Düşünce yapısı 10
Yazar: Oğuz Adanır
Önemli toplumsal olaylar kolektif tarihe mal olur ve kolay kolay unutulmaz. Bu olaylar çok sık olmasa da kimi zaman kendilerine rağmen çok ilginç ve ironik sonuçlar ya da düşüncelere yol açabilir. 15 Temmuz bunlardan biridir. Cemaat olarak adlandırılan kesim kime karşı ve neden örgütlenmiştir sorusu özetle Kemalist, Cumhuriyetçi ya da Laiklere şeklinde yanıtlanabilir. Bu cemaat yıllar boyunca yandaşlarını kazanırken ve eğitirken onları bu doğrultuda eğitmeye ve etkilemeye çalışmıştır. Mevcut Kemalist, Cumhuriyetçi, laik düzenin herhalde duraksamadan sürüp gideceğine olan inancı nedeniyle aklına asla başka bir alternatif gelmemiştir! Bu durumu bir anlamda Cumhuriyetin yerleşik kurumlarına olan inanç şeklinde de değerlendirebiliriz. Her ne kadar karşıt bir görüşe sahip olsalar da mevcut kurumsal yapıyı yaşamlarının büyük bir bölümünde onaylamak ve onun kurallarına uymak durumunda kalmışlardır. Buna ister "Takiyye" desinler ister başka şey fiili durum budur.
Olayın ironik olan yanıysa Cumhuriyetin kendisi ve onu oluşturan temel kurumları içerden sarsmaya, yıkmaya programlanmış bir örgütlenmenin sonuç olarak İslamcı ideolojiyi benimsemiş bir yönetime saldırmasıdır. Bu inanılmaz bir ironidir. Neredeyse bütün bir ömrü muhalif olduğun egemen ideolojiye karşı diş bileyerek geçir sonra da ideolojik açıdan kendine en yakın duran bir yapılanma ve kitlelere saldır!?
Burada açıklanması son derece güç bir durum vardır. Bir önceki yazımızda kimi çıkarsamalarda bulunma konusunda belki de çok acele ettik! Bu durumun bir açıklaması nasıl yapılabilir? Belki de ilk başa dönerek olan bitenleri özetle gözden geçirebiliriz. 2000'li yılların başında ülkeyi yönetmeye başlayan parti bu duruma hazır değildi. Acaba Kemal Derviş'in ekonomik politikalarını benimseyerek ve görece cumhuriyetçi temel kurum ve politikalara bağlı kalarak toplumun büyük bir bölümünün sempatisini kazandı diyebilir miyiz? Bu dışarıdan bakıldığında görülen manzara olabilir. Zira cemaat o sırada devlet kurumlarında yavaş yavaş üst düzey mevkilere gelmeye başlamıştı. Dolayısıyla bir kadrolaşma varsa bu seçimleri kazanan partinin değil cemaatin başarısıydı. Seçimleri kazanan parti bu kadrolaşmadan yararlanabileceğini gördü ve yola onlarla devam etti.
Bunu görmemek için insanın gözlerinde ciddi sorunlar olması gerekir. Çünkü günümüzde başta bakanlıklar düzeyinde olmak üzere tüm devlet kurumlarında gerçekleştirilen görevden uzaklaştırma, gözaltına alma ve tutuklamalar bu sürecin nasıl işlediğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. En üst makamlardaki cemaatçiler alt kademeleri süratle kendi yandaşlarıyla doldurmuşlar ve takiyye kuralına uygun olarak özellikle ilk başlarda kurumlarda çalışan cumhuriyetçi, solcu, liberal, milliyetçi, vs ile aralarını bozmamaya sanırım özen göstermişlerdir. Başka bir deyişle seçimleri kazanan parti ülkeyi yönettiğini düşünürken görünüşe göre pek çok konu ve alanda cemaatin uygulamalarını onaylamaktan başka bir şey yapmamıştır. Bunların en önemlileri "Ergenekon" ve "Balyoz" olaylarıdır.
