Bir ülke delirirken
Yazar: Ayşe Başak Kaban
Delirmek, deli olma hali... O sıklıkla kullandığımız, eğlenirken birbirimize söylediğimiz anlamda değil. Sözlük anlamında, tıbbi boyutta... Yani tam da aklı yitirmek manasında. Aklı yitirmek, çıldırmak, akıl sağlığının dışına çıkmak. Hayır, durup dururken kahkahalarla gülmek değil, tam aksine, ağlamak da değil.
Nasıl delirdiğimizi bir zaman sonra hatırlamayacağız. Öylesine sinsi ve öylesine yavaş ilerledi ki, kimse farkına varmadı. Çok zaman önce başladı, çok zamandır içimizde. Mutsuzluğumuzla perçinlendi, ümitsizliğimizden beslendi. Hayal kurmayı bıraktığımız anda güçlendi. Çünkü hayal kurmak umut verir insana: Bir gün er ya da geç ama mutlaka bir gün bizi bekleyen güzel şeyler olacağını bilmek...
Uzun zamandır hayal kurmayan, kuramayan insanların ülkesinde yaşıyoruz. Daha ziyade hissettiğimiz, engel olamadığımız panik duygusu. Allahım biz ne yapacağız? korkusu. Çünkü artık kalan ömrümüze baktığımızda kalın pus giderek koyulaşmakta.
İnsan, umut veren şeylerden bahsetmek istiyor; baharın kapıyı araladığı şu günlerde erik ağaçlarının çiçeğe vurmasından, sakız sardunyalarının tohumlarından, bahçeye gelen yeni hamile kediden, göçmen kuşları beklemekten... Artık kaçımız erik ağacına sarılıyoruz ki, kaç erik ağacı kaldı sahi şehirde?
Erik ağaçlarına çiçek basmadan önce kestaneler vardı. Nasıl ki kuru dallara çiçek basması baharın müjdecisidir, kestane tezgâhlarının köşe başlarında belirmesi kışın geldiğini haber verir. Bu sene, geçen yıllara göre daha mı az vardı yoksa artık eskisi kadar hayatın içinde olmaktan çekindiğimden midir onların farkında olmamam, bilemiyorum.
Oysa ne güzeldir kestane tezgâhları, onların farkına varabilmek. Kokusu çocukluğu çağrıştırır, soğuk bir an olsun işlemez olur bedene. Başında kestane kavrukluğunda bir adam olur. Kasketi kulaklarının üzerinde, omuzları üşümekten içeri dönmüş. Çünkü herkes bilir ki ayazda uzun süre aynı yerde duramaz insan. O nedenle elleri ceplerinde, işitmediğimiz bir müziğin ritmine ayak uydurmuş gibi adımları bir öne bir geriye.
Belki küçük bir tabure üzerinde yorgun bedeni, kestane kebapların yükselen buğusu üzerinde elleri, bir küçük külaha üç beş kestane; 2 lira 3 lira... Kaç külah satmak gerekir eve dönmek için? Vardır onun da bir hesabı. O hesap bitince ve çoğunlukla bitmeden, tablada kalan son kestaneler satıldıktan ve belki günah olmasın, atılmasın diye cebe atılıp, tezgâh yüklenir sırta.
Kestane satıcısının göz bebeği, şu hayattaki tek mal varlığı, ekmek teknesi, çocukların kitap parası, ev kirası, belki 100 gram kıyma ile yapılacak bol ekmekli köftesi; o küçük tezgâh yaşamın ta kendisi. Umut değil belki ama Bugünü de devirdik ya Rab cümlesinin öznesi.
Sonra bir haber düşer sessizce ajanslara; aslında gümbür gümbür üzerimize gelir. Seyyar satıcıdır Cemil Bozkuş, son kez yazar bir kağıt parçasına ve zaten yaşatmakta zorlandığı nefesini yatak odasının tavanından sallandırdığı urganda bırakıverir. Şöyle der onu ilk kez ve son kez tanıyacak insanların yüzüne çarpa çarpa:
Benim ölüm sebebim zabıtalar. Bir cinayet işlendiği zaman bir ekip almaya gelir, bir tablayı almaya on ekip gelir, bu mu adalet?
Sonra bir bakmışsınız bir kestane tam boğazınızın ortasında sıkışmış kalmış, ne yutabilir, ne geri çıkarabilirsiniz... İnsan 20 bin liralık borç için canına kıyar mı, kıyar. Delirmenin eşiğini geçmiş bir ülkede yaşıyorsa, kıyar.
