Modern demokrasiler ve dini inançlar 9
Yazar: Oğuz Adanır
20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 19. Yüzyıl kültürüyle yetişmiş entelektüel bir Çinli olan Ku Hung-Ming (Çin Halkının Zihniyeti, Doğu Batı Yay. 2013, Ankara) bir yandan Birinci Dünya Savaşı öncesinde şekillenmeye başlayan Batılı Demokrasileri ağır bir şekilde eleştirirken bir yandan da onlara 19. Yüzyıla kadar sürüp gelmiş, yaklaşık 2500 yıllık bir geçmişe sahip Konfüçyüs öğretisini model olarak önermekte ve kurtuluşun Çin modelinde olduğunu söylemektedir.
Bu arada, modern demokrasilerde karşılaşılan tek tanrılı dinlerle (konuya İslamiyeti de dâhil etmektedir ) Çindeki Konfüçyüs öğretisini karşılaştıran Ming, tek tanrılı dinlerin ahlaklı insanlara sahip bir toplum oluşturma konusunda yeterlik ve yetersizliklerini tartışırken bir ara:
insanı ahlak kurallarına uymaya zorlayan gerçek erk, insandaki ahlak duygusudur, soyluluk yasasıdır. O halde insanın ahlak kurallarına uyması için Tanrıya inanması şart değildir. Bu olgu 18. Yüzyılda Voltaire ve Tom Paine gibi bazı kuşkucuları ve günümüz rasyonalistlerinden Hiram Maximi Tanrıya inancın, dini kuranların uydurduğu ve rahiplerin sürdürdüğü bir hilekârlık ya da sahtekarlık olduğunu söylemeye itmiştir
(s.69) dedikten sonra Tanrıya inanç ve ahlak tartışmasını sürdürmekte ve şöyle bir sonuca ulaşmaktadır:
dinin öğrettiği Tanrıya iman, insanların ahlak yasalarına uymasını sağlamaz demiştim. Ona bunu gerçekten yaptıran, soyluluk yasasıdır. İçimizdeki - dinin de sözünü ettiği - Tanrının krallığıdır. O halde soyluluk yasası gerçek bir dinsel yaşamdır; oysa Tanrıya iman ve dinin öğrettiği ahlak kuralları ise deyim yerindeyse, dinin biçimsel yanıdır. Ama, eğer dinsel yaşam bir soyluluk yasasıysa, o zaman dinin ruhu, dindeki esin kaynağı da Aşk olacaktır. Bu aşk
insanlığın tüm hakiki duygularını, nezaketi, tüm yaratıklara karşı şefkati, merhameti, acıma duygusunu kapsar, aslında insan niteliklerinin en yücesini ifade ettiğinden Avrupa dillerinde en yakın karşılığı
modern diyalektte insanlık, insanlık aşkı(dır)
Çincedeki Jen sözcüğünün içerdiği insana özgü tüm hakiki duyguları kapsar. (s.76-77)
Başka bir ifadeyle yazarımız soyluluk yasası yani nezaket, sevgi, şefkat, merhamet, acıma duygularından yoksun bir dini inancın insana olumlu bir ahlak anlayışı kazandıramayacağını söylemektedir. Dolayısıyla kendini iyi yurttaşlık inancıyla belli eden soyluluk yasasıyla modern demokrasilerde karşılaşılıp karşılaşılmadığına baktığımızda Emile Durkheimın bu soruya olumlu yanıt verdiğini görüyoruz. Ona göre modern düşüncenin dinin egemenliğinden çekip, kurtardığı kolektif nitelikteki ahlak anlayışına akılcı bir nitelik kazandırılması yani sorumlu, bilinçli, diğerlerine karşı yükümlülüklerini yerine getiren disiplinli modern bir yurttaş ya da birey yetiştirmek bir bakıma yeterli olmaktadır.
