Kalıcı demokrasi kültürü - 7 2013-09-21 00:00:00
Yazar: Oğuz Adanır
Önemli toplumsal süreçler yaşanırken uzlaşmacı bir yaklaşım tarafların içtenliği konusunda bir fikir verirken meydan okuma niteliğindeki ödün vermeyen bir yaklaşım mevcut sorunların uzayıp gitmesinden başka bir sonuca yol açmamaktadır. Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından belli bir kısmının Abdullah Öcalan konusundaki yaklaşımlarını mevcut ortamda mantıklı olmaktan uzak, çocuksu olarak nitelendirmek mümkündür.
Bu yaklaşım özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında başrolü oynamış, Kürt kökenli yurttaşları da padişahlık ve halifelik sürecinden kurtarmanın yanı sıra onların Fransızlar, İngilizler ve başkalarına boyun eğmekten kurtulmasında tarihi bir görev yapmış Mustafa Kemalle karşılaştırma olsa olsa bir tür kışkırtma ve meydan okuma olarak nitelendirilebilir.
Bizzat Abdullah Öcalanın bile yapmayacağı böyle bir karşılaştırma üstünde durmayı yersiz buluyoruz. Zira burada asıl sorulması gereken soru son beş, altı yüz yıllık süreç içinde Türkler ve Kürtler arasında örneğin Fransa ve İngiltereye yayılmış iki hanedanlık (sonradan Fransa-İngiltere olarak adlandırılmıştır) arasındaki Yüz Yıl Savaşları ya da Fransadaki Katolikler'in Protestanlar'ı katliamı, İspanyollar'ın Yahudiler'i İspanyadan sürüp göndermeleri, Napolyon ve sonrasında uzayıp giden Fransa-Almanya savaşları, İkinci Dünya Harbi sırasındaki ırkçı Nazi ya da Faşist politikalarla koşutluk kurulabilecek herhangi bir olgu ya da durumla vs karşılaşılıp karşılaşılmadığıdır. Bu soruya kısaca olumsuz yanıt verebilir yani Osmanlı tarihi boyunca Türkler'le Kürtler arasında bu tür olaylar yaşanmadığını söyleyebiliriz.
Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasında ve sonrasında yanlışlar yapılıp yapılmadığını sormanın çok fazla bir anlamı yoktur, zira yeryüzünde bildiğimiz kadarıyla kuruluş aşamasında ya da sonrasında yanlış yapmamış bir cumhuriyet yoktur. Bir cumhuriyet kurmak ve bunu sürdürmenin ne demek olduğu konusunda en ufak bir fikir sahibi olmak isteyen biri bir bakkal dükkanı, bir kebapçı ya da başka bir iş yeri açıp onu doksan yıl boyunca sürdürmeye çalışabilir. Ama başarabilir mi bilemiyoruz, örneğin, ülkede böyle bir sürekliliği kaç kişi, kaç şirket, kaç kuruluş ya da aile sağlayabilmiştir.
Üstelik burada sözü edilen şey başka hiçbir kuruluşla karşılaştırılamayacak özellikler taşıyan ve yalnızca vatandaşların iradeleriyle var olabilecek bir devlet, bir cumhuriyettir. Hiçbir devlet ya da cumhuriyet için yanlış kurulmuştur ifadesi kullanılamaz, çünkü eğer ortaya böyle yapılanmalar çıkmışsa bu o düzenleri onaylayan kullar, yurttaşlar, insanlar sayesindedir. Yanlış olarak nitelendirilebilecek bir şey varsa o da toplumsal/kolektif zihniyet ya da düşünce biçimidir.
Yeniden asıl konumuza dönecek olursak, Osmanlı tarihine bakışın baştan sona gözden geçirilerek, değiştirilmesi gerekmektedir, zihniyet değişikliği geçmişe başka bir şekilde bakmayı ve yorumlamayı zorunlu kılmaktadır. Osmanlı'nın yüzyıllar boyunca ırkçı ve etnik bir yapıya sahip olmadığını ve asla bu kavramlara dayalı politikalar gütmediğinin artık anlaşılması gerektiğini söylüyoruz. Bu Osmanlı'nın yanlış yapmadığı değil tam tersine yaptığı düşünülen yanlışları bir de onun perspektifinden değerlendirmek gerektiği anlamına gelmektedir.
