Kentte yaşamak, kentli olmak mıdır?
Yazar: Haluk Işık
Nicedir görüşemiyoruz. Araya, sürdürülmeye çalışılan hayat, ayakta tutulmaya çalışılan sanat mücadelesi girmiştir, bıkma sınırlarına gidip gelmelerin yorgunluğu fırsat vermemiştir diyelim. Bu konuya girersek çıkamayız, gelin şu yaz sıcağında Sevgilim İzmirden, kentimizden ve kendimizden söz etmeye çalışalım.
Biz çağdaş anlamda, kentle, kentlilikle belirli bir algı ve süreç sonrası tanışmadık. Bu bilinci, düne saygı - bugünü sahiplenme - geleceğe sorumluluk silsilesi içinde pekiştiremedik, geliştiremedik, yaşama biçimine dönüştüremedik. Cumhuriyet öncesinde, bugünkü anlamıyla bir kent tanımımız var mıydı, bilemiyorum. Cumhuriyetin aydınlanma bilincini ve projesini kemirme sonrası, neyi ne kadar yaptığımız da ortadadır, hepimizin fotoğrafıdır. Bu yazının meramı, bunca uzman varken, bir kent tanımı yapmak, bu tanımı belirleyen etmenleri irdelemek değil. Herkesin bildiğini yinelemek de, malumatfuruşluktan öteye geçemez.
Derdim, en gelişmiş, en örgütlü yerleşim ve yaşam alanı olan (olması gereken) kent yaklaşımdan yola çıkarak; giderek doğallaşan, hepimize hayırlı olsun, normal karşılanan olumsuzluklara dikkat çekmektir. Umarım, yalnızca saptama, sızlanma ve muhaliflikle yetinme lüksünü yaşayanlara benzemem. Çünkü yeterince varlar, daha kalabalık hale getirmenin alemi yok.
Hayat, aslında o kadar karmaşık değil. Olmamalı. Onu bu hale getiren biziz. Şimdi sınıfsal tahlillere, büyük felsefi irdelemelere girip yazıyı kallavi hale getirmek olası. Ne yalan, son zamanlarda giderek çoğalan ve etrafımızı örümcek gibi saran saçmalıkları, düşünce ve davranış tuhaflıklarını gördükçe, ben bunların bizim için hayli lüks kulvarlar olduğunu düşünüyorum. Sınıfsal kökenlerin, eğitimin, toplumsal konumun, koşulların, malın mülkün, makam mevki gibi şeylerin de, belirleyici olduğuna inanmak, her geçen gün daha da zor oluyor. Basından ekonomiye, dış politikadan spora, siyasetten sanata
Yaşadığımız cendereleri yaratanların, tahsiline, diplomalarına bir baksanıza. Onlara cahil diyebilir misiniz? Hayır, bir dakika! O malum deyim benim değil, sizin aklınıza geldi ve burada yinelememi isteyip, lütfen başımı derde sokmayınız. Şurada bir makale (düşünce yazısı) yazmaya çalışıyorum.
Kısaca ben işi, ideolojiye, inanç, eğitime falan değil, artık ve genellikle kötü kalpliliğe bağlıyorum. Sorunun, bilgi, görgü, entelektüel tutum ve davranış açısından, vahim bir fukaralıktan kaynaklandığına meylediyorum. Bilgiden kastım, yaptığın işe dair donanım, merak ve gelişme çabasıdır. Görgüyü, hayatın içindeki konum, hazım, incelik, centilmenlik olarak tanımlıyor, mesela hödüklüğün reddiyle başlayacağına inanıyorum.
Entelektüel tutum ve davranıştan meramım da, neyle uğraşıyorsak uğraşalım, onun hayatın içindeki değerini bilmek, kesintisiz sorgulamak, hak ve sorumluluklarının ayrımına varmak, hayatın içinde kendimizi tanımlayarak, kendimize beklediğimiz kadar, başka tanımlara da saygı göstermektir. Biz bunlara, zamanlama yapabilme, ortak kullanım alanlarını ve araç-gereci başkalarını da düşünerek değerlendirebilme, kendimiz için istediğimizi başkası için de isteyebilme, konuşmayla bir takım sesler çıkarma arasındaki farkı bilme, bencilliği tetikleyen ve savunan algı ve kabullenişleri reddetme, kendi tercihlerimizi kutsarken, başkalarının tercihlerini lanetlememe gibisinden insani becerileri de ekleyebiliriz.