Damla bebek, bir damlacık halinden daha fazla büyüyemeyecek mesela. Soğuk bir masada otopsisi yapıldıktan sonra bir aile büyüğüne küçük bir karton içersinde teslim edilecek minik bedeni. Çünkü kestane tezgâhını bir kez daha zabıtalara kaptıran babanın borcunu ilmeğe geçirdiği gün, Damla bebek kusmuğunda boğularak ölecek. Damla tıkanmadan önce onu kucaklayıp sırtını pışpışlayacak kimse olmayacak, yan çevirip yatıracak, usul bir sesle ninni söyleyecek...
Annesi ve babası iş aramaya gidecek sabahın köründe. Hangi çaresizlik bir bebeği tek başına bıraktırır, hangi mazeret? İşsizliği, parasızlığı, aç uyumanın ne demek olduğunu bilmeyen yanıtlamasın lütfen. Çünkü çaresizlik hele ki delirmiş bir ülkede başınıza geldiyse akla en uzak olan bile mantıklı gelebilir. Kuşkusuz o anne, baba, bebeklerin yalnız bırakılmaması gerektiğini her normal insan kadar biliyordu, ama belki Melekler demişlerdir, melekler göz kulak olur Damlaya...
Sonra memleketin birikimli bir yazarı tam da bu haberlerin okunduğu gün şöyle yazacak köşesinde:
Bir avuçluk ve sözde 'mutlu azınlık' olarak kendilerini görenlerin ayrıcalıkları, kitlelerin tüketim ve yaşam alanlarına aktarıldı. Uçak yolculuğu, yurt dışına çıkmak, bilgisayar sahibi olmak gibi olgular herkese açık. Sözde 'merkez medya'nın güdümlü manşetlerinin yalanlandıklarını, anında akıllı cep telefonlarından ve sosyal medyadan görebiliyorsunuz.
Akıllı telefonlarımızı, ucuz uçak biletlerimizi, tabletlerimizi versek Damla Bebek ile Cemil Baba döner mi evlerine Sayın Barlas?
Bu memleketin insanı, 12 saat sigortasız çalışır; yazın sıcaktan, kışın soğuktan kavrularak, ayaklarının ağrısından dinlenmeden uyuyarak, helal ekmek parası uğruna çalışır. Çalışıp çalışıp kazanamaz üstelik; onca alın teri, parmakların, ellerin nasır tutması, bacaklara varis dadanması ev kirası, faturalar, bir tas tarhana çorbası içindir. Tüm o semersiz çalışmanın içinde tatil uzak bir ihtimaldir. Et yemek, et diyorum; misal iyi pişmiş bir pirzola için hiç değil. Onu çoktan unuttu bu ülkenin insanları, zaten kırmızı etin tadını pek çok çocuk bilmiyor. Olsun, razıdır çalışmaya, hep amele, hep ırgat kalmaya ama en azından çocuklar tezek taşımasın be okula!
Biz artık delirdik, günlerin anlamsızlaştığı zamanları yaşıyoruz. Mutlu insanlar var ya, biz artık onlara kızıyoruz. Mutluluğunu ulu orta gösteren insanlara, yediğini içtiğini akıllı telefonlarıyla sosyal medyada paylaşanlara, bilmem ne keyiflerini utanmazca sergileyenlere öfke duyuyoruz. Oysa biz mutluluktan beslenen insanlardık kişisel mutluluklarımızdan utanır olduk, çünkü delirdik.
Kalbimiz delik deşik oldu, çocukları, gençleri mezara koymaktan, kamu mallarına zeval gelmesin diye çocuklarını mezara yerleştiren babalar var bu ülkede... Çocuğu öldürüldüğünden beri börek yapmayan anneler... Kürsülerden suratımıza tükürüyorlar artık. Güçlü olanın ayakta kaldığı bir ülke oldu burası sadece. Güçlü olmak da yetmiyor; acımasız olmak gerek, çokça onursuz.
Biz yarını göremiyoruz, hava puslu, yaşayamıyoruz; bu ne demektir bilir misiniz? Uçaklar sizin olsun, akıllı telefonları da gömelim belki bir kestane ağacı verir, doyasıya sarılırız.
Bu ülkenin toprağı ayaklarımızı, havası ciğerlerimizi yakıyor, tanımadığımız insanların kaderlerine, kederlerine dertlenmekten delirdik anlayın artık!