Muhafazakar görünmek ve modernleşmek!
Yazar: Oğuz Adanır
Ülkemizde muhafazakarlık, konformizm gibi sözcüklerin tam olarak ne ifade ettikleri belli değildir. Tutucu sözcüğüne sözlüklerde az çok bir karşılık bulunmuş ve mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen kimse, muhafazakar olarak tanımlanmıştır. Bu son tanımlamadan yola çıkarak son 15-20 yıl içinde Türkiyede yaşanan toplumsal nitelikteki hareketleri muhafazakarlığın, tutuculuğun yükselişi olarak nitelendirmek güçleşmektedir.
Bu sözcüklerin ödünç alındıkları toplumlara bakacak olursak örneğin, konservatizm (conservatisme): kişinin zihinsel düzeyde maddi ve ahlaki değişikliğe karşı çıkması olarak tanımlanırken; konformizmin (conformisme): özellikle İngiltere bağlamında egemen dine boyun eğmenin yanı sıra düşünce ve davranış düzeyinde çevre baskısına boyun eğmek gibi anlamlara da sahip olduğu görülmektedir.
Bu tanımlamalar çerçevesinde yapılacak bir çözümlemenin de yine ülkemizde son 15-20 yılda yaşanan süreci muhafazakarlık, geleneklere uyma, tutuculuk şeklinde ele alamayacağı görüşündeyiz. Çünkü içinde yaşanılan süreç bu tanımlamaların ötesine geçmiştir. Peki bu süreç nasıl çözümlenebilir ya da açıklanabilir?
Her şeyden önce sözcüğün gerçek anlamında modernleşmemiş, yani gündelik yaşamda akılcı düşünceye işine gelmediği zamanlarda boyun eğmeyen toplumlarda karşılaşılan zihinsel çelişki yokluğu ya da belirsizliği bu kitlelerin muhafazakar olarak nitelendirilmesini zorlaştırmaktadır. Zira olayları, olguları yalnızca kendi (inançları=) duygusal evreni doğrultusunda yorumlayan bu zihniyet düşünce ve davranış düzeyinde aşırı uçlar arasında gidip gelse de bunda bir terslik ya da bir çelişki görememektedir.
Başka bir deyişle, az çok akılcı bir toplumsal düzende yaşayan insanların gündelik yaşamın pek çok alanında keyfi, yani duygusal bir şekilde davranmaları ahlaki açıdan ortaya çelişkili bir davranış biçiminin çıkmasına yol açmaktadır. Modernleşmek isteyen bir toplum modern/akılcı ahlak ilkelerine uymakla yükümlüdür, aksi ahlaksızlık olarak nitelendirilir.
Modernleşmek keyfince modernleşmek olarak algılanamaz, zira o zaman bu sürecin adı modernleşme olamaz. Örneğin, otomobil fabrikalarında üretilen otomobiller inançlar ya da düşünceler adına akılcı olmayacak bir şekilde üretilemez. Uluslar arası ticaret ve hukuk kuralları inançlar, çevre baskısı bahane edilerek yok sayılamaz ya da çiğnenemez. Trafik işaretleri, taşımacılık sistemi inançlar, gelenekler bahane edilerek akılcı sayılamayacak bir şekilde düzenlenemez.
Eğitim, hukuk, ticaret, sağlık-tıp, ekonomi, üretim düzeni nasıl inançlara, geleneklere değil modern akıla boyun eğiyorsa başta ahlak olmak üzere gündelik yaşamın tüm alanları da bu modern akılcılığa boyun eğmek durumundadır, aksini düşünmek ahlak dışı düşünmek anlamına gelmektedir.
Öyleyse son 15-20 yılda somut bir şekilde kendini dayatan ve genellikle muhafazakarlık ya da aşırı muhafazakarlık şeklinde nitelendirilen belli bir yaşam ya da düşünce biçimi akılcı bir perspektiften nasıl yorumlanabilir? Son yıllarda görülen muhafazakarlığın ülkedeki en önemli simgesi kadınların belli bir politik görüşe uygun bir şekilde bağladıkları başörtüsüdür. Olayı bu şekilde ifade etmemizin nedeni bu tür başörtüsü bağlama biçiminin AKP adlı bir siyasi partinin ortaya çıkmasıyla birlikte hızla yaygınlaşmasıdır.
