Düşünce yapısı 12
Yazar: Oğuz Adanır
Sağduyulu cahiller bilmediklerinin bilincinde olduklarından bilenlere en azından kulak verirler. Oysa bilmediğini bilmeyen ve sağduyudan yoksun çok sayıda yarı aydın her konuda bilgiçlik taslayabilir. Bu kesimin giderek kalabalıklaşması faşist yönetimlerin tam arzuladıkları şeydir. Zira kendilerine benzeyen liderlerine körü körüne bağlanan bu insanlar doğru ve yanlış, iyi ve kötü ayrımı yapabilmekten aciz bir hale gelirler. Liderlerinin iyi dediğini iyi, yanlış dediğini yanlış bellerler. Bir bakıma mantık ve zekalarını yitirmiş insanlar gibi davranırlar.
Bu koşullarda geçmişi doğru ve gerçeğe uygun bir şekilde çözümleyip, yorumlayamayacaklarından doğru ve gerçeklere yakın sağlıklı bir gelecek önerisi de üretemezler.
"Bugün Türkler Cumhuriyet rejiminden korkuyorlar ve İslam'ın ilk müesseseleri hakkında esaslı ve metodlu bir şekilde bilgi sahibi olmadıkları için, bizim anladığımız manada, Türkiye'de henüz siyasi hürriyetlerin bulunmadığını bir yana bırakırsak, gerçekte eşitlik prensibinin müesseselere ve bilhassa adetlere bu kadar derinden tesir etmiş ve bu kadar içten yerleşmiş bir ülke daha yoktur dünyada... Kısaca reforma, ıslahata karşı çıkan Kur'an değildir; asıl karşı olanlar Türkiye'de, Kur'an'a rağmen, kilise manastır hesabı tekke-cami, alim-derviş ikilisini ortaya koymuş olan dini cemaatlerdir...
Türkiye'de sultan modern şartnamelerin bir monarkın şahsına karşı sağlamış oldukları dokunulmazlığın aynısına sahip bulunmamaktadır. Sultan şu manada dokunulmazlık hakkı taşır ki, hukuken kendisine hiçbir ceza verilemez, fakat o en meşru ve en dini bir şekilde vazifesinden azledilebilir, hatta doktrinin dediği gibi onun kötü davranışları ve zulmü bu azli icap ettirmeseler bile; ve nihayet bunun hiç de boş bir nazariye olmadığını bize gösteren ve ispat eden bir tarih var karşımızda. Ebu Bekr'den 12. Mehmed'e kadar, meşru... yetmiş iki halifeden üçte biri ya demir ya da zehirle yok edilmişlerdir; bazılarının da ya gözleri oyulmuş yahut müebbet hapse mahkum olarak bu dünyadan ayrılmışlardır. Osmanlı Sultanları daha şanslı çıktılar; sadece iki tanesi ölüme mahkum oldu. Ama ne kadarı azledilmiş, hapsedilmiş, zorlanmıştır!..." Türkiye 1850 I. Cilt s.52-80-90-128
Bu satırları kim, neden yazmıştır? Amacı nedir? 18. Yüzyıl'dan itibaren Türkiye'yi çok seven az sayıdaki nitelikli Avrupalı araştırmacı uzun yıllar boyunca büyük bir sabır ve çabayla Osmanlı düzenini incelemiş, mekanizmasını anlamaya çalışmış ve bu konuda oldukça aydınlatıcı metinler bırakmışlardır. Mevcut Osmanlı düzenini yüzeysel değil derinlemesine kavrayan tüm araştırmacılar bu düzenin doğru bir şekilde kavranmasına hizmet etmişlerdir. Örneğin, yukarıdaki satırların sahibi M.A. Ubicini, Avrupa'yla Osmanlı karşılaştırması yaparken sanki günümüz insanlarının bir bölümünden söz ediyor ve hem kendi geçmişleri hem de İslamiyet'in geçmişi konusunda derinlemesine bir bilgi sahibi olmayan ve bu yüzden neye, neden muhalefet ettiklerinin pek farkında olmayan bu insanların modernleşme anlamında bir değişme, dönüşme potansiyeline sahip bir toplumun bu süreci yaşamasını geciktirdiklerini söylüyor. Kutsal kitabın karşı çıkmadığı bu değişim-dönüşüm sürecine dini inançları politik amaçla kullanan sözde din adamlarının karşı çıktığını ifade ediyor.
