın bu bölümü ile ilişkimiz benim doğumuma kadar uzanır…
Zira anlatılanlara göre doğduğum ev bu deponun çok yakınında imiş. Hatta evin bulunduğu sokak ile deponun arasından Poligon Deresi akar, biraz ileride deniz ile buluşurmuş. Zaten sokağa da bu nedenle Dere Sokağı denirmiş. Ben iki yaşındayken bu evden Hava Subay Lojmanları’na taşınmışız. Dört yıl sonra ise bu defa deponun hemen yanındaki Ahmet Damcı tarafından işletilen Shell Benzin İstasyonu’nun yanındaki Eser Apartmanı’na taşınmışız. Hatta artık “taşındık” desem daha iyi olur. Çünkü hikâyenin buradan sonraki bölümünü gayet iyi hatırlıyorum.
Evimiz Depo Durağı ile Havacılar Durağı arasında idi. Her ikisine de aynı mesafede olduğumuz halde biz daha ziyade Depo Durağı’ndan binip, Havacılar Durağı’nda inmeyi adet haline getirmiştik. Bunun elbette bizim için bir mantığı olmalıydı. Ama şu an bunu çok net hatırlayamıyorum…
Depo deyip duruyorum da; “Bu depo ne deposu?” diyenlerin olduğunu duyar gibiyim. Zira belli bir yaşın altında olanlar şu an “Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi”nin bulunduğu yerin troleybüslerin çalışma saatleri dışında konakladıkları troleybüs deposu, aynı zamanda tamir ve bakımlarının yapıldığı atölyelerin olduğu bir işletme olduğunu zamanları hatırlamaz. Hatta 28 yaşına gelmiş olanlar troleybüse bile hiç binmemiştir.
Aslında bu yazının ana konusu olmamakla birlikte kısaca İzmir’deki troleybüs tarihinden de biraz bahsedeyim.
Troleybüslerin İzmir’deki hikayeleri, 1954’de körfez açıklarına demirleyen, Alman bandıralı “Walter” gemisinden indirilen dört “FIAT” markalı troleybüs ile başlıyor …
İlk olarak Konak - Güzelyalı hattında çalışmaya başlıyorlar. Yaklaşık 100 kişi taşıyabilen, elektrik ile çalışan, çevre dostu bu araçlar tramvaylardan daha hızlı olmaları nedeniyle çabucak halkın gözdesi oluveriyor. Aynı yıl 10 troleybüs daha gelince, tramvayın pabucu dama atılıyor…
1958 yılında üç de körüklü alınınca filo büyüyor. 1962-1971 yılları arasında ise, ESHOT Atölyeleri’nde yokuş çıkabilen 21 troleybüs üretiliyor. 1984 yılında İstanbul’dan alınan 75 troleybüs daha eklenince, İzmir’deki troleybüs filosu daha da büyüyor.
Ta ki; caddeler troleybüsler için dar gelmeye başlayana kadar…
1992 yılına gelindiğinde ise, ESHOT Genel Müdürü üzücü bir açıklama yapıyor:
“Troleybüsler seferden kaldırılıyor…”
Karar kesindi… Operasyon kademeli olarak gerçekleşecek, otobüsler devreye girdikçe troleybüsler seferden kaldırılacak, bir süre sadece tek bir hatta, sembolik olarak çalışacak, deponun kapatılmasından sonra da İzmir’de troleybüs devri bitmiş olacaktı. Bu habere çok üzüldük. Ailemizden birilerinden ayrılıyor gibiydik.
Zira gerek Türkiye’de ilk defa troleybüs üretilen, gerekse tamir ve bakımının yapıldığı yanı başımızdaki komşumuz olan “ESHOT Troleybüs Atölyesi ve Deposu” bir süre sonra tarihe karışacaktı. Troleybüslerin yerini otobüsler alırken, deponun yerine de bir sanat merkezi yapılacak deniliyordu. Zaman içinde troleybüsler İzmir Körfezi’nde balıkların yuvası olurken, deponun yeri 2006 yılına kadar işlevsiz bir şekilde boş kaldı.
Önünden geçerken anılarımız canlanıyor, içimiz sızlıyordu.
Sabah erken saatte sefere başlayan troleybüslerin Mithat Paşa Caddesi’ne çıkışları biraz sesli olurdu. Zira deponun kapısından caddeye çıkmak için dönerken çoğunlukla boynuzları (arş) düşer, şoför hemen kapıyı açıp, aşağıya iner, aracın arka kısmındaki boynuzları takarak yoluna devam ederdi.
Söz yazının ana karakteri, deponun önündeki arabasında köfte yapıp, satan “Tükürük Köftecisi Yaşar”a gelene kadar lafı biraz uzatmış olsam da, konu açılmışken bunlardan söz etmeden geçemedim…
Gelelim Depo’nun öğlen saatlerine…
Saat 11.00’den itibaren troleybüs deposunun ön kapısından neredeyse Güzelyalı ve Üçkuyular’a kadar ilikleriniz kadar işleyen bir koku yükselirdi. Kokunun peşinden gidenler küçücük bir el arabasının üstündeki tezgahın üzerinde bir ızgara, yanında itinayla dizilmiş köfteler, domates, soğan, maydanoz, biber, yanındaki sepette yarım, çeyrek ve bütün ekmeklerin ortadan kesilmiş bir şekilde hazır olduğunu görürdü.
