Apartmanların da insanlar gibi yüzleri vardır, bilir misiniz?
Yazar: Raşel Rakella Asal
Ne var? Bugün sokakta sanki bir şeyler olmuş. Böyle bir duygu var içimde. Çevreme bakınıyorum. Görünürde olağan görüntüler. Penceremden görünen bir kent parçacığına bakarak, dalıp giderek yaşanacak bir günü karşılıyorum İzmirliler'le. Kapıcılar, köşedeki büfenin önünde toplaşmış gülüşüyorlar; her zamanki gibi. Çocuklar okul taşıma servislerini beklerken koşuyor, bağrışıyorlar. Böyle çığlık atarak atlaya zıplaya oynamak onlar için zevkli bir eğlence olduğu çok belli. Caddeden homurtuyla gelip geçen rengârenk otomobil sürülerini görebiliyorum. Gözümün önünde sürekli hareket halindeler. İnsanlar koşarak geçiyorlar. Koşarak caddeye, koşarak işlerine, okullarına? Kimse kimseyi görmüyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Görse de tanısa da. Bir itiş kakış sabahı bu. Her sabahki gibi. Hatta yaklaşan iş telaşıyla birlikte yavaş yavaş artıyor hızları. Başarmaya odaklı bir telaşla kaldırıma dökülen insanlar, yaya geçitlerinden yürüyorlar. Sanki onlar da birer otomobil. Yaşama direnmek, yaşama katılmak, yaşamdan pay almak adına. Her şeyin bu denli birbirine karışıp birbirinde yaşadığı günün bu saatinde, penceremin camından akan bulanık kent görüntüleri bunlar.
Ben kenti penceremden izlemeyi de kentin içinde yürümeyi de severim. Sokağa çıkınca yürümeliyim uzaklara. Düşüncemde de açılı açılıvermeli yeni yeni anlamlar. Kenti yürüyerek yaşamayı, tüm semtleri, kenar mahalleleri, büyük ışıklı caddeleri, eski kentin dar sokaklarını dolaşmayı, yoldan geçenleri, satıcıları, vitrinleri, tezgâhları, işportacıları, onların sattığı ıvır zıvırı, insanları izlemeyi, ayaküstü bir "merhaba" diyen dostları, onlardan küçük öyküler üretmeyi ve tabii ki günümü güzelleştirmeyi severim. O anlar, o içimde kıpır kıpır eden, ne olduğunu anlamadığım ama bana üzüntü veren duygulardan kurtulduğum yaşanmışlıklardır.
Uzayıp giden caddeleri bir baştan bir başa tutturup gitmek, bilmediğim sokaklara sapmak, gördüğüm her sokağı tanımak isterim. Pasajlara girer çıkar, mağazaların vitrinlerine baka baka yürürüm. Yollar boyunca evleri, apartmanları incelerim. Bu beni çok eğlendirir. Tanımlayamayacağım duygular içinde, yüreğim sevinçle dolar. Geniş soluklar alırım. Kentle ilgili anlatılması zor duygular, izlenimler biriktirerek dolaşır dururum. Sevdiğim sokaklarla, sevmediğim sokakları ayrı ayrı yerleştiririm belleğime. Onların arasında, öylece, kendi kendime, bazen üzüntülü, bazen sevinçli duygular üreterek bakına bakına yürürken, durur, başımı gökyüzüne doğru kaldırır, yüksek apartmanlara bakarım, aşağıdan yukarı. Hepsini tek tek incelerim.
Apartmanların da insanlar gibi yüzleri vardır, bilir misiniz? Sevimli, bakımlı olanlarının yanında, kimisinin yan yana gelişi öylesine düzensiz, kötü bir yapılaşmadır ki bana kargaşa sözcüğünü çağrıştırır. Öyle zevksiz, bakımsızdırlar ki çok rahatsız olurum. Sevmem onları. Bu sevimsiz apartmanlar çarpık çurpuk yan yana dizilişleriyle bana sıkıntı verir. Kırık asfalt, bozuk kaldırım, pis aralıklarla bir arada yaşarlar. Oraya buraya çöp bidonları konmuştur. Kediler, köpekler onları devirmiş, çöpler, patlamış naylon torbalardan kaldırımlara dökülmüş görüntülere hiç dayanamam. Kentin bu görüntüleri bana pişmanlıklar, şaşkınlıklar, hayıflanmalar, kızgınlıklar, onarılamayacağı açıkça belli kırgınlıklarla dolu bir dünyadan bakarlar.
Bazı apartmanların yüzü kirlidir. Yağmurlar isleri yol yol akıtmış, boyalar dökülmüş, saçaklar kırılıp sarkmış, panjurların rengi atmıştır. O birbirine yaklaşan, bastıran, öldüren duvarlar? Çoğunun görüntüsü sevimsizdir. Balkonlarına bir baksanız, balkonu tepeleme kullanılmayan eşyalarla doldurmuşlardır. Kullanılmayan dolaplar, çöp tenekeleri, eski sehpalar, leğenler, kovalar, temizlik bezleri? Ben bu balkonlara çok acırım. Ev hanımlarının zevksizliklerinden nasiplerini aldıkları için.
Bazı caddelerden yan sokaklara açılırsınız. Bu yan sokakların öbür uçları dipsiz karanlıklara açılırlar; daha doğrusu o karanlıklarda yitip giderler. Aldatmaların, aldanmaların yoğunlaştığı, gizli işlerin, küçük çıkarların, çürük ilişkilerin kaynaştığı karanlıklarda yitip giderler. Ne yazık ki bu dipsiz karanlıklar insanları yutar, içine sindirir, özümleyip kendilerinden yaparlar onlar. Karanlık insanlar dolaşır bu sokaklarda çoğun.
