Düşünce yapısı - 21
Yazar: Oğuz Adanır
Yaklaşık on gün önce politik yönetim hakkında görüşüne başvurulan toplumun kararının ardından çok sayıda insan elektronik haberleşme araçlarıyla sonuç hakkındaki görüşlerini yazdı ya da yorumladı. Umdukları sonucu bulamayan insanlarımız bir süre daha bu türden metinlerle oyalanacaklar ve sonunda gündelik yaşamlarına geri dönecekler.
Oysa dünyanın ve dolayısıyla ülkemizin büyük değişim ve dönüşümlere gebe olduğunun hissedildiği çelişkilerle dolu bir dönemde daha öncekilerle birlikte bu sonucun da uzun süreli bilimsel yöntemlerle araştırılması ve elde edilen bulguların kamuoyuyla paylaşılması gerekir. Bu işi kimin yapması gerektiği apaçık bir şekilde ortadayken her ulusal politik kamuoyu yoklamasından sonra alışılageldiği gibi tüm politik örgütlenmeler mücadeleden zaferle çıktıklarını ileri sürüp bu tür araştırmaları gereksiz bulur ve ilkel toplum örneği deneyimden ders almazlar.
Bu son yoklamada en azından biraz çaba harcayıp sonuç hakkında kafa yoran insanları kutlamak gerekir. Ancak konu üstünde uzun uzadıya düşünmeden yazıldıklarından bunların çoğunun duygusal nitelikte görüşler olduğu açık. Bu insanlar alınan sonucu bir yenilgi olarak kabul edebilen ve kendilerince akılcı yorumlar yapmaya çalışan aydın olarak nitelendirilebilecek türden insanlar. Genellikle konuyu toplum hakkında kesin sayılabilecek yargılamalarla noktalıyorlar.
Bu iş o kadar kolay değil. Daha önceki yazılarımızda da değinmiştik. Örneğin, Almanya yaklaşık yirmi yıllık bir dönemde sosyal demokrat bir rejimden Nazizm'e oradan da yeniden demokrasiye yatay geçiş yaptı. Neler oldu, neden oldu, nasıl oldu? Bu soruların yanıtı bugüne kadar çok araştırıldı ancak gerçek bir yanıt sunulabildiğinden o kadar emin değiliz. Benzer bir süreçten Mussolini İtalya'sı ve Petain Fransa'sı da geçti. 37 yıl boyunca General Franko'ya boyun eğip onun ölümünden sonra demokratik düzene geçiş yaparak birçok politik partiyi yönetime getiren İspanyol halkı neden hala huzura kavuşamadı!
İçinde yaşadığımız toplum son yirmi beş otuz yıl içinde bir zihinsel evrenden bir başka zihinsel evrene doğru yol alma çabası içinde. Anadolu genel anlamda bir Ortaçağ ya da Geleneksel zihniyetten çağdaş evrensel değerlerin egemen olduğu bir yöne doğru gitmesi gerektiğini en azından hisseder ya da fark ederken kitlenin önemli bir kısmı bir ölçüde buna karşı direnmeye çalışıyor.
Niyazi Berkes yaşanan her büyük dönüşümden sonra toplumun belli kesimlerinin bu dönüşüme direndiğini söylerken, J. Baudrillard tüm toplumların başlangıçta aydınlanma, gelişme ve dönüşme gibi kavramlara karşı direndiklerini söylüyor. Ancak değişim ve dönüşüm çabasının daha güçlü olması bir bakıma tüm toplumu buna ayak uydurmaya zorluyor. Öte yandan Baudrillard'dan yine daha önce aktardığımız şu saptamaya her geçen gün daha çok inanıyoruz: İnsanlar ne istediklerini bilmez ancak kendilerine ne istediğinizi bilmiyorsunuz derseniz tepki gösterirler. Bu durumda erken olduğunun bilincinde olmamıza karşın kısa bir önce alınan sonuçlar hakkındaki görüşlerimizi paylaşmak istedik.
Toplumumuz dünya değişirken bu değişime ayak uydurmaya hazır bir tavır sergilemiştir. Ancak büyük bir kitle buna hazır olmadığı, bu değişimin onu nereye sürükleyeceğini bilemediği, göremediği, anlayabileceği bir şekilde dile getirilmediği için deyim yerindeyse çuvallamıştır. Bu değişim sürecini yeni oyuncaklara sahip olacak bir çocuk gibi sabırsızlık içinde beklerken hiç ummadığı bambaşka süreçler ve sonuçlara sürüklenmiştir.
Özellikle ekonomik açıdan Türkiye toplumu belki de Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bankalara ve benzeri kuruluşlara bu kadar çok borçlanmamıştır. Milyonlarca insan kısa yoldan refah düzeyini yükseltmeyi umarken kendilerini ömür boyu borç ödemeye mahkum eden bir sistem içinde bulmuşlardır. Herkes üniversiteyi bitirirse iş bulabileceğini sanırken herkesi üniversiteye sokma politikası hem üniversite adlı kurumu niteliksel anlamda erozyona uğratmış hem de büyük bir çoğunluğu iş bulamayan gençler diplomanın bir kağıt parçası olmanın ötesinde bir anlam taşımadığını kavramıştır.
