Modern demokrasiler ve gerçek demokrasi 7
Yazar: Oğuz Adanır
Ulusal bir burjuvaziye sahip olmayan bir ülkede bu burjuva fobisinin nereden kaynaklandığını anlayabilmek zor. Hemen hepsi birer muhafazakar burjuva olarak nitelendirilebilecek hem solcu hem de sağcı aydınların (istisnalar var mı bilemiyorum) belki de tamamı bu etiketi hangi nedenlerden dolayı yadsımaktadırlar? Oysa kendileriyle yüzleşemeyen Aydınlar ne tarihleriyle ne de toplumlarıyla yüzleşebilirler.
Bizim burada (ileri demokrasi çığlıklarının atıldığı Türkiye gibi bir ülkede) sormak ve tartışmak istediğimiz konu gerçek demokrasi mücadelesi ulusal bir burjuvazi olmadan başarılabilir midir? Bu hayati öneme sahip bir soru gibi görünüp, bugüne kadar yeryüzünde - görece modern toplumlar dışında- bu sorunun yanıtını somut bir şekilde verebilmiş bir ülke yoktur.
Türkiye gibi ülkelerin hemen hepsinde sınırlı bir bilinç düzeyine sahip iktisat, mühendislik hatta toplumbilim, tarih vs alanlarında eğitim, öğretim görmüş pek çok insanın zenginle burjuvayı, yoksulla proleteri kolaylıkla birbirlerine karıştırdıklarına tanık olunmaktadır. Oysa burjuva ve proleter kavramları yalnızca belli bir aydınlanma ve sanayileşme sürecinden geçen belli toplumlarda (Batı Avrupa, ABD) karşılaşılan kavramlar olup evrensellikleri uzun bir süreden bu yana tartışma konusudur.
Bizzat bu toplumların bünyesinde proleter ve yoksul ayrımları olup, proletarya az çok içinde yaşadığı toplum ya da düzenin yapısı, özellikleri hakkında bilinçlenip bir tür kölelik olarak gördüğü bu düzene - en azından bir zamanlar- şöyle ya da böyle direnirken; muhafazakar burjuvazi yanlısı yoksulların verdiği destek sayesinde aynı ülkelerde hiçbir zaman devrimle sonuçlanmış genel bir politik, ekonomik, toplumsal hareketle karşılaşılmamıştır.
16. ve 17. yüzyıl Avrupasında La Boétienin bilinçli kölelik çözümlemesi, Marxın damadı Paul Lafargueın 19. Yüzyıl sonundaki (1880) tembellik hakkı tartışması vb çözümlemeler ya da tartışmalar proletarya kavramının göreceliği hakkında bir fikir vermektedir.
Çalışma, emek kavramlarının dünyanın bu bölgelerinde böylesine yüceltilme nedenleri arasında doğa koşulları, kilisenin yönlendirmesi ve kapitalizmin orta sınıf burjuvazinin erdem anlayışıyla çelişen ancak gerek kilise gerekse bu kesimlerin önemli bir bölümünü bir anlamda satın alarak sürdürdüğü sömürü anlayışı vardır. Bu olgu karşıt görüşlere sahip burjuvazinin direnişine ve Ricardo, Marx, Engels, Lenin gibi pek çok burjuva kökenli modern, yenilikçi düşünürün zaman içinde ortaya sosyalizm, komünizm, devrim gibi kavramlar atmalarına ve kitlelerin bir kısmını peşlerinden koşturmalarına yol açmıştır.
Aynı dönemde, yani 1850-1950ler arasında Afrika, Hindistan ve Uzak Doğu Asya, Latin Amerikanın -hemen tamamında dememek için- büyük bir bölümünde ilkel toplum yaşantısından henüz büyük ölçüde kurtulamamış, yani günü gününe yaşayan ve cömert bir doğa ve iklim sayesinde bir kez karnı doyduğunda eğlenmek, gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen insanlarla Marxın evrensel komünizm ya da sosyalizm kuramının uyuşabilmesi neredeyse imkansızdı. Ancak düşünce düzeyinde (bir kuram olarak) bu ülkelere ulaşabilen Marksizm o toplumların duygusal, sınırlı bir bilinç düzeyine sahip aydınlarını da etkisi altına alarak uzun süre devrim düşleri kurmalarında önemli bir rol oynamıştır.
Sözcüğün Avrupalı anlamında aydınlanmamış, burjuvalaşmamış bu toplumların hiçbirinde gerçek anlamda bir demokratik düzen kurulamamıştır. Faşizm, diktatörlük, darbe, askeri darbe, muz cumhuriyetleri vs gibi kavram ve deyimlerle bu ülkelerin sürüp giden demokrasi arayışında hala karşılaşıyoruz.
Günümüzde burjuvazisiz bir demokrasi oluşturabilmek mümkün müdür? sorusu artık pek anlamlı bir soruya benzememektedir. Zira gerek Türkiye, gerekse bu kıtalarda önemli ekonomik hamleler yapan ülkelerin toplumsal durumuna bakmakta yarar vardır. Bu ülkelerin büyük bir çoğunluğu güncel kapitalizm ya da neokapitalizm ya da benzer bir şekilde adlandırılacak bir sistemi benimsemiş durumdadırlar. Bu sisteme geçiş sürecinde model olarak aldıkları sistemde haklar ve özgürlükler geçmişe oranla oldukça gelişmiş insani boyutlara sahip olup, bu ülkeler modellik yapanların geçtiği bir sanayi devrimi sürecinden asla geçmeyeceklerdir. Başka bir deyişle, yeni ülkeler belli bir aşamaya ulaşmış ve bu aşamaya özgü niteliklere sahip güncel bir kapitalistleşme sürecini görece benimsemiş durumdadırlar.
Bu modelde sanayi ve tarım alanlarında çalışan insan sayısı hizmet ve iletişim ya da üçüncü sektör olarak çalışandan genelde daha az olup bir bakıma bu toplumlarda ücretliler proletaryalaşamadan (istisnalar kaideyi bozmaz) doğrudan irili ufaklı ekonomik ancak kültürel sayılamayacak (ya da yanlış bir şekilde anlaşılan) özgün/yerel bir biçimsel burjuva konumuna sıçramaktadırlar.
Bu toplumlarda artık belirleyici (Çin, Hindistan gibi sıra dışı muazzam nüfuslara sahip olanlar dışında) olan bir bakıma üçüncü sektördür. Dolayısıyla demokrasi, sendikalaşma ya da sendikal hareketlerin bu çerçeve içinde yeniden gözden geçirilmesi ve yeni yapılanma ve strateji modelleri üretilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, proleterleşmeyi, yoksulluğu yadsıyarak para ve servet peşinde koşan, neredeyse bütünüyle maddi dünya ve maddi düzene boyun eğmiş dünya toplumlarının neye karşı, neden ve nasıl direneceklerini iyi bilmeleri gerekmektedir. Burjuvalaşmak zorunlu olarak belli ya da dayatılan bir düzene boyun eğmek değildir. Modern dünyanın ilk devrimcilerinin burjuvalar olduklarını unutmamakta yarar var.