İyi de, bütün bu genellemelerin konumuzla, yani kentlilik kültürü ve bilinciyle ne ilgisi var? Çok ilgisi var. Hayatın aslında o kadar karmaşık olmadığını anımsayarak, söylediklerimizi kenti birlikte yaşamak ilkesinden hareketle ve kimi örneklerle somutlamaya çalışalım.
Örneğin, para pul ve alet kullanabilme becerisi yetseydi, hemşerim o teknoloji harikası arabasının kornasını çala çala gidebilir miydi? İnsanın kendini, bireysel nitelikleriyle değil, gürültü patırtıyla, cafcafla, afiyle, havayla gösterme çabası, sizce de hödüklüğün acınası bir itirafı değil midir?
Niye bağırarak işini yapıyor bu insanlar? Uyaracağı aracın yanına yaklaşan bu trafik polisi, camı açıp konuşmak varken, niye arabasının hoparlörünü sonuna kadar açıp, milleti yerinden sıçratıyor? Neden durduk yerde, etrafı terörize ediyor, stres yaratıyor? Varlığını, işini, kişiliğini ahaliye kanıtlamak için, en uygunu bu yöntem midir? Nakliyecisi, yol işçisi, esnafı, balkondan balkona komşular, otobüste her sırrını bütün yolcularla paylaşanlar, Üçkuyular camiinden okuduğu ezanın Erzurumdan duyulmasını isteyen müezzin, sen, ben, hepimiz, bütün hemşeriler
Hayrola, hepimiz gürültü bağımlısı hastalar mı olduk? Yoksa bu hastalığın adı, kimin sesi daha yüksek çıkarsa, o haklıdır inancı mıdır? Meclisinden sokağına, ekranlarından toplantılara, bu inancın bir yaşama biçimine döndüğünü görmemek için, bizim de onlardan biri olmamız gerekir.
Yazmıştım zamanında, bir daha yazayım. Otobüsteydim, kalabalıktı. Yanıma denk düşen hemşerim, telefonla bağırış çağırış konuşuyordu ve bitmiyordu konuşma. Bir süre sonra, telefonunu kapatması gerektiğini söyledim. NASAda mühendis olmadığı her halinden belliydi, ama yapıştırdı yanıtı:
Bilader, bu otobüslerin beyni, cep telefonundan etkilenmiyor.
İç geçirip, durumu açıklamaya çalıştım:
Ama kamusal alanda, kalabalığın için bangır bangır konuşmak, teknolojik değil, görgüye ait bir sorundur.
Tüm otobüsün şaşkınlıkla bana baktığını gördüm. Sonra? Hiiiç, ilk durakta indim.
Çıkın Konak Meydanına ve bir on dakika çevrenizi gözleyin. Evrensel standartlar, yönlendirmeler, göstergeler vardır. Trafik işaretleri bunların başında gelir. Eğer CERNde bir deneye yetişme telaşınız yoksa, bekleme süreleri -sinyalizasyon eğer yine bozulmamışsa- makuldür, herkese yeter. Hastam var falan derseniz, yine kutuplardan ekvatora, geçiş üstünlüğünüz bulunmaktadır. Ama çıkın Konak Meydanına, dehşete kapılmamak elde değildir.
Fuardaki Korku tüneli, bizim meydanın ve hemşerilerin yarattığı kaosun yanında, anaokullarının sevimli bahçelerine benzer. Neden böyle davranırlar? Bilgisizlik mi, eğitimsizlik mi, deneyimsizlik mi? İyi de, evlerdeki son model televizyonları, ellerdeki en uç teknoloji ürünü telefonları, vazgeçtim onca uyarı levhasını, yahu hiç olmazsa yaşama güdüsünü ne yapacağız? Bu satırları, kırmızı ışıkta beklediği için, hemşerilerinden böğrüne dirsek yemiş, ağza alınmaz hakaretler işitmiş bir hemşeriniz yazıyor.