Daha pek çok neden sayılabilir, ancak önemli olan toplumun kendi bilinçsizliği, açgözlülüğünün yol açtığı başarısızlık nedeniyle uğradığı büyük düş kırıklığından kurtulmak isteyip istememesidir. Nüfusun halen büyük bir çoğunluğunun genç olması henüz umut kavramının yitirilmediğini göstermektedir. Ancak çelişkiler içinde yüzülen bir tarihsel-toplumsal dönemden geçtiğimiz apaçık. Politik partilerin ideolojik yapılarına bakıldığında elde edilen sonuçlar Türkiye'de sözcüğün gerçek anlamında demokratik bir parti bulunduğunu göstermemesine karşın aralarında ittifaklar kuran politik partiler demokratik nitelikte oyun kuralları oluşturuyorlar! Seçmenler ise demokrasiye inanıyor gibiler zira demokratik seçme haklarını kullanıyorlar. Oysa demokrasi istediklerinden o kadar emin olamıyoruz çünkü demokrasiye tüm ilke ve kurallarıyla boyun eğmeyi taahhüt eden partileri seçmiyorlar. Belki de demokrasi anlayışlarının sandığa oy atmanın ötesine geçmediğini kabul etmek gerekiyor!
Peki neden? Nedenler konusunda pek çok insan örneğin, seçmenin oyunu üç kuruşa satmasını, oy kemikleşmesini, emeklilerin, yoksul kesimlerin kendilerine verilen Bayram, vs harçlıklar nedeniyle iktidara geçmesi gereken partilere oy vermediklerini ve bir toplumun yazgısını yani geleceğini böylesine hafife alarak bu türden seçimler yapmasını anlayamadıklarını söylüyor. Doğru söylüyorlar ancak yanıtlanması gereken asıl soru o insanların neden bu akıldışı davranış biçimini benimsedikleridir. İşte bu konuda ülkenin dört bir yanında ciddi somut araştırmalar yapılması gerekiyor.
Akılcı olmayan bir davranış ya da tavrı düz bir akılcılığa başvurarak açıklayamadığımıza göre hangi yönteme başvurabiliriz? Sınıfsal bölünmeden bihaber bir toplumda görülen bölünmelere başka bir çerçeveden bakmak gerekiyor. İlk olarak basit bir sözlüksel bilinçaltı açıklamasından yola çıkarak bu toplumun büyük bir bölümünün kağıt üzerinde eğitim görmüş olmasına karşın aklından çok duygularıyla davrandığını söyleyebiliriz. Yine son on beş yılda özellikle kadın ve çocuklara yönelik şiddet olaylarındaki artıştan yola çıkarak oldukça saldırgan bir toplumda yaşadığımızı söyleyebiliriz. Zaten saldırganlığın akılla değil ancak duygularla bağdaştırılabileceği apaçık ortada. Bu duygusal ve saldırgan insanlar neden bu haldeler sorusunu sorduğumuzda aklımıza gelen ilk yanıt çaresizlik ve yol açtığı yetersizlik/iktidarsızlık, zavallılık duygusu oluyor. Çaresizlik, yetersizlik, zavallılık öfkeye, öfke ise kişinin her gün karşılaştığı, birlikte aynı ortamı paylaştığı ya da televizyondan izlediği kendi gibi çaresiz olmadıklarını gördüğü ya da düşündüğü diğer insanlardan nefret duygusuna dönüşebiliyor. Öfkeye dönüşmediğindeyse kadercilikten söz ediliyor.
Kendini çaresiz, mutsuz, yetersiz, bitmiş, zavallı gibi gören bir insanın çevresinde gördüğü görece mutlu, keyfi yerinde insanlardan nefret etmese bile onlardan çok hoşlanmayacağı düşünülebilir. Akılcılık tarafından bakıldığında bu kişi kendisini bu hale getiren sistemi değiştirmesi gerekirken tam tersine mevcut düzeni neden sürdürmeye çalışır? Bu sonuç öncelikle bu kişinin sistemin çarklarının nasıl döndüğünü tam olarak bilmediğini gösteriyor. Ekonomik, politik, toplumsal çarkların dönüş düzenini kavrayamayan ya da kavrasa bile soyut bir devlet düzenine karşı bir şey yapamayacağını düşünen insanlar öfkelerini somut, yakınlarında bir yerlerde bulunan insanlara yöneltiyorlar. Ancak bu kez de başarılı, paralı, keyfi yerinde, vs insanlara fiilen bir şey yapmasalar ya da yapamasalar da onlara karşı hissettikleri haset duygusu her geçen gün büyüyor.