Müslümanlığın yalnızca bu tür bir başörtüsüne mal edilmek istenmesi yüzlerce yıl boyunca bütün dünyanın İslamiyetin başkenti olarak gördüğü İstanbul ve Anadoluda yaşayan, günümüze kadar geleneksel başörtülerini bağlamış Müslüman kadınların başka bir dine mi mensup oldukları sorusunun sorulmasına yol açmaktadır. Zira onlar Müslüman ise bu değişik başörtülü ve Müslümanlığı tekellerine alma gayreti içindeki kadınların diğer Müslümanlardan ne farkı olduğunu birilerinin açıklaması gerekmez mi?
Bugün ülkeyi yönettiğini düşünen siyasi partinin ileri demokrasiyle ne kadar ilişkisi varsa muhafazakarlıkla da o kadar ilişkisi olduğu söylenebilir. Bu parti ve ona sahip çıkanların ne ileri demokrasiyle ne de muhafazakarlıkla pek bir ilişkileri yoktur ya da her ikisiyle de yalnızca sözcükler ve çıkarlar düzeyinde ilgilendikleri söylenebilir.
Yönetici konumundaki partinin ileri demokrasiyle hemen hiçbir ilişkisi olmadığı gibi mevcut demokratik anlayış ve politikayı keyfi bir şekilde eğip, bükerek kendine uygun hale getirme çabası içinde olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu konu üzerinde durarak zaman yitirmeyi gereksiz görüyoruz.
Muhafazakarlık konusundaysa az önceki simge olarak sunulduğunu söylediğimiz ve bir inanç göstergesi olmaktan çok politik bir gösterge niteliğine sahip olan belli bir şekilde bağlanan (ya da aynı şekilde örtmenin değişik versiyonları) bu başörtüsünün muhafazakarlıkla herhangi bir ilişkisi olup olmadığını anlamaya çalışalım.
Yalnızca kendi kişisel düşünce yapılarını değil, aynı zamanda aile ya da bağlı oldukları çevrenin de genellikle muhafazakar ya da inançlarına bağlı olduğunu diğer insanlar, yani başını bağlamayan özgür kadınlar ve onların içinde yaşadıkları çevreye göstermeye çalışan kadınlar ya da ait oldukları çevrenin gerçekten gösterdikleri şey nedir?
Bu tanımlamakta zorlandığımız muhafazakarlar bedenlerini, saçlarını, tenlerini gizleyebilirler ancak düşünce yapılarını ya da zihniyetlerini kesinlikle gizleyememektedirler. Ülkenin neresine gidersek gidelim bu politik başörtülü kadınların büyük bir çoğunluğunun görünüş ve davranışları özgür kadınlarınkinden hemen hiç farklı değildir.
Burada yalnızca başörtüsü düzeyinde bir çevre baskısına boyun eğiş ya da başörtüsünü kendi arzu ve iradesiyle bağlayanların kendilerini içine soktukları bir ikili açmazdan söz edebiliriz.
Muhafazakar olmak hemen tüm toplumlarda dindarlığa gönderme yapan kimi zaman onunla özdeşleştirilen, özellikle mazbut bir yaşam sürdürmek, yeryüzünün maddi nimetlerinden asgari ölçüde yararlanmak, gösteriş, lüks ve ihtişamdan kaçınmak, uzaklaşmak; yoksullukla, açlıkla, hastalıklarla mücadele gibi konularda etkin bir rol oynamak vb. yan anlamlar çağrıştıran bir deyimdir.
Oysa son 15-20 yılda ülkede yaygınlaşan politik ağırlıklı başörtüsü sahiplerinin maddi dünyanın tüm nimetlerinden olabildiğince yararlanmaya çalıştıkları, lüks, ihtişam içinde yaşamayı, gösteriş yapmayı çok sevdiklerini görüyoruz. Son 20 yıl içinde bu kesimin ülkedeki yoksulluk, eğitimsizlik, sağlık sorunları vb. konularda kaç adet sivil toplum örgütü oluşturduğuna bakmak konu hakkında bir fikir sahibi olmak için yeterlidir.