"Ergenekon" ve "Balyoz" seçilmişler ve atanmış cemaat üyeleri arasındaki çatışma konusundaki en önemli ve somut örneklerdir. Zira bu davaları yürüten tüm adli personel bugün büyük ölçüde ya hapiste davası süren tutuklular ya gözaltında ya da aranan kişilerdir.
Ayrıca yıllardır görev yapan ancak son iki aydır görevden alınan, göz altına alınan, tutuklanan on binlerce kişiye bakıldığında bu insanların mevcut yönetim tarafından bir anda neden "hain" olarak görüldüklerini açıklamak gerekiyor. Çünkü mevcut yönetim onları kendi yandaşları olarak değil kendinden olmayan ve varlığını tehdit eden unsurlar olarak değerlendiriyor. Özde aynı İslamcı ideolojiye boyun eğer görünen bu insanlar nasıl oluyor da birbirlerine düşman kutuplar haline geliyorlar? Yönetim ideolojik ya da politik düzeyde kendisine en yakın olan kesime neden "hain" gözüyle bakıyor.
Bunun gerçekten de yönetim ve en üst düzey yöneticilerle sınırlı bir durum olduğu söylenebilir. Zira yönetime karşı girişilen devirme eyleminin başarısız olması yönetime toplum nezdinde prestij, itibar kazandırmamıştır. Bu girişimi öngörememesi, gerekli önlemleri al(a)maması, en yakınındaki insanların bile karşı taraf yandaşı olması iki tarafı berabere denilebilecek bir konumda bırakmıştır. Oysa politikada tarafların berabere kalmaları kendilerini prestij, itibar kaybına uğratabilir. Dolayısıyla kaybettikleri halde kaybetmemiş gibi görünenlerin gerçekten kaybetmesi gerekmektedir. Ruhani lider konumundaki kişinin her an politik liderliğe soyunabileceğini kanıtlaması, seçilmiş politik liderin gücünü göstermesini zorunlu hale getiriyor. Egoların çatışmasıysa bir tarafın, suçlu ya da suçsuz, yandaşlarına büyük zarar vermekle kalmayıp toplumu rahatsız edip, korkutuyor. Hainlerin ortaya çıkartılıp yargılanmaları birilerinin hain olmadıklarını ve düzene sahip çıktıklarını kanıtlayacak?
Belki de görevden alınanlar, gözaltına alınanlar ve tutuklananlar yerlerinde bırakılsalar kendiliklerinden yönetim yandaşı olurlardı? Büyük bir kısmı olabilirdi. Zira kaybedeni (cemaat artık kaybeden konumundadır, kaybedenlerin ciddi bir maddi ve manevi kayba uğrayarak kaybeden olduklarını, iktidarın kimde olduğunu açık seçik bir şekilde anlamaları gerekiyor) hiçbir toplum ya da kesim sevmez. Bunun somut örneklerine muhtemelen tutuklanan insanların görülecek davalarında somut bir şekilde tanık olacağız. Bu arada mevcut yönetimin uygulamaları, başlarını aynı seccadeye değdirseler de, takiyyecilere güvenilmediği, güvenilemeyeceğini gösteriyor.