Bu noktada çaresiz ve öfkesini birilerine karşı yönlendiren insanın bilinçaltı diğerlerini nasıl mutsuz, çaresiz görebileceği gibi bir sorun üstünde yoğunlaşıyor. Böyle bir durumda onun yardımına gündelik yaşamın kılcal damarlarına kadar sızmaya çalışmak gibi anlamsız bir çaba sergileyen politika dünyası koşuyor. Bu insanlar farkında bile olmadan kendilerinin mutsuz edemediklerini, edemeyeceklerini düşündükleri diğerlerinin politikacılar tarafından mutsuz edilebileceklerini, edildiklerini gündelik yaşam deneyimi sayesinde hissedip, anladıklarından yalnızca kendilerinin değil herkesin mutsuz olduğu bir toplumda yaşamayı sanki bir tür çözüm olarak görüyorlar.
Bu akıldışı çözüm doğal olarak bilinçaltı tarafından üretildiğinden mutlu, keyifli olarak nitelendirilen kesimin akılcı yanıt arayışları alınan sonuç karşısında yetersiz kalıyor. Ancak birinciler belki de gizliden gizliye varlığını hissedip baskıladıkları o duygu ve düşüncelerden utandıkları, açıkça dile getiremedikleri için kendilerine yöneltilen akılcı sorulara çocukça denilebilecek türden saçma sapan yanıtlar veriyorlar. Çaresizlikleri, zavallılıkları belki de yalnızca ekonomik nedenlere bağlı olmayan bu insanlar yaşanan değişim ve dönüşüme koşut bir şekilde modern anlamda bireyleşmeyi başaramayınca onun tersi sayılabilecek bireyciliğe yönelerek geleneksel düşünce yapısının çağdışı kuralları arasına sıkışıp kaldıklarından farkında olmadan boyun eğdikleri bilinçaltı doğrultusunda diğerlerini çaresiz ve zavallı bir durumda görmekten sado-mazoşist türden bir keyif alıyor olabilirler mi? Geleneksel düşünce yapısının dar kalıpları içine sıkışmış bu insanlardan yaşam, içinde yaşadıkları dünya ve geleceğe geniş bir perspektiften bakmalarını, bu konularda bir vizyon sahibi olmalarını beklemenin bir anlamı yok. Dolayısıyla bu dar görüşlü insanlar sanki yalnızca en yakınlarındaki kendilerinden olmayanlara acı çektirmekten hoşlanıyorlar.
Bu durumda mutsuzluk, keyifsizlik genel toplumsal özelliklerimizden biri haline gelirken yol açtığı çaresizlik ve öfke duygusu başka nedenlerden kaynaklansa da tüm toplumun önemli bir kesimini etkisi altına alıyor.
***
Böyle bir çözümleme girişiminde bulunmamıza neden olan şey daha önce yaptığımız çalışmalarda aktardığımız XVI. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı toplumuna yönelik çok ilginç bir gözlem ya da çözümlemedir. Mevcut toplumda karşılaşılan en kapsamlı ve yoğun ruhsal rahatsızlık "hasettir" diyen Kınalızade Ali Efendi, (Ahlâk-î Alâ-î) bunun dışında yalan, gıybet (çekiştirme, dedikodu), cimrilik ve riya da oldukça yaygın ruhsal bozukluklardır. Hasede yol açan nedenlerin en önemlileri arasında Tanrının hükmüne, kazasına razı olmak yerine itiraz ve müdahale, bir başka deyişle Tanrıya karşı gelme vardır. Öte yandan bir topluluk arasında ilişki ve ortaklık ne kadar yoğunsa haset de o kadar yaygındır gibi bir sonuca vardıktan sonra iyileşme konusunda çok da ümit verici olmayan şöyle bir çözüm öneriyor:
"Bu hastalığa çoğu ruhlar yakalanmıştır ve bundan kurtulmuş olmak da pek nadir bir durumdur. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Üç haslet vardır ki, hiç kimse ondan necat bulamaz. Suizan, kötü hareket ve hased"... Ümittir ki, kendi nefsimiz veya bir mü'min kardeşimiz bu hastalıkların bazısına veya tamamına çare bulmaya muvaffak olur da, kötü huyunu düzeltmek suretiyle sevap kazanır, ecre ulaşır..." (Ahlâk-ı Alâ-î, 228-244).
Yazarımız, bir hadise dayanarak bundan kurtulmanın olanaksızlığından söz edip insanın kendisinin ya da birilerinin günün birinde bu soruna bir çözüm bulacağını umuyor. Ancak söylediklerine kendisi inanıyor mu bilemiyoruz. O dönemde bir değişim döneminden geçildiğini gösteren bu çözümleme günümüzde başka bir düzeyde ve daha modern bir görünümde karşımıza yeniden çıkıyor. Özetle zihniyet/kültür tarihi günümüzde karşılaştığımız her türlü toplumsal sorunu çözmemizi sağlamayabilir ancak sağlam bir yol gösterici olduğunu söyleyebiliriz.