İster sözde bir baskı, ister çıkar, isterse arzular nedeniyle olsun bu tür bir başörtüsü taşıyan ve son 15-20 yıl içinde giderek zenginleşen ve maddi açıdan rahat olarak nitelendirilebilecek yaşam koşullarına sahip bu kadınların kendilerini bir tür ikili bir açmazla karşı karşıya bıraktıkları görülmektedir.
Türkiyenin her yerindeki lüks olsun ya da olmasın her türlü alışveriş mağazaları, kuyumcular çarşısı, pahalı oteller, restoranlar, çarşılar vb. yerlerde karşımıza çıkan bu kadınlar öncelikle bir tesettür modası ve bu modaya ait dergiler çıkmasına yol açmışlardır. Oysa moda maddi ve modern dünyaya ait bir kavram olup, ağırlıklı olarak tüketim toplumlarına özgü sürekli değişikliğe mahkum hareketli bir evrendir, dolayısıyla muhafazakarlığın tanımına büyük ölçüde ters düşmektedir, çünkü insanı hiç durmadan tüketmeye itmektedir. Dolayısıyla bir moda olan tesettürün muhafazakarlıktan çok tüketim, ticaret yani maddi dünyayla ilişkili bir kavram olduğu söylenebilir.
Sözünü ettiğimiz başörtülü kadınların tesettür adı ya da görünümü altında olsa da tüm kadınlıklarını, dişiliklerini, giysilerinin biçimleri ve nitelikleri, aksesuarlar, makyaj, parfüm ve mücevherleriyle sergilemekten çekinmedikleri görülmektedir. Bu kadınların önemli bir bölümüyse yalnızca boydan bir pardösüyü andıran giysinin altına en pahalı markalardan oluşan giysiler, ayakkabılar giydikleri vs. görülmektedir.
Yine bu kadınların önemli bir bölümünün son derece lüks arabalar kullandıkları ve kendileriyle günün her saatinde hemen her türlü mekanda karşılaşılabildiği söylenebilir. Aynı kadınların büyük bir çoğunluk oluşturmadıklarını söylemenin bir anlamı yoktur, zira onların olanaklarına sahip olmayanların çok ama çok büyük bir çoğunluğu bu olanaklara sahip olma düşleri kurmaktadırlar.
Bu kadınlar en az özgür olarak nitelendirilen başı açık kadınlar kadar maddi dünyaya bağlı, en az onlar kadar arzularına yenik düşen kadınlardır. Bir yandan en az başı açık özgür kadınlar kadar dişi, çekici, kadın olduklarını kanıtlamak isterken, diğer yandan ait oldukları çevre, ortam nedeniyle kendilerine görece hakim olmak, arzularını baskılamak durumunda kalabilmektedirler.
Oysa insan bedeni genetik olarak yaşamaya programlanmış bir varlık olup, genç bedenlerin (hatta diğerlerinin) kendilerini bizzat her gün içinde yaşadıkları bu fiziksel ya da maddi dünyadan soyutlayabilmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla politik bir simge olan bu başörtüsünü takan kadın arzularına hakim olamayıp özgür, modern kadınlara öykünmekle birlikte eşi ya da kendi ailesi ve konumu nedeniyle bu arzuları geçici olarak baskılamak durumunda kalabilmekte, hatta bu konuda hafif bir suçluluk duygusu (belki?) duyabilmekte, ancak sonuç olarak çevredeki arzularına ve içinde yaşadıkları maddi dünyaya yenik düşerek benzer tutum ve davranışlar sergileyen diğer başörtülü kadınların varlığından cesaret alarak yeniden maddi dünyayla barışmakta ve bu durum bu iki uç arasındaki bu türden duygusal gidiş gelişlerle sürüp gitmektedir.