Üstelik Osmanlı uzun yüzyıllar boyunca evrensel olarak nitelendirilebilecek bir düzen olup oyun kurallarının pek çoğu evrensel niteliktedir. Osmanlı'da sistemin kendine boyun eğen kişiyle kurduğu ilişki bugünün pek çok modern ülkesinde de geçerli olan sadakat ve ihanet kavramları üstüne oturmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı konusunda yalnızca Kürt kökenli vatandaşlar değil Alevi vatandaşlar da yanılmaktadır. Osmanlı ne Kürtler'e ne Ermeniler'e ne de Şiiler'e (Aleviler'e) karşı olmuştur. Onun açısından önemli olan kişilerin düzene sadık olup olmamalarıdır. Sadık olmayan sorgusuz sualsiz haindir. Başka bir açıklaması yoktur.
Şiiler'in (Aleviler'in) İrana geçmeleri ve şahlarla işbirliği yapmaları yalnızca gidenleri değil bir bakıma (modern birey kavramı yokluğu ve kolektif aidiyet anlayışı nedeniyle) kalanları da hain konumuna sokmuş, en azından o tarihten sonra sürekli gözaltında tutulan zanlılara dönüşmüşlerdir. Yoksa Osmanlı'nın doğrudan inanç üzerinden kimseyle bir sorunu yoktur. Ancak sorun inanç görünümünde çıkarlara zarar vermeyse o zaman ihanetin nereden ya da kimden geldiğinin hiçbir önemi yoktur.
Çözüm üretmek konusunda samimi olan insanlar Cumhuriyet döneminde yaşanan Şeyh Sait ve Dersim olaylarını da az çok aynı perspektiften incelemek durumundadırlar. Burada taraf olmaktan, birilerini suçlamaktan değil, soruna çözüm üretmek için olaylara başka bir şekilde bakmaktan söz ediyoruz. Genç cumhuriyet nereden gelirse gelsin (örneğin, sosyalizm ya da komünizme karşı olan tavrı da farklı olmayıp neredeyse günümüze kadar bu tavır sürdürülmüştür) kendisine yönelik olduğunu varsaydığı her türlü tehdit ya da olguyu bertaraf etmek istemiştir.
Şeyh Sait isyanının cumhuriyete karşı bir eylem olduğunu yadsıyabilmek olanaksızdır. Tıpkı II. Abdülhamitin herkes ve her şey gibi Ermeniler'i de bir tehdit unsuru olarak görmesi gibi. Dersim olayı da çok trajik olmakla birlikte İngiltere, Fransa, Amerika, Almanya vs gibi güçlü ülkelerin sürekli olarak Türkiyeye müdahale, yani iç işlerine karışma arzuları henüz on beş yıllık bir geçmişe bile sahip olmayan genç ve hassas cumhuriyet tarafından bir yıkma girişiminin başlangıcı olarak algılanmış bu yüzden de bastırma girişimi oldukça kanlı olmuştur.
Burada kişilerin ağzından yazılmış emirler, mektuplar ya da tanıklıklardaki ifadelerin ırkçı bir tavırla ilişkilendirilmesi nesnel değildir, zira bu metinlerde yer alan (tartışılabilir olsa bile) hainlik kavramına da yer verilmesi gerekmektedir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti silahlı kuvvetlerinde, kolluk güçlerinde, bürokrasi, eğitim öğretimde üst rütbe ya da makamlara tırmanmış çok sayıda Kürt ve başka kökenli yurttaşlar da vardır.
İster Sünni ister Alevi, ister Türk ister Kürt olsun bu toplumun yuttaşları genelde mantıklarından çok duygularıyla hareket ettiklerinden yukarıda söylediklerimiz nedeniyle her taraftan olumsuz tepki alabiliriz. Ama biraz sağduyu, biraz da mantık sayesinde aynı insanlar gerçeğin hakkını teslim edeceklerdir. Çünkü bu duygusal insanlarımızın büyük bir çoğunluğu hiç bıkıp usanmadan hemen her gün yeni komplo teorileri üretmektedirler. Oysa bu tür bir kafa yapısının kalıcı bir demokratik yapılanmaya büyük zarar verdiği söylenebilir, ki bu konuyu başka bir yazımızda ele alacağız.