Yaşar Amca hazırlığını bitirmiş, müşterilerin gelmesine dakikalar kala sigarasını yakar, tezgahının yanındaki küçücük taburesine oturur, çayını yudumlarken son dinlenmelerini yapardı. Zira 1 saat içinde nefes almaya vakit bulamazdı. Öğlen 12.00’ye birkaç dakika kala ilk parti köfteleri atar, ekmek ve malzemeleri hazırlayarak beklerdi.
Saat tam 12.00’de paydos düdüğü çalar çalmaz, atölyelerden koşarak çıkan işçiler köfte tezgahının önünde uzunca bir kuyruk oluşturur, bir an önce öğlen yemeklerini almaya çalışırdı. Zira köftelerini alıp, karşıdaki kahvehaneye gidecek, orada yemeklerini yerken hem dinlenecek, hem de sohbet ederek, çay ya da kahvelerini içeceklerdi.Bazıları ise belki de okey oynayacaklardı. Kuyruğun sonunda kalanların ne yazık ki öğle tatili kuyrukta geçeceğinden tezgahının önüne ilk gelmek önemliydi.
Rivayete göre bu tadına doyulmaz köfteye “tükürük köfte” denmesinin nedeni ise; köfteyi yoğuranın elini ıslatmak amacıyla su bulamayınca eline tükürmesidir. Ama ben buna hiçbir zaman inanmamışımdır.
Köfte kokusu Üçkuyular’a kadar ulaştığına göre elbette bizim eve kadar da ulaşıyordu. Yaz tatillerinde öğlen yemeğinde sevmediğimiz bir yemek varsa saat 12.00’ye yaklaşırken anneme, “Anneciğim bu gün Yaşar Amca’dan tükürük köftesi mi alsak acaba? diye küçük bir olta atar, beklerdik. Annemin keyfi yerinde ise kabul eder, ama “12.00’den önce gidin, yoksa kuyruğun sonuna kalırsanız, bir saat beklemek zorunda kalırsınız” diye de uyarırdı. Elbette evin en küçüğü olduğum için köfteyi alma işi çoğunlukla bana kalırdı. Koşa koşa sıranın en başında durur, Yaşar Amca’nın çayını ve sigarasını bitirerek, ilk parti köfteleri atmasını beklerdim. Onu izlerken ağzımın suyunun aktığını da gizleyemeyeceğim. Ekmekleri açıp, pişmek üzere olan köftelerin üzerine bastırıp yağını çıkartır, sonra soğan, maydanoz, domates, biber gibi malzemelerini koyarak en sonunda da köfteleri yerleştirirdi. Köfteleri aldıktan sonra bakkala gider, hepimize birer tane de ayran alıp, köfteleri soğutmadan yiyebilmek için koşarak eve dönerdim. Öyle lezzetliydi ki anlatamam…
Şimdi düşünüyorum da, eğer Yaşar Amca’nın malzemesinin kalitesine güvenmese annem asla bize oradan köfte almaz, hatta ESHOT çalışanları da o uzun kuyrukları oluşturmazdı.
Dahası da var… Yaşar Amca’nın köftesi öyle meşhurdu ki; annemin arkadaş toplantısı olduğu günlerde arkadaşları anneme, “Bize ikramlık hazırlamak için hiç yorulma. Yaşar’dan köfte al, o biz yeter” diye sipariş verirlerdi. Elbette annem de buna çok memnun olurdu. Her ne kadar “bir şey yapma” diye tembih edilmiş ise de, dayanamaz, bir de yoğurt tatlısı ya da kalburabasma tatlısı yapardı. Misafirler için en makbule geçen bir ikramdı bu…
Elbette o gün sabahtan yine ben gidip, istediğimiz kadar siparişimizi verirdik. Bizimkileri paydos saatinden önce hazır ederdi. Sayı fazla olunca annemin misafirlerinin olduğunu anlar, köfteleri verirken “misafirlere afiyet olsun” diye de takılırdı.
Yaşar Amca’nın mesaisi ise işçiler atölyelere dönüp, hazırladığı bütün köfteler de bitince sona ererdi. Kazandığı paraları cebine yerleştirir, tezgahını güzelce temizler, üstünü de kalın naylonlar ile örter, caddenin karşısındaki kahveye giderdi. Kahvesini söyler, kendisini bekleyen üç arkadaşının masasına dördüncü okey oyuncusu olarak otururdu. Akşama kadar okey oynar, akşamüstü saat 17.00'de çalan paydos düdüğü ile o da evinin yolunu tutardı…
O, bana göre şimdilerde yerinde görkemli bir sanat merkezinin olduğu, mütevazî troleybüs atölyesinin adeta ayrılmaz bir parçasıydı. Güzelyalı’nın meşhurlarındandı… O yıllarda Güzelyalı’da yaşayan kime sorsanız onu tanırdı. Kim bilir şimdi nerelerdedir?