Öyleyse günümüzde başta ülkeyi en üst düzeyde temsil eden insanlar olmak üzere bütün bu kesime özgü muhafazakarlığın biçimsel ya da göstermelik olduğu, çekilen muhafazakarca söylevlerin hiçbir inandırıcılığa sahip olmadığı (bu arada zaman zaman medyada karşılaşılan radikal müdahalelerin amacının diğerlerini ve muhalifleri etkilemek olduğu söylenebilir) ya da yalnızca onlara benzemek ve onlar gibi yaşamak isteyenler üstünde bir noktaya kadar etkili olabildiği söylenebilir. Başka bir deyişle modernleşmenin tüm nimetlerinden sonuna kadar yararlanmak isteyen bu kadınların modernleşmenin nesini yadsıdıklarını anlayabilmek neredeyse olanaksızlaşmaktadır.
Zira başörtüsü modern, özgür bir kadın gibi davranmayı engelleyemiyorsa o zaman bu kadınlar bu başörtüsünü neden takıyorlar? Yok bu tür başörtüsünün modernleşmeyle değil yalnızca bu oyunu oynamayı kabul eden kadın kitlelerini kandırmaya çalışmayla bir ilişkisi varsa bunun da inandırıcı olmadığı söylenebilir. Geriye milyonlarca kadının ülkede neden bu şekilde giyinip, örtünmeyi sürdürdüğü sorusunu yanıtlamak kalıyor.
Her şeyden önce dünyada inançlarını akılcı bir düzene dayatarak ileri demokrasi düzeyine ulaşabilmiş bir ülke örneği yoktur. Dolayısıyla, ileri demokrasi düzeyine ulaşmak isteyen bir Türkiyenin de inançları bahane etmek ve inançlarla oynamaktan artık tamamen vazgeçmesi, yani, sözcüğün gerçek anlamında çağdaşlaşması gerekiyor.
Dolayısıyla, ülkemizde milyonlarca kadının tesettür modasına uygun bir şekilde giyinmekten vazgeçmesi için örneğin, baştakiler olarak nitelendirilenlerin bu giyim tarzından vazgeçmesi (oysa onlar da bu konuda en az sokaktaki başı politik biçimde örtülü kadın kadar açılmaları durumunda ne tür bir tepkiyle karşılaşacaklarını tahmin edemedikleri için bu oyunu sürdürüyorlar) gerekiyor ki, bunun o kadar büyük bir sorun olmadığı söylenebilir.
Zira son on yılda demokrasi kavramını deforme ve dejenere eden, zihinsel çelişkinin ne olduğunu bilmeyen ya da görmezden gelen bir zihniyet aynı yöntemle başörtüsünden de kolayca kurtulabilir. Bir başka kurtulma yöntemi de yönetimdeki siyasi partinin seçilmeyip, bir başka siyasi partinin yönetimi ele geçirmesi ve bu konuda yol gösterici örnekler, modeller sunmasıdır.
Başka bir deyişle bugün artık bu sözde siyasi içeriğini de yitiren başörtüsünün ne ifade ettiği anlaşılamaz hale gelmiştir. Sokağa çıka çıka edinilen ayakkabı, pantolon vs. giyme alışkanlığına dönüşen başörtüsünün ne inanç ne de siyasetle hiçbir ilişkisinin kalmadığının anlaşılması biraz daha zaman alacak gibi.
Bu konuda hiç kuşkusuz başörtüsünün önceki yönetimlere meydan okumanın bir simgesi olarak kullanılması ve politik anlamda sonuç vermesi de başörtüsünden kurtulma konusunda tereddütlere yol açabilir. Ancak bu doğru değildir, zira az önce söylediğimiz gibi istediği zaman zihinsel çelişkileri görmezden gelen bu düşünce yapısı istediği takdirde zafer kazanmış olmanın gururuyla başörtüsünden de her an kurtulabilir.
Sonuç olarak, deyim yerindeyse Türkiyenin gerek zihinsel, gerekse uygulama ya da davranış düzeyinde akılcı bir tanıma sahip muhafazakarlıkla sıfır derecesine yakın bir noktada ilişkili olduğu söylenebilir. Ancak bu zihniyet ve davranışları daha çok çelişkili, tutarsız yani psikolojik açıdan sorunlu olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır.
