Modern demokrasiler ve dini inançlar 2
Yazar: Oğuz Adanır
Modern toplumlarda karşılaşılan laiklik kavramı 19. Yüzyıl içinde biçimlenip (özellikle Katoliklik dünyasında - Fransa- laic şeklinde yazıldığında ruhban sınıfına ait olmayan bir Hıristiyanı, laique şeklinde yazıldığındaysa tüm dinlere aynı mesafede olan kimseyi ifade etmektedir) o günden bu yana çok büyük bir değişime uğramamıştır. Laik olmayanlar yani (kadın ve erkeklerden oluşan) ruhban sınıfı genelde manastır yaşantısı olarak nitelendirilebilecek çok mazbut bir yaşam biçimine sahip olup neredeyse erken Ortaçağdan başlayarak günümüze kadar maddi ya da dünyevi yaşamın zorunluluk ve çelişkilerinden uzak, tanrının yanına olabilecek en az düzeyde kirlenmiş olarak gitmeyi hedefleyen azınlık bir kitle olarak kalmıştır. Bu yüzden laiklerle olabildiğince az temas halinde olup, zorunluluk dışında bundan kaçınmıştırlar.
Ancak Aydınlanma Dönemiyle birlikte evrim geçiren ve daha akılcı olarak nitelendirilebilecek bir inanç biçimine doğru kayan Hıristiyanlık dünyasında artık dini inanç tamamıyla Tanrı ve mümin arasında vicdani bir ilişki biçimi olarak kabul edilmiş olup sorgulanmamaktadır. Çünkü din toplumsal yaşamda bir baskı, bir prestij ve itibar, kendi gibi inanmayanları bir zorlama aracı olmaktan çıkartılmış ve gündelik maddi yaşam dünyevi hukuk kuralları tarafından belirlenmeye başlanmıştır. Dolayısıyla inananlar kendileri için inandıklarından, başkalarını bu konuda herhangi bir şekilde rahatsız etmeleri yasalarla engellenmiştir.
Osmanlı düzenine baktığımızdaysa Şeriat kurallarına daha çok gündelik yaşamla ilgili sorunları, çelişkileri çözme aracı olarak başvurulduğu görülmektedir (Osmanlı padişahları Tanrının yeryüzündeki gölgesi olmayı yeryüzünün ve dünyevi yaşamın efendisi olmak şeklinde algıladıklarından din bu efendinin gölgesinde yaşamak, ona boyun eğmek durumunda kalmıştır). Osmanlı ve daha genelde İslamiyet dünyasında Hıristiyanlık evreninde olduğu gibi kilise niteliğinde bir kurum bulunmadığından uhrevi ve dünyevi konular ve sorunlar birbirlerinden kesin bir çizgiyle ayrılmamakla birlikte (en azından) Osmanlı düzeninde az önce de söylendiği gibi Şeriat kuralları öncelikle gündelik, maddi yaşamla ilgilidir.
Bir başka deyişle Osmanlı coğrafyasında yaşayan Müslümanlar için ruhani açıdan resmi nitelikte bir kurum bulunmaması yaşamın laik (M. Akdağın deyimiyle laisist) özelliklere yakın bir yaşam biçimine benzemesine yol açmıştır. Bununla birlikte özellikle Sünni ve Şii tarikatların ya da tasavvuf erbabının yaşadıkları zaviye, tekke vb mekanlar maddi dünyadan uzak bir görünüm sergileseler bile genelde erkek nüfusla sınırla olup, kadınlar her zaman maddi dünyanın bir parçası olmuşlardır. Bu tarikatların büyük bir çoğunluğunun özellikle 16. Yüzyıldan sonra iktidarla kurdukları ilişkiler onların bir ruhban yaşantısından çok politikayla yani maddi yaşamla yakından ilgilenen kurumlara (kendilerine vakfedilen çiftlikler ve çeşitli ticari gelir getiren araçlar vs nedeniyle) benzemesine yol açmıştır. Dolayısıyla Osmanlı tarihinde istisnalar dışında Hıristiyanlığın manastır düzenine benzer nitelikte bir yaşantı sürdüren ve yalnızca Kilise tarafından oluşturulmuş tanrısal buyruklara, kurallara boyun eğen ruhban bir yaşam biçimiyle karşılaşılamamaktadır. 19. Yüzyıldaysa Osmanlı dini konularla, dünyevi/adli konuları yasal bir düzenlemeyle birbirinden ayırmıştır.
