Düşünce yapısı - 20
Yazar: Oğuz Adanır
Antik Çağ'da başta Akdeniz olmak üzere bütün dünyaya belli ölçüde gelişmiş bir uygarlığın maddi manevi tüm nimetlerini sunup paylaşarak önderlik eden Yunan toplumu Hıristiyanlığa geçtikten sonra bu özelliklerini büyük ölçüde yitirerek bin yıldan uzun süren bir karanlık döneme girmiştir. Özellikle Yunan, Hint, İran ve diğer yakın ülkelerden esinlenerek ortaya çıktığı ilk yüzyıllarda yine belli ölçüde gelişip maddi manevi anlamda pek çok topluma önderlik eden Yakın ve Orta Doğu İslam uygarlığı da Yunan uygarlığına benzer bir şekilde yüzyıllar sürüp günümüze kadar uzayan bir duraklama dönemine girmiştir.
Bu açıklamanın özellikle akılcılıkla ilgilendirilmesi gerekir. Yunanlılar gizem ağırlıklı bir zihinsel evrenden metafizik ağırlıklı bir zihinsel evrene geçtiklerinde ikinci aşamada ilk aşamada ortaya çıkan -Milet Okulu, Pitagoras, vs- akılcı düşünce girişimlerinden / denemelerinden oldukça uzaklaşmışlardır. Metafizik duygusallık yani inançların ağır bastığı bir yerde sözcüğün gerçek anlamında bir akılcılığın gelişebilmesi için çok büyük bir mücadele verilmesi gerekiyor. Örneğin, çağdaş Yunan toplumu resmi anlamda laik olmamakla birlikte içine düştüğü büyük ekonomik bunalım sırasında gerçekleştirilen seçimlerde başa getirdiği Komünist Parti'yle artık tamamen akılcı düşünce yani demokrasi ilkelerine boyun eğdiğini kanıtlamıştır.
Müslüman Yakın ve Orta Doğu ülkeleri İslamiyet'in ortaya çıkmasından sonraki birkaç yüzyıllık süre içinde görece akılcı düşünceyi önemsemişler, ancak daha sonraki yüzyıllarda Yunanlılar gibi onlar da kendi kabuklarına çekilerek akılcı düşünceden oldukça uzaklaşmışlardır.
Bununla birlikte, tıpkı Ortaçağ ve sonrasında İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin Hıristiyanlığa yeni yönler kazandırmaları gibi Osmanlılar da İslamiyet'e katkıda bulunarak bir bakıma ona daha liberal, görece akılcı bir görünüm kazandırmışlardır. Ortaya çıkıp geliştiği ilk yüzyıllarda Akdeniz ve dünyadaki tek büyük İslam imparatorluğu olan Osmanlı'nın böyle bir başarıyı akılcı düşünceye hiç başvurmadan, ondan hiç yararlanmadan gerçekleştirmesi zor görünüyor. Daha doğrusu yaşamın hangi alanlarında bu tür bir düşünceye başvurduğunun incelenmesi gerekir. Osmanlı yönetimi paradoksal bir şekilde, bu kısmi akılcılığı, sanki gizemli düşünce yapısıyla İslamiyet'i birbirlerine yaklaştırabilmek amacıyla kullanmıştır.
Burada metafizik akılcılığın özgün bir örneğiyle karşılaştığımız söylenebilir. Özellikle medreseye özgü indirgeyici metafizik akılcılık anlayışı bize göre akılcılığı dar kalıplar içine hapsederek ona dogmatik bir nitelik kazandırmak istemiş ancak bunu asla başaramamıştır. Zira akılcı düşüncenin varlığına inanmak demek şeylerin ve dünyanın değişebilirliğine inanmak demektir. Dolayısıyla akılcılığı sınırlandırabilmek olanaksız bir şeydir, yani insan akılcı düşünceyi engelleyemez, olsa olsa ona boyun eğer ya da onu yadsır. Öyleyse Osmanlı medreseleri genel anlamda metafizik akılcılığı sözüm ona hiçbir şekilde değişmeyen bir olgu olarak yüzyıllar boyunca dayatarak sonunda onun toplum tarafından tamamen yadsınmasına yol açmışlardır.
Oysa İslamiyet demek değişim demektir. İslamlaşan toplumların bir anlamda İslamiyet öncesi bir toplumsal - kültürel / zihinsel yapılanmadan bir başkasına geçtikleri yani değiştikleri yadsınabilir mi? Az önce söylediğimiz gibi, akılcılık, dünyanın değişme özelliklerine sahip bir yer olduğunu kabul etmektir. Dünyanın değişebileceğini ve dolayısıyla inançlarında ona koşut bir şekilde değişmesi gerektiğini kabul etmeyen insanların ya akıldan yoksun ya da zihinsel sorunları olduğunu söylemekten başka seçeneğimiz yok.