***
Öte yandan M.A. Ubicini gerek İslamiyet gerekse Osmanlı tarihinde insanlarına karşı adil olmayan, zulüm yapan halife ya da sultanların azledildiklerini zira bunların modern bir monarkın sahip olduğu dokunulmazlığa sahip olamadıklarını, bunun kökenindeyse bu toplumlarda karşılaşılan eşitlikçi töreler ve geleneklerin bulunduğunu söylüyor.
Bu arada az önce söz ettiğimiz bilinçsizliğin yol açtığı başka sonuçlar var. Akılcı düşünceye boyun eğerek gerçekleri ve doğruları aramak yerine duygulara uygun tamamıyla kurmaca (hayali) yani gerçekle neredeyse hiçbir ilişkisi olmayan ya da çok uzaktan ilişkisi olan bir Osmanlı düzeni oluşturulmaya çalışılıyor. Bu kurmaca sözde tarihsel açıklamalardan yola çıkılarak tüm gerçekler çarpıtılıyor ve keyfi bir geçmiş görünümü sunuluyor. Bu iş yalnızca 19. Yüzyıl'da değil günümüz Türkiye'sinde de yapılıyor.
Oysa 19. Yüzyıl ortalarında bir yabancının yaptığı açıklamalar güncel başkanlık tartışmalarına ışık tutuyor. Üstelik bunlar çok önemli açıklamalar.
"Türkiye hükümeti mutlak, fakat gerçekte ılımlı ve ölçülü bir monarşidir. Ilımlıdır çünkü hükümdarlığın belli müesseseleri ve şartları vardır, sonra yönetimin tutumunu belli bir noktaya kadar sınırlayan ve değiştiren, her yerde ve her anda onun karşısına çıkan esaslı gelenekler vardır. Bütün bunlar mutlak monarşinin yokluğunu açıkça gösterirler. Hükümdar (Abdülmecid)...Şeriatın hakimi ve muhafızıdır, fakat sahibi değildir ve daima şeriatın emri altındadır. Türkiye hükümeti...bir kişinin kanunsuz, kaidesiz, kendi arzusu ve kaprislerine göre hareket ettiği bir hükümet şekline asla benzemez. Türkiye 1850 I. Cilt s.52-130
Örneğin bu açıklama monarşik bir düzende bile padişahın mutlak bir iktidara sahip olamadığını göstermektedir. Başka bir deyişle Şeriat düzeninde bile mutlak bir iktidar ve yönetimden söz edilemiyor. Abdülmecid Türkiye'sinden Abdülhamid Türkiye'sine geçildiğinde sanki görece mutlak bir iktidar oluşmuş gibi görünmekle birlikte sonuca bakıldığında hem Abdülhamid tahttan indirilmiş hem de yapılan haksızlıklar ve yanlış uygulamalar Cumhuriyet rejimine geçişi kolaylaştırmıştır.