Başka bir deyişle "çift başlılık" ne zaman ortaya çıkmıştır? Ülkeyi yöneten konumunda görünenler belli bir süre sonra seçimleri kazananların ülke yönetiminden bihaber olduklarını mı gördüler yoksa seçimleri kazananlar belli bir süre sonra yönettiklerini sandıkları ülkeyi aslında kendilerinin yönetmediklerini mi anladılar? Burada sorulabilecek yüzlerce soru vardır. Kim neyi, ne zaman anlamıştır? Yalnızca dershaneleri kapatma ve karşı darbe gibi görünen para kutuları olayı bu durumu açıklama konusunda yeterli midir? "Ergenekon" ve "Balyoz" mevcut yönetimin nüfuz ve saygınlığını yitirtmeye yönelik olaylar mıdır, ki bugünkü durum bu yaklaşımda belli bir gerçeklik payı olduğun gösteriyor. Yoksa çift başlılığın fiili hale getirilmesi midir? Başka bir deyişle mevcut devlet kurumlarının büyük bir çoğunluğunu yönetimin zafiyetinden yararlanarak eline geçirdiğini düşünen cemaat yaptığı şantajlarla yönetimi devralıp yola devam etmek gibi bir talepte bulunmuş ve ret mi edilmiştir? 15 Temmuz bu reddedilmeye verilen bir karşılık mıdır? 15-16 Temmuz günleri yönetimdeki partinin merkez binası ve daha pek çok binaya devasa Mustafa Kemal Atatürk posterleri asması kendisinin Cumhuriyet yandaşı cemaatçilerin şeriat yandaşı olduklarını mı göstermeyi amaçlıyordu? Bu davranış aynı zamanda o güne kadar sürdürülen ayrıştırıcı politikaların yadsınarak Cumhuriyetçi, Laik, Solcu ve diğerlerinin yandaş olarak görülmesi gibi paradoksal bir anlayışın benimsenmesini mi sağladı?
Öte yandan ironik düşünce burada bir kez daha devreye girip "bir gün herkes Cumhuriyetin demokratik kurumlarına ihtiyaç duyabilir" dememizi sağlıyor. Zira İzmir yakınlarında cemaat yandaşı tutuklu bir adalet adamının kendisiyle aynı görüşleri paylaşan diğer tutuklulara gönderirken "dikenli tellere" takılan mesajlarında Cumhuriyet ve kurumlarına olan inancını dile getirerek adaletin yerini bulacağını, mevcut yasalar çerçevesinde davaları kazanıp, zengin olacakları, dilekçe üstüne dilekçe vermelerini, vs öğütlediği görülüyor. Bütün bu insanların kendilerine rağmen cumhuriyet kurumlarına olan inançlarını dile getirmelerinde tarihin kendilerine oynadığı ironik oyunun payı büyük.
Başka bir deyişle İslamcı bir ideolojinin Kemalist, Cumhuriyetçi ideolojilere muhalif göründüğü bir ülkede tarihin iki İslamcı kesimi karşı karşıya getirmesi bir rastlantı olamaz. Bu ironik durum cumhuriyetin bir aşamadan başka bir aşamaya geçişinin göstergesi olarak kabul edilebilir. Cumhuriyet yaklaşık yüz yıldır süren din-inanç kurumuyla olan hesaplaşmasını tamamlayarak çağdaş demokrasi ilkeleri çerçevesinde yola devam etmek durumundadır.
Bu noktada 15 Temmuz eyleminin İslamcı ideoloji ve politikalara etkileri ne olacak gibi bir soru sorulması anlamsız görünüyor. Zira günümüzde toplumun önemli bir bölümü duygularını somut bir şekilde dile getirmese de politikayla bu kadar mahrem ilişkiler içine girmiş bir inanç sisteminden ister istemez belli ölçülerde ya da tamamen soğumuştur. Ayrıca dinle politikayı birbirine karıştırmak en azından belli bir kesimin başına büyük dertler açtı ve açmayı sürdürecek gibi görünüyor.
İnançla politikanın bu boyutlarda iç içe olması şöyle ya da böyle İslamcı ya da bu ad altında sürdürülen ideolojik yapılanma ve politikalara da darbe vurabilir. Bugün Türkiye'de İslamcı İdeoloji temsilcileri toplumdaki inançlı kesimin politika ve dünyaya bakışına bugüne kadar hiçbir liberal, milliyetçi, sol, Kemalist ya da başka politik bakışa mensup parti ve politikaların vuramadığı, belki de hiçbir zaman vuramayacağı kadar büyük bir olumsuz darbe indirmiştir. Bu da tarihin bir cilvesi olarak nitelendirilebilir.