Çok mu elit konuşuyorum, çok mu ötekileştiriyorum? Kuşkusuz demogoglar, halk kuyrukçuları, cehalet alkışları açısından öyledir. O yüzden, hayatın her alanında iktidardalar. O yüzden, kendi kentimizde, kendi memleketimizde itilip kakılıyor, hedef gösteriliyoruz. Ama neyleyelim ki, bizim hayatımız bu kentin meydanlarında, sokaklarında, toplu taşıma araçlarında geçiyor ve gördüklerimiz bizi artık üzmüyor, derin kaygılara sürüklüyor.
Toplu taşıma aracını bekliyoruz hemşerilerimizle. Herkes birbirini gözlüyor, gizli bir hırs ve hınç biriktiriyor. Geliyor otobüs, bir koşuşturma, bir itiş kakış, bir yürek ağrısı karmaşa. Vazgeçtim, yaşlıya, çocukluya, kadına, hastaya öncelik tanıma inceliğinden. Daha sıraya girmeyi beceremeyenler coğrafyasında, belediye insana saygı gereği, kolaylıkla binebilsin diye yolcuya doğru eğilen, engellinin binmesi için olanaklı, son model otobüsler getirse, onları sürecek olanları eğitse ne olur, yüz kere arkaya ilerleyelim anonsu yapan düzenek koysa ne olur!
İncelikle hödüklük, insana saygıyla kabalık yer değiştirmeye başlamışsa, buyurun demokrasi ve insan hakları üstüne biz bize konuşmaya! Hoşgeldiniz Kentlilik ve kent kültürü başlıklı konferansımıza! Haydi şenliklerle başlayalım kentimiz evimiz bayramlarına!
Konuyu asla bırakmadan ve bıkmadan sürdüreceğim, ama zamanınızı ve sütunları yeterince işgal ettiğimi biliyorum. Buraya kadar yaptığım saptama ve eleştirileri, alçakgönüllü önerilerle sonlandırmaya çalışayım.
-Toplu taşıma araçları duraklarında, sıraya girilmesini uyaracak, büyük harflerle yazılmış levhalar asılmalıdır. (Ki mutlaka, üstlerine yazı yazacak, koparacak, birşeyler yapıştıracak kimi hemşerilerimizin ihanetine sık sık uğrayacaklardır!)
-Yetmez, duraklara, sıraya girmeyi zorunlu kılacak turnike ya da bariyerler konulmalıdır,
-Metrolarda önce inenlere yol veriniz anonsları, her kapı açılışta yapılmasına rağmen işe yaramamaktadır. Algısız ve saygısızlar için davul çalınmalı, hatta anonslar megafonun kulaklarına sokulması marifetiyle yapılmalıdır! Daha ne diyeyim?
-Kırmızı ışık ihlalinde araçlara uygulanan ceza yaptırımı, aynen yayalar için de uygulanmalı, belli bir ceza toplamı sonrasında, psikiyatrik tedaviye tabi tutulmalıdır,
- Gürültü kirliliği yaratanlara, sivil - resmi, dini - ulvi, düğün - dernek ayrımı yapılmaksızın, aynen ceza uygulanmalıdır.
Şimdilik bu kadar. Eleştirilerle, çözüm odaklı öneriler elbette bu kadar değil.
Sokakta neysek, kentimiz o. Kentimiz neyse, hayata karşı algı ve saygımız o kadar.
Derseniz ki, her şey bitti de dert bu mu; derim ki, hayır, dertler bunlar olduğu için, her şeyimiz böyle.
Sokaklar, doğal ve tarihsel çevre, kentin üretip biriktirdikleri ve yaşayanlarıyla, yönetenleriyle, kısaca biz hemşeriler!
Bir yazı dizisine başlangıç yapmış gibiyiz. Bakalım nasıl gidecek?
Görüşmek üzere