Bir kez daha günümüzde ironik olan bir şey varsa o da mevcut yönetimi koşulsuz destekleyen gençler ve diğer insanların geleneksel Osmanlı düzeni konusunda sahip oldukları eksik, yanlış bilgi ve buna bağlı yanlış çıkarsamalarıdır. Osmanlı düzeninin geleneksel bir 'mutlak iktidar' anlayışı üstüne oturduğunu sanan bu kitleler gerçekte modern bir iktidar anlayışını desteklediklerinden bihaberdirler. Zira bu düşünce ve davranışlarıyla aslında bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde Cumhuriyet kavramını içselleştirdikleri dolayısıyla tıpkı İtalya'daki Faşistler, Almanya'daki Naziler ya da İspanya'daki Frankistler gibi modern bir mutlak iktidar düşü peşinden koştukları söylenebilir. Osmanlı düzeninde anayasal niteliklere sahip mutlak bir iktidar anlayışının bulunmadığını bunun töreler ve geleneklerle engellendiğini yukarıda gördük. Öyleyse bugün tek kişide toplanan mutlak bir iktidar anlayışının peşinden koşmak Osmanlıdaki iktidar anlayışına değil modern toplumlardaki iktidar anlayışına uygun bir düşün peşinden koşmak demektir. Öyleyse bu insanlar sözcüğün gerçek anlamında geçmişe dönemezler yapabilecekleri tek şey modern dünyaya özgü bir mutlak iktidar anlayışı uydurmaktır.
***
Öte yandan "mutlak iktidar" ne demektir? Bir yönetimin kendi yasalarını dayatması ve sınırlarını belirlemesi mutlak iktidar sahibi olduğunu gösterir mi? "Mutlak iktidar" deyiminin modern dünyaya özgü olduğu ancak sözcüğün gerçek anlamında asla bir mutlak iktidardan söz edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle "mutlak iktidar" mutlak bir yanılsamadan ibarettir. Özellikle de tek bir kişiye atfedildiğinde fiilen ya da fiziken böyle bir şey olanaksızdır. Örneğin, zihinsel özürlü yurttaşlar, çocuklar ve çok yaşlılar üstünde mutlak bir iktidar uygulamasından söz edilebilir mi? Böyle bir yönetim biçimi özellikle günümüzde on milyonlar ya da yüz milyonlar üzerinde sözcüğün gerçek anlamında etkili olabilir mi? Milyonlarca bireyin zihnine girip onun gündelik yaşantısını değiştirebilir mi? Bir insan ya da bir yönetim neden "mutlak iktidar" sahibi olmak ister? Bir ülkede yaşayan tüm insanları şöyle ya da böyle egemenliği altına alma çabası sağlıklı bir davranış mıdır? Toplum üstü bir konuma sahip olma hırsı aynı zamanda toplumsal ahlak kuralları, etik anlayış hatta inanç sisteminin çiğnenmesi ya da dışlanması anlamına gelmez mi? Bu bir bakıma tanrısal nitelikler taşıyan bir güce sahip olma hırsı değil midir?
Modernleşme öncesine gidildiğinde tarihin pek de doğru olmayan bir şekilde despotluğu=mutlak iktidar olarak yorumladığı görülmektedir. Oysa atalarımız olan ilkel, geleneksel küçük topluluklara hatta onların Osmanlı gibi daha büyüklerine bakıldığında o topluluklarda gerçekten mutlak iktidardan söz edilebilir mi?
İlkel toplumlarda soyut kavramının bulunmadığından, onlar için her şeyin somut bir niteliğe sahip olduğundan daha önce de söz etmiştik. "Mutlak iktidar" deyimi ilkel toplumlardaki düşüncenin gücüne olan katıksız inancın güncel hali gibidir. Öte yandan geleneksel bir yapıya sahip ilkel toplumlar her şeyi atalarına, tanrılarına borçlu olduklarını düşünürler. Dolayısıyla iktidar ataların da onayladığı seçilmiş bir reise verilir. Bu reis ataların koyduğu kuralları asla çiğneyemez, çiğnediği zaman bu onların iznini alarak değiştirdiğini gösterir. Aksi takdirde yasakları çiğneyen bu reis topluluk tarafından katledilir ve yerine yeni bir reis seçilir. Bir reis, bir prens, bir kral, bir sultan, vs toplumsal, ahlaki ve hukuki kuralları asla tek başına belirleyemez, zira bunlar ondan çok önce atalar tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla bu türden kolektif yapılanmalarda mutlak iktidar diye bir şeyden söz edilemez. Tarihçilerin mutlak iktidar olarak yorumladıkları şey tıpkı Osmanlı'daki "Tanrının Gölgesi" deyimiyle padişaha tanınan görece bir tanrısal güç gibidir. Ancak bu gücün mutlak olmadığını yine tarih somut örneklerle göstermiştir. Padişahlar emirleri altındaki ulema ve diğer yöneticileri sustursalar bile halkı asla susturamamışlardır. Başka bir deyişle padişahların yalnızca saray içi kulları ve emirleri altındaki insanlar üstünde görece bir mutlak iktidara sahip oldukları söylenebilir, aksi takdirde Osmanlı tarihinde kadınların iktidarı, deli, çocuk ve bunak padişahlar gibi konulardan söz edilmezdi.