Zira modern toplumlarda dünyevi ya da gündelik yaşama hâkim olan güç artık Tanrı değil, toplumdur. Bireyin üstünde artık toplum vardır ve topluma karşı olan tüm yükümlülüklerini içten bir şekilde yerine getirdiği takdirde bu bireyin huzurlu, neşeli, keyifli yani ahlaklı bir yaşam sürdürdüğü söylenebilir. Bu durumda yalnızca tanrısına karşı olan yükümlülüklerini yerine getirip, bunun yeterli olduğunu düşünen birinin topluma karşı olan ahlaki yükümlülüklerini yerine getirme gibi bir gereksinim duymayabileceği ve bunun da toplumsal dengelerin kurulmasını engelleyebileceği söylenebilir.
Özetle, modern toplumların bu dünyanın bir parçası olan yurttaşlara kazandırmaya çalıştığı insani ve ahlaki erdemler sorumluluk, bilinç, sevgi, nezaket, şefkat, merhamet, acıma gibi duygu ve kavramlar üstüne oturmak durumundadır. İnanç ise bireyin inandığı şey ile yalnızca onun arasında gerçekleştiği varsayılan bir ilişki olarak doğrudan toplumsalın ilgi alanına girmemektedir. Daha doğrusu bireyler ya da yurttaşların bu dünyada birbirlerine karşı olan sorumluluk ve yükümlülükleri öncelikli olup tek tanrılı dinler bile hesap sorma konusunda müminin öncelikle dünyadaki davranışlarını tartıp, ölçerek bir sonuca ulaşmaktadır.
Dolayısıyla modern bir dünyevi, toplumsal yaşamın planlanıp, örgütlenmesi ancak belli insani ve ahlaki erdemleri içeren yasal düzenlemelerle mümkündür. Mingden günümüze Çin toplumu hangi yönde ilerlemiştir? Söyledikleri ve dilekleri ne kadar gerçekleşmiştir bilemiyoruz ama en azından görünüşe göre günümüz Çin toplumu manevi alanda Mingin Batılı ya da modern toplumlara önerdiklerinin tersini yapmış gibidir.
Günümüz Türkiyesine bakıldığındaysa durum tüm ciddiyetiyle ortaya çıkmaktadır. Başta dinin içeriğinden, manevi özünden (yani müminle Tanrısı arasındaki ilişkiyi düzenleyen inanç sistemi) çok şey yitirdiği görülmektedir. Modern demokratik, politik niteliklerden yoksun bir ideoloji olamayan ideolojiye benzeyen İslamiyetle birlikte tüm diğer ideolojik yaklaşım biçimleri toplumsal yaşama bakışlarında yukarıda sayılan insani nitelik ve özelliklere ne kadar önem vermekte ve gündelik yaşamda bunlarla ne ölçüde karşılaşılmaktadır?
Görünüşe göre bu ülkede yaşayan insanların birbirlerine karşı olan tutum ve davranışları genelde biçimsel bir insanlık, sevgi, şefkat, merhamet, paylaşma, vs anlayışı ve duygularından ibaret olmanın ötesine geçememektedir. Başka bir deyişle yaklaşık dört yüz elli yıl önce Kınalızade Ali Efendinin tespit ettiği ve Tanrının bile ortadan kaldırma konusunda yetersiz kaldığını söylediği haset adlı (belki de?) en yıkıcı toplumsal (ve bir anlamda sanki kalıtımsal) özellik bu ülke insanlarını büyük ölçüde egemenliği altında tutmayı sürdürmektedir. Melanie Klein başka toplumlarda haset ve minnettarlık duygularından yola çıkarak izini sürdüğü bu bireyci, kişisel çıkarcı ya da egoist tutum konusunda ancak şunları söyleyebilmektedir:
Eğer başkalarının başarı ve niteliklerine saygı duymazsak -ki, böyle bir durum bu insanlara karşı hiçbir zaman rakip olamayacağımız duygusunun bizim için dayanılmaz bir duygu olduğunu gösterir- kendimizi kimi mutluluk ve zenginleştirme olanaklarından mahrum bırakacağız demektir ki, modern bir kolektif düzenin insani ve ahlaki değerlerle donanmış gerçek bireylere sahip gerçek bir toplum olmasının önündeki en büyük engel belki de budur. Bu engel aşılmadığı sürece gerçek anlamda bir birey, bir toplum ve bir demokrasiden ne kadar söz edilebilir?