Osmanlının son dönemlerine kadar kadınlar kırsal kesimde görece daha özgür bir yaşantı sürdürürlerken, kentlerde genellikle saray, konak ve evlere kapatılmalarına karşın her zaman maddi dünyanın ya da dışarıdaki kalabalığın içine karışmanın bir yolunu bulmuşlardır. Cumhuriyet özellikle kendinden önceki son iki yüz yılda neredeyse tamamen deforme ve dejenere olmuş bir inanç anlayışına son vererek kutsal kitaba dayalı akılcı bir dini eğitim veren okullar açmış ve toplumu bu yönde gelişmeye çağırmıştır.
Günümüze gelindiğindeyse mevcut durumu biri dış, diğeri iç iki önemli nedene bağlayabilmek mümkündür. Dış neden Sovyetlerle birlikte çöken komünist bloğun bıraktığı inanç boşluğunu Hıristiyanlığın yeniden doldurma çabalarıyla, büyük bir bölümü sefalet içinde yaşayan dünyanın inanç maskesine başvurularak yeni bir Ortaçağlaşma sürecine sürüklenmesi; iç nedense dış dünyadaki sürecin bir benzerini yaşayan Türkiyede komünist ve sol kesimin eski itibarını hızla yitirmesi sonucu alanın bir yandan aşırı milliyetçi, ırkçı bir yandan tutucu bir kesimin eline geçerek yerini keyfi bir inanç anlayışına bırakmasıdır. Bu güncel yaklaşım biçiminde belli bir zihniyete mensup kadınlar büyük ölçüde çocukluktan başlanarak kapanmaya zorlanmakta ve kendilerinden neredeyse bir rahibe gibi davranmaları beklenmektedir.
Oysa büyük bir çoğunluğu gençlerden oluşan ve insan doğasına karşı koyabilmeleri çok zor olan bu insanlar maddi dünya olarak nitelendirilen gündelik yaşamdan hiçbir şekilde kopmadıklarını, kopmak istemediklerini uzun manto ve pardösülerinin altından gösterdikleri marka ayakkabıları, (kimi zaman üstünden gösterdikleri) blucinleri, giysileri, cep telefonları ve makyajlarının yanı sıra erotik iç çamaşırı kullanımında kimi kentlerde başı çekerek cinsel yaşamlarından da hiçbir şekilde feragat etmediklerini göstermeye çabalamaktadırlar. Tıpkı eşleri ya da yakınları olan muhafazakar ancak uzun Arap entarisi ve takke yerine modern giyim kuşamı yeğleyen erkekler gibi çoğu kez eleştirdikleri Batılı modern toplumların biçimlendirdiği akılcı düşünce ürünü tüm maddi olanaklar ve ürünlerden hiç duraksamadan yararlanmakta ve bu davranış biçimini çelişkili bulmamaktadırlar.
Gösterdikleri bu çaba karşısında akılcı bir insan, maddi yaşam olanaklarından böylesine yararlanan ve maddi yaşamdan hiçbir şekilde ödün vermeyip bir köşede Tanrısının yanına gideceği günü beklemek niyetinde olmayan bu insanların neden kapandıklarını anlamakta zorlanmaktadır. Zira özellikle son yıllarda başta İran ve Mısır gibi ülkeler olmak üzere kadınları ya tamamen ya da büyük ölçüde kapatan, kapalı tutmaya çalışan İslam ülkelerinin neredeyse tamamında fahişelik ve zinanın cezası ölüme kadar gidebilmesine karşın fuhuş sektörünün giderek büyüdüğü öne sürülmektedir.
Özetle, kapanmakla İslamiyet arasında doğrudan hiçbir ilişki kurabilmek mümkün olmadığı gibi, kapanmakla ahlak arasında da doğrudan hiçbir ilişki kurulamaz. Hatta bazen kapanmak Lady Montagunün anılarında söz ettiği gibi fuhuş ya da zinayı kolaylaştıran bir unsur olabilir.
Sonuç olarak bütün sorunlarını öncelikle zihninde çözen akılcı düşünce sahibi bir insanın kapanmanın inançla, ahlakla ilgili bir simge ya da gösterge olamayacağını da bilmesi gerekir. Öyleyse geriye günümüz Türkiyesinde türbanı siyasi bir gösterge ya da simge olarak nitelendirmekten başka bir seçenek kalmıyor.