...Ve yeniden!
Yazar: Hasan Tahsin KocabaÅŸ
Salı akşamından itibaren “yok” oldum sanki.
Yüksek tansiyon, ateş derken tamamen düştük yatağa.
Dünyada ne oldu, ülkemde, kentimde ne oldu bilmiyorum. Sanki Çarşamba, Perşembe, Cuma ve cumartesi yok yaşamımda.
Hasta olduk anlayacağınız. Hem de ciddi ciddi… Yüksek ateşle neler sayıkladım, neler gördüm bilmiyorum. Kafamın içinden geçenler, çocukluğum, hayallerim mi bilmiyorum.
Ama şimdi “iyiyim” çok şükür…
Gelen onca mesaj, ulaşamasalar da gelen telefonlar. Hep kayıtlı.
Yayına çıkmayınca, yazı da yazmayınca meraklananlar kadar sevinenler de olmuştur mutlaka. Arayan canlara cevap veremesem de, aramasını umduklarımın hiç aramamış olması bilmediklerinden mi? Mümkün değil…
Belki de “ummakla” hata yaptım, ne malum?
Fazla lafa gerek yok, arayanlar da aramayanlar da saÄŸ olsun.
Neyse Eşrefpaşa Hastanesi ki “benim hastanem” derdim hep…
Yaşadığım büyük hayal kırıklığıyla bundan sonra nasıl tavsiye ederim orayı bilmiyorum…
Aslında galiba ben artık belediyemi anlayamıyorum, yazık.
Gıcık olduğum “özel” hastanelere ise artık “gıcık” olmayacağım…
Yoğun ısrarlarla gittim Ekol adındaki hastaneye.
Kapıda ilk şok: Güvenlik görevlisi her girene “Hoş geldiniz efendim” diyor gülümseyerek. Oysa uzaktan onu görünce “şimdi sırası değil ama” diye geçirmiştim aklımdan. Ne büyük ön yargı değil mi?
İçeride pembe fularlı hanım kızlar. Hepsi de gülümseyerek karşılıyor geleni.
Sonra doktor. Gencecik bir operatör, Burak Kocagözoğlu. Derdimi anlatıyorum, sorular soruyor. Sonra kan tahlili. Yine pembe fularlı bir hanım kız, bizi kan alma yerine götürüyor. Kan almada da gülümseyen yüzler, bu hastanenin “ekolü” tebessüm üzerine mi ne? Kan alıyorlar. “15 dakika sonra doktorunuzun bilgisayarına sonuçlar gider” diyorlar. Şaşırıyorum yine.
Burak doktorun kapısındayız yine. 10 dakika geçiyor kapı açılıyor, içerideki hasta çıkarken asistanı hanım gülümseyerek bizi çağırıyor. Yine iğne, hap falan. Elini sıkıyorum içtenlikle. Aşağı iniyoruz. “Yakında eczane var mı?” diye soruyoruz. Söylüyorlar ve soruyorlar yine tebessümle, “Yapabileceğimiz başka bir şey var mı?”... Teşekkür ederken reçetede iğne olduğunu söylüyorum espriyle. Hemen karşılık “İsterseniz ilk iğneyi burada biz vuralım.”
Hastanenin duvarlarında İzmirli gazetecilerin övgü dolu yazıları. Bilmiyorum onlar da hasta mı olmuş benim gibi? Öyle mi gelmişler de yazmışlar?
Kimdir bu hastanenin sahibi? Bu hastanenin bina harcına ne koymuşlar ki?
Beni ekrandan tanıyan birkaç hastayla konuştum ayaküstü. İzmir’in her yerinden gelenler varmış. Ne diyeyim, helal olsun yapana da idare edene de. Kendi kendime “Keşke benim hastaneme değil de buraya gelseydim” dedim kaç kez…
Her hastalık bana dersler veriyor da alıyor muyum, bilmiyorum. Lakin bir ön yargım yıkıldı. Tüm “özeller” böyle mi? Emin değilim. Lakin çok sıradan bir şekilde gittiğim bu hastanede doktorundan güvenliğine bu kadar samimi tebessümler “programlı” değildir, inanmam. Bu hastanede “kaybettiğimiz” bir şey var ki “samimiyet”. Onun için de Çiğli’nin zor bir yerine kurulmuş buraya akın akın geliyor yurttaşlar. Belki de sadece “tebessüm” için.
Adını Ekol koymuşlar da “laf olsun” diye değil, inandım. Kelimenin içinin nasıl dolduğunu hastane kapısında görmeye başlıyorsunuz.
Normale dönemedim henüz. Birkaç gün daha “dikkatli” olmak gerekiyor. Yenecek iğneler yutulacak haplar var.
Ancak gündemin de maşallahı var.
Kaçırdığım gündeme şöyle bir baktım da…
Hem ülkede hem İzmir’de “değişen” bir şey yok.
Çene suyu çorba tüketip lafla torba dolduranların alayının icraatı devam…
Son kelamımız ne olsun? Sultan Süleyman’ı hatırlayalım; ki “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demiş.