***
Geçmişe bir kez daha dönersek 19. Yüzyıl Osmanlı düzeni işlerin artık tek adamla yürümesinin mümkün olmadığını anlamakla birlikte bu konuda çaresiz bir konumdadır:
"Kötülüğün tabir caizse, genel bir hal kazandığı ve Bab-ı Ali'ye her taraftan şikayetlerin yağdığı... hallerde Bab-ı Âli heyecanlanır ve derhal... atlar, takımlar, arabalar, kayıklar, vs hususundaki lükse ve israfa karşı... yeni bir hatt-ı hümayunla müdahalede bulunur. Yahutta bir fermanla bütün vilayet yöneticilerinin ve defterdarlarının İstanbul'a gelmeleri emredilir, orada Sultanın, İmparatorluğun diğer yüksek memurlarıyla birlikte hazır olduğu Hz Peygamber'in Hırka-i şerifinin bulunduğu salonda toplanılır ve irtikapları (görevi) ve nüfuzunu kötüye kullanışları, en ağır cezalarla yasaklamakta olan hatt-ı şerifler ve aynı şekilde bu cezaların ayrıntılarıyla anlatıldığı 1840 kanunnamesinin maddeleri onlara yüksek sesle okutulur; ondan sonra da her birine teker teker vazifelerini sadık bir şekilde ifa edeceklerine dair Kur'an ve mukaddesat üzerine, şu yüz kere edilip bozulan yemin ettirilir. Derken haftalar, aylar geçer; bir taraftan korku dağılır; diğer taraftan denetim gevşer; yemin unutulur; önce belli bir şiddetle tatbik edilen yeni nizamname laçkalaşır ve her şey kısa zamanda düzene, daha doğrusu alışılmış düzensizliğe yeniden girer." M.A. Ubicini, Türkiye 1850 2. Cilt s. 316-317
Osmanlı çaresizdir zira padişahın tüm toplumsal sorunların çözümü olamayacağının bilincindedir. Tüm yanıtların tek kişiden beklenmesi insanı tüketen bir durumdur. Toplumla hükümdar arasında tampon görevi yapan bir sınıf ya da kesim olmaması yönetsel sorunların boyutlarını her geçen gün artırmıştır. Hükümdar sınırlı sayıda ve yönetimde görece söz hakkı olan bu insanları denetlemek yerine hiç kimseyi denetleyememekte ve denetleyemediği için de sık sık yönetici olarak bizzat atadığı insanları değiştirip hırsızlık yapmalarını engelleyebileceğini sanmaktadır. Belki de 'tek yetkili' olmanın bedelini ödemek zorunda olduğunun ve idarecilerin çalıp çırpmalarını engelleyemeyeceğinin farkındadır. Herkes çağın değiştiğinin bilincinde olmakla birlikte ne yapılması gerektiğini açıkça ifade edememektedir. Zira görüldüğü üzere mevcut yönetsel sorunlara bulunan çözümler acizlik içermektedir.