Burada modernleşmenin, yani sözüm ona ahlaki değerlerinin düşük olduğu ima edilen, varsayılan, kimi zaman da açıkça dile getirilen, buna karşın sunduğu tüm maddi olanaklardan sonuna kadar yararlanılan bir sistemin ahlak anlayışının bu tür bir yaklaşıma oranla çok daha ahlaklı olduğunu yadsıyabilmek olanaksızdır.
Bugün modernleşmenin öteki adı olarak nitelendirilebilecek kapitalizm ya da neo-liberalizm girdiği ülkedeki tüm ticari ve hukuki yapıyı küresel ekonominin ticaret ve hukuk anlayışına uygun bir ahlaki görünüme büründürmekte ve bunun dışına çıkılmasına izin vermemektedir. Öyleyse bir toplum ekonomik, hukuki ve politik anlamda bir akılcı düzene, toplumsal ve kültürel olarak bambaşka bir düşünce yapısına uyamaz.
Türkiye gibi ekonomi ve politika alanında neo-liberalizmle büyük ölçüde bütünleşmiş bir ülkede demokrasi ve demokrasiye boyun eğen bir toplumsal ve kültürel düzenden söz ediliyorsa o zaman başka bir ahlak anlayışını ön plana çıkarmaya çalışmak akıntıya kürek çekmek gibi bir şey olur. Böyle bir küresel süreçle bütünleşme gayreti içinde olan Türkiyenin daha uzun bir süre çifte standartlı bir ahlak anlayışına boyun eğemeyeceği ve bu sürecin de uzun bir süre böyle devam edip gidemeyeceği ortadadır.
Dolayısıyla inanç ve ahlak sisteminin modernleşmesi/akılcı hale gelmesi çifte standartlı, yani ikiyüzlü olarak nitelendirilebilecek bir yaşam biçiminden kurtulmak anlamına gelecektir. Onun için çağdaşlaşmaya direnen kesimin din anlayışında bir reform yapması ve inançlarını akılcı düşünce süzgecinden geçirmesi bir zorunluluğa benzemektedir. Aksi takdirde Niyazi Berkesin dediği gibi ilerici-gerici tartışmaları sona ermek bilmeyecektir.
Bugün modern toplumlardaki insanları tümden ahlaksız olarak nitelendirmek ya da oradaki yaşam biçimlerini ahlaksızlıkla suçlamak ahlaksızca bir davranıştır. Zira o ülkelerde toplumlara ait bireylerin büyük bir çoğunluğu üst düzey etik ilkelere ve tartışılmaz bir ahlak anlayışına sahiptirler. Dolayısıyla başkalarını eleştirmeden, suçlamadan önce kişinin aynada kendine bakması ve ondan sonra konuşmasında yarar vardır.
Son bir kez daha yinelemek gerekirse, Türkiyede muhafazakarlığın neye benzediği belli değildir, bunun akılcı bir çözümlemesi ancak bu kadar yapılabilir. Bu hala çelişkiler içinde yüzen kafa yapısının zihnindeki çelişkilerden arındırılması ve bunun için de belli bir düzeyde psikolojik yardım görmesinde yarar vardır. Çünkü bu gerçek anlamda inanca ya da mevcut düzenin değişmesine karşı olmaya dayalı bir muhafazakarlıktan çok bir muhafazakarlık taklidine benzemektedir.
Bu arada ülkede gerçek anlamda muhafazakarlar olduğunu kabul etme durumunda bunların oranının oldukça düşük olduğu söylenebilir, zira bu insanları medya ya da benzeri gösteri/şov programlarında göremiyoruz. Bu insanlar kendi köşelerinde gerçek anlamda muhafazakar, sakin bir yaşantı sürerek oynak ahlaki değerleri her gün sorgulanan politika evreninden uzak durmaktadırlar. Tekrar tekrar dile getirildiği gibi bunun çağdaşlaşmayla ilgili bir konu olduğu ve mevcut politik yapılanmanın bu çağdaşlaşma sürecini görece frenlemekten, geciktirmekten başka bir şey yapmadığı söylenebilir.
Türkiye Cumhuriyeti ve toplumu inanılmaz sorunları çözmüş bir toplumdur, bunun da üstesinden geleceğine kesinlikle inanmak gerekir.