El Frenleri
Yazar: Haluk Işık
Değerli dostlar, değerli Kent Yaşam’cılar,
Nicedir yazamadım, hayat türlü işgaliyetler altında tutarak izin vermedi, fırsat tanımadı. Özür diliyor, merak edenlere, “Neden yazmıyorsun?” diye soranlara, eh belki de içten içe sevinenlere beyan ediyorum ki; “Sevgilim İzmir”ler bitmeyecek. Kent Yaşam, benim özgürlük alanlarımdan biridir ve “Artık yeter” sözünü işitene kadar, bu alanda buluşmayı sürdüreceğiz.
Deyin ki yeniden başlıyoruz. Size, yayınlanmış olsa da, gözden kaçmış olasılığı bulunan ama bence önemli bir konuyu işlemeye çalışan bir yazımla, yeniden “merhaba” diyorum. Ne bileyim, şu toz duman içinde, belki bir işe yarar.
Sevgi ve selamlarımla…
***
İnsanlık “aydınlanma” ile önce kendini keşfetti. Kendini keşfettikçe anladı ki, yaratabilir, biçimlendirebilir, bulabilir. Kendine saygı duymayı öğrendi insan ve başkalarına saygı duymayı. Rönesans döneminde, her alana büyük bir açlıkla saldıran, her alanda kendini sınamaya ve iş yapmaya kalkan insan, sonunda “uzmanlaşma”yı buldu. Herkes her işi yapamazdı. Her alanın kendine özgü eğitim, birikim, deneyim süreci vardı.
Herkesin herşeye karışma garabetini, bu algıdan uzak coğrafyalara bırakan insanlık; bilimde, sanatta, sporda, kentleşmede ve hayatın her alanında, o coğrafyalara tur üstüne tur bindirmeye başladı. Duygusallığı, içekapanıklığı, kaderciliği, biat ve icazet ilişkisini yeğleyen coğrafyalar, her açıdan bir bir insanlık gündeminden düştü. Arka bahçe oldu, ucuz işgücü pazarına dönüştü, doğal kaynaklarından başka önemi olmayan toprak parçaları halinde, paylaşıldı, uydulaştırıldı, köleleştirildi, sömürgeleştirildi. Başka ne olabilirdi ki?
Uzmanlaşmaya değer vermeyen coğrafyalarda, dünya görüşü ve laklakiyatı hangi kalibreden olursa olsun, bu garabete katkı koyanlar, yaşadığımız sonuçların suç ortağı ya da su taşıyıcısıdır. Onlar fikri sabitlikten, fikri takipliğe geçemeyen betonarmeler olarak tanımlanmıştır. Dünya görüşünün, hayatın her alanına yansıması ve ölçülmesi gerektiğini, felsefi bir duruştan beslenmedikçe hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacağını düşünmekten bile uzaktırlar.
Onlar, hayat ve umut işgalcileri, enerji tüketicileri, koskocaman birer hayal kırıklığı ve estetikten bihaber zaman yüküdürler. Büyük bir işbirliği tezgahının ya kurucu üyesi, ya da bölüşen oburu olarak, bizden yana görünürken, bizi tüketmektedirler. 30’unda, 50’sinde, 70’inde olmaları hiç fark etmez. Kendileri yoksa, hiç birşeyin hiç bir halta yaramayacağını dayatırlar. Mürit toplamayı da iyi bilirler, çünkü bunun için senden benden fazla zamanlara, aklımıza bile gelmez tıynetlere sahiptirler. İyi tanımak gerek! Kimilerini bir gün, hatta onlara dair onca güzel hatır ve hatıraya rağmen tanımak, acı verir. Versin, bize artık iyi bir bahçe temizliği gerek!
Tarih, bu temizlik fırsatını zaman zaman vermiştir insanlığa. İmparatorluklar, sultanlıklar, çarlıklar, “geldi bir daha gitmez” sanılanlar, şimdi tarihin çöplüğünde, birer acı anı, gülünç anımsamalar öznesi ya da saçmalık örneği olarak durmaktadır. Bunun pek çok nedeni vardır, bizce en önemlisinden başlayalım. Eğitimleri mi yok? Eğer çalıp çırpmadıysa ya da bir biçimde kulpuna uydurmadıysa, diplomalarını say say bitmez.
Deneyimleri mi yok? Ne münasebet, karşımıza gelene kadar, buzdolabında bahtlarının yıldızı parlasın diye, bekletilmedi ya bunlar! Siyasi görüşleri mi eksik? Politik cambazlıkları bir yana bırak, siyasi açıdan ağızlarını bir açsınlar, kelime yağmurundan boğulursun. Çene bol, karizma gıcır, hava bin beşyüz, para gani, yalakası tayfası şakşakçısı deme, ağzın açık kalır. Peki sorun ne?
Sorun, hangi işi yapıyorsa yapsın, o işin entelektüeli olamamakta. Moda deyimle, uğraşısının “elit” düzeyine ulaşamamakta. Sorun, üstüne diploma, koltuk, makam mevki yığ, altta sırıtan görgüsüzlük ve hödüklükte. Sorunu daha da ağırlaştıran ise, bütün bu garabeti haslet saymakta. Dilde, edada, tutum ve davranışta, örneğin “şiddet”ten medet ummak, başka türlü nasıl açıklanabilir?
Ne diyorsunuz, okuma yazmaktan nasibini almamış, ama parası var nasılsa, karşısında en azından yüksek lisansını yapmış mimara akıl verenleri, zılgıt çekenleri gördü bu gözler. Haklıydı, “cahilim, ama para bende” tayfası! 12 Eylülcülerle başlayan aydın düşmanlığı, günümüzde uzmanlığı, yaratıcılığı, düşünce üretmeyi küçümsemek, kitlelerin önüne atmak, hedef göstermek, ötekileştirmekle sürüyordu. “Kitle ruhu”nu okşayarak, nasılsa günü kurtarıyor, alkışlanıyor, parsayı topluyordu cehalet tacirliği.
Köşe bitiyor, önümüzdeki yazılarda sürdürürüz. Peki bu yazı, niye yazıldı?
Seçimler geliyor. Seçilmişler yeniden seçilmeyi, aday adayları bu cangıldan sıyrılıp başkan, meclis üyesi falan olmayı düşlüyor. Hepsine kolay gelsin. Ama “meseleyi” biraz da bu açıdan düşünmeliler. Düşenler düştü, hiç olmazsa yeni gelenler aynı tuhaflıkları yapmamalılar. Her işi bilemezsiniz, siz uzmanlarınızı seçin ve onlara el freni olmayın.
Çünkü el frenleri, önce kendilerini eskitirler, balataları yakarlar. Ah zararı, bir tek kendinize olsa!
(Gazete 9 Eylül, 25 Kasım 2013, Haluk’un Defteri 6)