Yine de günün sorunlarına çözüm olacağı düşünülen bir yasa çıkartılır:
"...bir otuz sene geriye, Sultan Mahmut devrine gidelim. Ne görüyoruz? Türk İmparatorluğunun düştüğü gerileme devrinin belirtileri arasında en göze çarpan, en etkili ve en tehlikeli olanlar nelerdir? Kanuni garantilerin tamamen yok olması, müsadereler, hapse tıkmalar, keyfi mahkumiyetler kanunun yerini alan kapris, sistemin içine yerleşen nizamsızlık, düzenli soygun, idarenin bütün dallarında ve bütün mevkilerde ahlaki çöküntü, paşaların haraç almaları, memurların vurgunları, hükümet tarafında görülenden daha çok otoriteyi sağlamakla görevli zabıta kuvvetlerinin vazifelerini suiistimalleri, bunların önünü almaktaki acizlik, bizzat sultanın hakimliği ile ortaya konan kanuni hükümlere rağmen, halkın en basitleri bekçinin kabalıkları karşısında elsiz ayaksız kalışı, kısaca 1840'da çıkarılan kanunun çare bulmaya koştuğu bütün dertler... " M.A. Ubicini, Türkiye 1850 1. Cilt s. 159
Bu yasa hiçbir sorunu doğru dürüst çözememiştir. Asıl yapılması gereken şey çağ dışı yönetimi çağın ötesine geçen yasalarla sürdürmeye çalışmak değil düşünce yapısını değiştirmek ve yeni bir düzen tartışması başlatmaktı. Yabancı araştırmacılar ve diplomatlar kendi düzenlerinden söz ederek Osmanlıyı bu konuda aydınlatmaya çalışmışlardır:
" Türkiye'de hiçbir zaman ne asılzadeler sınıfı mevcut olmuştur ne de imtiyazlı tabakalar... Kanunun müsaade ettiği bir husus varsa o da rütbelerden ibaret resmi ayrımlardır ...ve yalnızca devlet memurlarına tanınmıştır... Vazifelerinin geçici ifasından dolayı ellerinde bulundurdukları otorite ne olursa olsun kendi gelirlerinin ürünü veya çalışmasının semeresiyle yaşayan hiçbir Osmanlı yoktur ki bu memurlar karşısında bir çeşit hoşgörü, hür adamın köleye karşı duyduğu hoşgörüyü taşımış olmasın(.Bunlar) doğuştan veya talihin sillesi yüzünden değil... hırsını tatmin etmek için, bizzat kendi arzusuyla (kul) köle (olmuşlardır)... Bu durum Türkiye'de iktidarın itibarını yitirmesinde en büyük zararı dokunan hallerden biri olmuştur. Devlette vazife gören kimselerin hepsini, aslında, kölelere benzetmek suretiyle bu durum gerçekte onlara kölelerin kusurları, düşüklüğü, açgözlülüğü, para hırsını vermiştir. Kimse mevkiini bir günden çok elinde bulundurabileceğinden emin olmadığı için aynı günün hem arifesi hem de ertesi için karınlarını doyurmaya bakan şu asalak insanlar gibi, herkes sadece cebini doldurmaya bakmıştır.