Cadde ve sokaklarda, reklam panolarında, direklerde sabitlenmemiş, sağlam monte edilmemiş tabelalar? Kamu kurum ve kuruluşlarına ait binalardan kopan ölüm saçan sicimler? Kaldırım taşlarının yerinde kırılmış taşlar vardır. Kendi kırılmalarının izini taşıyan ve bazen de bu izlerden ibaret olan düzensiz, güvensizliğini koruyan, engebeli kaldırım taşları? Yer yer yarılmış asfaltın üzerindeki çatlaklar, yürüdükçe daha da belirginleşir ve sokağın dili haline gelir. İnsanın ara sıra gözlerini yummak gereksinmesini duyar. Ben kentimin bu görüntülerine çok acırım. Kent ölüdür. Sancılar içindedir. Ağlar, inler, bağırır, ulumaya yakın anlamsız seslerle dikkat çekmek ister. İnsanlar sağırdır, duymazlar bu haykırışları. Oysa kent bizim aynamız. Bize kim olduğumuzu gösteren bir ayna.
İstanbul'dan beş on yıl uzakta kalan bir insan kentte döndüğünde şaşırır. "Bu bildiğim kent mi?" diye düşünmeye başlar. Oysa Paris'e, Londra'ya, Roma'ya on yıl, otuz yıl sonra gelen bir kişi bu kentleri büyük oranda eski haliyle bulur. Büyük tarihsel kentlerin görünüşleri önemli oranda değişiklik göstermez. Yeni uydu kentler yapılır bu kentlerin epey uzağında, ama kentlerin tarihsel görünüşlerine pek dokunulmaz. Örneğin Londra sokakları, evleri ile yarım yüzyıl öncesindekinden büyük bir ayrım göstermez. Öteki Avrupa kentleri de öyle? Nasıl kıydık güzel İstanbul'umuza, İzmir'imize, inanılır gibi değil!
Ben kendim için güzel balkonlar biriktiririm. Çiçekli, saksılı balkonlardır bunlar. Sabah bir kova su dökülmüştür balkona. Öyle balkonlar var ki, yüksektedirler. Onlar gökyüzüne kurulmuşlardır sanki. Maviliklerin içinden, gökyüzünden, ışıklanmış bir parçadır. Oradan huzur yayılır gider. O huzur, hiç belli etmeden bütün gözeneklerden içe dolup insanı sevince boğar. Parmaklıklarından pembe sakız sardunyaları sarkar. Mutluluğun renklerini, biçimlerini simgeleyen şu cicili bicili vazolardaki çiçek kokularını oturma odanızda solumak kimin içini açmaz mı?
Bir tane daha var, hemen yanımda, bizim yan sokakta. Yol üstünde olduğundan hep önünden geçerim. Hemen birinci katta, sokağa çok yakın. Salonun sokağa uzanışı gibi bir şey. Kenarları parmaklık yerine beton duvarla çevrilmiş. Duvarların kenarına asılan demir çiçekliklerin içine saksılar oturtulmuş. Her çeşit çiçek. Rengârenk. Uzaktan bakıldığı zaman sizi davet eden bir havası vardır. Sizi evine buyur etmek ister. Bir çay içimlik, bir kahve içimlik bir zaman geçirilesi bir yer. Kendinizi koltuğa gevşekçe bırakılası bir yer. Öyle huzurlu, öyle davetkâr. Ne anladığımı sorsanız belki tam anlatamam ama bana büyük hazlar, doyumlar, duygulanmalar getirir. Güzel yaşama, gelecek günlere, güzelliğe dair, bizi ferahlatan?
Üst üste, yan yana, girintili çıkıntılı, balkonlu balkonsuz bir takım apartmanlar yıkılıyor, yapılıyor, yeniden yıkılıyor, yeniden yapılıyor? Taşlar iri iri, yürümek kolay değil üzerlerinde. Daha, bir daha, daha daha yollar kazılıyor, yıkıntılar yolları, sokakları dolduruyor, geçilmez oluyor. Karanlık, zifiri karanlık bir dünya! İzmir karaya kesmiş. Gözlerimi kapatıyorum. Görmek istemiyorum bu görüntüleri. Olmuyor, karanlık kafamın içinde. Karanlık oyuyor gözlerimi ve şu gördüğüm görüntüler, şehre dolanlar? Dolanıyor boynuma? Evlere, caddelere, sokaklara, çatılara, balkonlara?
Su boruları patlıyor. Hele yağmurlarda İzmir gibi kocaman bir kentte yağmur suyunun sokaklarda oluşturduğu derelere inanamıyorum. Bazı semtlerdeki eski bodrum katlarına sığınmış yoksul kiracılar ile yolun aralıksız yükseltilmesiyle aşağıya düşmüş dükkân sahiplerinin suyla mücadelesine tanık oluyoruz. Eğri büğrü yollar, bozuk döşenmiş kaldırımlar, toplum yaşamını bozan ne varsa sıra sıra geçiyor. Bütün bir mahalle söyler gibidir, bir uğultu halinde. Aklımdan hiç çıkmayan bir uğultu "İzmir'imize sahip çıkın, kentlerimize sahip çıkın" diye? Işıltılı, rengârenk sokaklarda irkilmeden, tiksinmeden, korkmadan, başımızı çevirmek zorunda kalmadan özgürce dolaşabileceğimiz bir zamanı yaşamayı hak etmiyor muyuz?