Önemli düşünce insanlarımızdan biri olan Hilmi Ziya Ülken Anadolu Kültürü (2017) başlıklı çalışmasında bu süreci Anadolu bağlamında şu şekilde özetliyor:
Tasavvufun akıldan ziyade hisse, şuurdan ziyade gayrişuura hitap etmesi halkın şekilsiz temayüllerine kolaylıkla cevap vermesine hizmet etmiştir. İslamiyet'in rasyonel şekliyle zaten nüfuz edemediği göçebeler ve bazı köy ve kasaba muhitlerinde yaşayan halkın eski mistik itikatlarıyla bundan dolayı uzlaşabilmiş veya hiç değilse, zahiren onların ifadecisi vazifesini görmüştür (s. 449)
Tasavvuf hareketleri ekseriyetle kitlenin insiyaklarına dayanmasını, demokratlaşmasını bilmiştir. Çünkü medrese ilminin dar zihinciliği - mahiyeti iktizası olarak - (doğası gereği) halka gayrişuuri sevkitabiilere (içgüdülere) inmeye muktedir değildir... Halbuki tasavvuf ilmi-mantıki kadroların altında lâakliye (irrationnel) istinat etmesini bildiği için, bizzat Eski Yunan'dan gelen ve İslam medeniyetinde inkişaf eden klasik ilmi halkın temayüllerine göre avamileştirmeye; halka, gayrişuura ve sevkitabiilere kadar inmeye muvaffak oluyordu. (s. 427)
Selçuklular dönemi konusundaysa yazarımız, "Bu devirde ilk defa halifelerin manevi kudreti ile Selçuk sultanlarının dünyevi kudreti ayrılmış ve bir denge kurulmuş oluyordu. Bu hal İslam dünyasında laik idarenin doğuşu demekti. Dinle dünyanın bu ahenkli ayrılışı Gazali'nin sisteminde nazariyesini bulmuştu (s.188) diyor.
Dolayısıyla akılcılık konusunda Osmanlı'da sorunun yönetimdekilerin halkı eğitmek yerine kolay yolu seçip halka istediğini vererek işi çözdüklerini düşünmeleri olduğu söylenebilir. Zira bu sorun hiçbir şekilde çözülmediği gibi esneklikten yoksun katı zihniyet Osmanlı'nın son iki yüzyılında yobazlaşma ve taassup, yani dinin deforme ve dejenere edilmesine yol açmıştır. Ancak yapılan alıntılarda dikkat çeken nokta Ülken'in tasavvuf konusunda demokratlaşma ve Selçuklu Dönemi'nde sürdürülen politikanın yol açtığı laik idare deyimlerini kullanmasıdır. Bu ve benzeri çözümlemeler tarih içinde Müslüman toplumlarda da akılcı düşünce öncülleriyle karşılaşıldığını, ancak güçlü bir irrasyonel düşünce yapısına direnemeyen akılcılığın bu iş için örneğin, Anadolu'da Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasını beklemek durumunda kaldığını göstermektedir.
Hıristiyan toplumlarda da akılcı düşüncenin yüzyıllar boyunca metafizik akılcılığın baskılarına boyun eğmek durumunda kaldığı, ancak tarihsel, toplumsal koşullar ve evrensel konjonktürün de katkısıyla ulusal burjuvazilerin büyük mücadeleler sonucu bu süreci görece tersine döndürerek modern demokrasilerin önünü açtıkları söylenebilir
Deyim yerindeyse akılcı düşünceyle demokrasi kavramı birbirlerine derin ve güçlü bağlarla bağlanmış kavramlardır. Akılcı düşünce yeterince çaba sarf edip zorbalara, monarklara, aristokratlara, prenslere, çarlara, sultanlara vs hizmet eden baskıcı metafizik düşünceyle mücadele ettiği takdirde demokratik bir düzen anlayışının bir düş, bir ütopya olmaktan çıkarak somut bir gerçekliğe dönüştüğü görülmektedir.
Başka bir deyişle burada sorun dinler ya da Anadolu konusunda İslamiyet değil, yer yer irrasyonel gizemli unsurların da yer aldığı baskıcı metafizik düşünce yapısına topluma görece bilimsel, nesnel bir düşünce yapısı kazandırılarak bir son verilmesi ve demokrasinin önünün açılmasıdır. Daha önce benzer bir süreçten geçen her toplum gibi Anadolu toplumunun da her geçen gün nesnel, bilimsel akılcı düşüncenin (en azından her türlü teknolojik araç ve gereci kullanmak durumunda kalması nedeniyle) uygulamaları, yaptırımlarıyla karşı karşıya kalıp gündelik yaşamının bu sürece boyun eğmesini ister istemez onaylamak zorunda kaldığı görülmektedir.
Bilim ve teknoloji çağında yaşadığımızı kabul ediyorsak akılcı düşünceye boyun eğilen bir çağda yaşadığımızdan kuşku duymamamız gerekir. Çünkü akılcı düşünce sahibi bir insan özgür olmaktan, özgürce davranıp, özgürce yaşamaktan başka bir seçeneğin kendisini ve dünyayı mutsuz edeceğinin bilincinde olan insandır. Dolayısıyla sözcüğün gerçek anlamında bilim ve teknolojinin egemen olduğu bir toplumsal yaşamda demokrasinin bu çağa en uygun yönetim biçimi olduğunu kim yadsıyabilir?