Bu aristokrasi yokluğu, devlet gemisini yürümesi için lüzumlu safradan mahrum bıraktığından, Osmanlılarda ani ve sık sık görülen sarsıntıların doğmasına sebep olmuştur. Bu sarsıntıların şiddeti sık sık onu silip süpürmek tehlikesini doğurmuştur. Gerçekten de iktidar kendi dışında sabit ve istikrarlı hiç bir şeye dayanmadığı için, kendi gücünden mahrum kaldığı veya gelenek ipini elinden kaçırdığı zaman meseleyi nereden alıp da yoluna koyacağını bilemez durumlara düşmüştür. Kendisini zorlayan hiçbir şey bulunmadığı gibi, kendisini bu hususta aydınlatacak da hiçbir şey yoktu geçmişinde... M.A. Ubicini, Türkiye 1850 2. Cilt s. 446-449-452-453-449
Padişahların çağdaşlaşma sürecini, anayasal düzene dayalı iktidar kavramını yanlış anlamaları ya da böyle bir iktidar biçiminin işlerine gelmemesi nedeniyle çözümü kuşa döndürdükleri bir anayasaya dayalı (kuramsal düzeyde kalan) mutlak iktidarda bulmalarına yol açmıştır. Zaten bitmiş, tükenmiş bir imparatorluğun bitmiş, tükenmiş padişahlarından daha fazlası beklenemezdi. Artık bir aristokrat ya da burjuva sınıf oluşturabilmeleri olanaksız olan padişahlar kendilerini bekleyen kaçınılmaz sona doğru hızla koşmaktan başka bir seçeneğe sahip değildiler. Son padişahlar devleti yönetmekten uzaktılar, zira gırtlağına kadar borç içinde yüzen miyadını çoktan doldurmuş bir devlet gerçekten yönetilebilir mi? Olsa olsa kendi konumlarını korumaya çalışan, halk ve sorunlarıyla asgari düzeyde ilgilenen, kendilerine söyleneni yapmaktan öteye gidemeyen insanlardan söz edilebilir. Tarihten silindiği ilk günlerde Osmanlı hanedanlığının son üyeleri arasında M. Kemal, yol arkadaşları ve halkın yanlış bir iş yaptığını söyleyen kaç kişi vardır?
***
Günümüz Türkiye toplumunun ne kendi tarihsel-toplumsal geçmişi, ne demokrasi kavramı ve çağdaş yönetim anlayışından hala pek fazla haberdar olmadığı ortada. Zira demokrasiyi yabancı keşfi sanan ukala ya da saflar şu bilgiye sahip olsalardı herhalde başka türlü düşünmeleri gerekirdi:
"İslam'ın ilk devirlerinden kalma: vatandaşların hepsine kanunun icrasında söz sahibi olmayı emreden düstur (Bütün halkın dikkatli ve uyanık bulunması gerekir, vs) Emr'i ma'ruf nehy anil münker... kanunların iyi yürütülmelerine dikkat edip, bunu temin etmek hakkına sahip bizzat halkın kendisidir... Bir iktidarın üstünde der Sadi her zaman bir şey vardır... Sultan kanunla ve kanun namına hükümet sürer ve tek vazifesi kendisinden başlamak üzere hiç kimsenin kanuna el sürmemesini temin etmekten ibarettir. Üstelik böyle bir vazife yalnızca sultanın şahsıyla sınırlı ve hükümdarlık mertebesinde bulunmaya bağlı değildir;
"Nehyi anil-Münker/Kanunu çiğnemeyi önleme" İslamiyet'in temel farzlarından biridir ve bu farz en küçük vatandaşa bile aynı hakkı tanır, böylece de Türkiye'de kanun bütün Müslümanların muhafazası altında bulunur. Tıpkı Fransa'da Anayasa müessesesinin Fransız milletinin uyanıklığına ve vatanseverliğine emanet edilmiş olması gibi. M.A. Ubicini, Türkiye 1850 I. Cilt s. 158-130:
Burada Müslüman bir toplumun demokrasiye, demokratik bir düzene geçişini kolaylaştırıcı temel bir bilgi var. Eşitlik kavramının hem kutsal kitap, hem Anadolu insanının kültüründeki mevcudiyet ve değişik uygulamaları ciddi araştırmacıların Türkiye'de bir Cumhuriyet oluşturulabileceği konusunda güçlü bir kanaat sahibi olmalarına yol açmıştır. Bununla birlikte biliyoruz ki, Modern Demokrasiler vatandaşın yasalara sahip çıkması ve uygulanmasında söz sahibi olmasını talep etmekle yetinmez bu süreci bir yükümlülüğe dönüştürür. Dolayısıyla günümüzde vatandaş mevcut yönetimin yabancısı değil onu denetlemekle yükümlü bir bireydir. Kendisini dışlamaya ve yönetimle bir ilişkisi olmayacağını söyleyenler ve onu yönetimden uzaklaştırmaya çalışanlar olduğu doğru ancak bu süreci kırmak bilinçli vatandaşın birincil görevidir.