“Ne akilem ne divane...”
Yazar: Haluk Işık
Yukarıdaki dizesiyle, Yunus Emre’yi selamlayalım; sonra da bir duruma açıklık getirip, baştan anlaşalım.
İyisiyle kötüsüyle yazdığı şunca oyun, şiir, köşe yazısı vesaire kadar, yaşamının her alanında, en temel izleklerinden biri “barış” olan arkadaşınızın; konuya dair ayar çekilmeye, hizaya getirilmeye hiç mi hiç ihtiyacı yoktur.
Bu bağlamda ısrarcı olacaklara, arkadaşınız söz gelimi şöyle bir soru sorabilir: “Bu ülkenin liberalizm idolü Özal döneminde, “Bir koyup üç alma” hayaliyle ülkemizin karanlık maceralara sokulmaya çalışıldığı, “Savaşa Hayır!” demenin suç sayıldığı o meşum günlerde, örneğin “Kurşun Askerin Utancı”nı yazıp ve yine örneğin İsmet İnönü Kültür Merkezinde, binlerce çocukla “Savaşa Hayır!” çığlığı atarken, siz nelerdeydiniz?”
Bununla da kalmayıp, örneklerini “Savaş Düşlerimi, Çaldı” adlı çocuk oyununa, tiyatrosunun ilk oyunu olan “Ölü Kadınların Şarkısı”na dek sürdürebilir. Özel bir tiyatro deli midir ki, Bosna iç savaşını kadınlar özelinde anlatan bir oyun seçmiş, birkaç saygın destek dışında görmezden gelinmiş ve batmanın eşiğine gelmiştir? Halkları birbirine düşüren kışkırtmaların, nasıl vahim sonuçlar doğurduğunu anlatmaya, sahi sizce neden karar vermiş olabiliriz? Hani, söz uçar yazı kalır derler ya, bizden bunlar kaldı; ya sizden neler kaldı, kalıyor, kalacak diye sorabilir bu arkadaşınız. Hiç kusura bakılmasın.
Şimdi önümüzden arkamızdan vıdı vıdı yapanların, tavrımızı solculuğumuzdan-solculuğumuzu tavrımızdan sorgulayanların, “Tekaüt devrimci, çiçeği burnunda liberal” havalarıyla ahkam kesenlerin; bizi çağırmadan önce, kendilerini boy aynasının önüne buyur etmeye, çok ama çok ihtiyaçları vardır. Ki bugün, arzulanan kabulü görememenin, dert anlatamamanın sıkıntısını yaşıyorlar ve sorgulanıyorlarsa, bunun nedenini ahalide değil, ahvallerinde aramalıdırlar.
Elbette tek sorun, söylediklerinin niye ve hemen kabul edilmemesinden doğan şaşkınlık ve telaş değildir. Sorun, tavır ve sözlerinde alenen gördüğümüz, üstlendikleri “misyona” dair algı-yorum yalpalamasında ve neticenin hayli muğlak göründüğü ufka bakarken, tutuldukları istikbal vertigosunda olabilir mi?
Asıl sorun, giderek ağızda büyüyen, avuçta ateş topuna dönen, ama artık bırakamayacakları kadar üstlerine yapıştırılan “BARIŞ”ın tanımında ve anlatılmasında seçilecek ölçütlerdedir. Bu ülkede, bu uğurda çalışan ve çalışacak olan herkesin başarıya ulaşmasını istememek, öncelikle bir ruh sağlığı sorunudur. Lakin, başarılarından sevinç duyacaklarımızın, bize anlatacakları birşeyler olsa gerek.
İşte bu nedenle, “Hangi barış, nasıl barış?” diye sormak ve yanıtını istemek hakkımızdır.
Öyle bir belirsizlik ve tanımsızlıkla çerçevelenmiş durumdalar ki, çok çabuk başladılar, “Ne yapacağımızı biz de bilmiyoruz, bize de bir açıklama yapılmadı” mealinde konuşmaya. Her türlü sorunun çözüm arayışında, en önemli felsefi yaklaşımını (!) “İstim arkadan gelsin! Hallederiz abicim!” olarak özetleyen bir coğrafyanın tipikliği deyip geçemeyiz.
Bizce ilk hata, “Türk ve/ancak/bir de/çünkü Kürt”le başlayan düşünce kalıbının, tek başına barışı anlatmaya yeteceği kanısıdır. Hatadan vahime, vahimden dehşete evrilmesi çok kolay olan bu indirgeme talihsizliğinin, nasıl giderileceği, umarım yalnızca onların ve onları bu mecraya sokanların sorunu olarak kalır da; bizi yeni acılarla, hüzünlerle, düş kırıklıklarıyla ve bulunduğumuz noktadan çok daha gerilere düşmeyle, yüzyüze bırakmaz.
Çünkü barış arayışını, geniş ve derin ve yüksek bir panoramada yapmak dururken, üstelik çok kolay, anlaşılır ve paylaşılır kılmak varken; etnik, bölgesel ve ilk işaretlerini görmeye başladığımız dinsel-mezhepsel bir daraltma içinde yapmak, ancak bir aldanış ve cambaza bak tezgahına yuvarlanmak olacaktır. Ne yazık ki, bu yakıcı sorun, sanki bir fincanın içine sıkıştırılmıştır. Fincan temizlenirse refaha ulaşılacağı sanılmakta ve bir oldu-bitti dayatılmaktadır. Oysa sorun fincanda değil, temizlenmesi için bırakıldığı bulaşık makinasının, yüyılların birikimi olan kirindedir.
Fincan dedik, örneği köpürtelim.
Bir temizlik yapılacaksa, topyekun yapılmalıdır. Yalnızca salonu pırıl pırıl yapmak neye yarar? Mutfağın, yatak odasının, balkonun perişanlığı nereye kadar saklanabilir? Öyle ya, kendi evimizde misafir olduğumuz mu sanılmaktadır? O evin her tarafı bizim, o evin her köşesinin kirinden pasından biz sorumluyuz. Kimse bizi bu aidiyetten uzaklaştıramaz. Salondaki misafirlerin şen şakrak kahkahası, iç odadaki çocuğumuzun ağlayışını bize duyurmuyorsa, almayalım biz o saadeti.
Biz saadeti, evrensel değerlerle donatmaya ve yaşamaya çalıştığımız “yurtseverlik” olarak tanımlıyor, gereğini yerine getirmeye uğraşıyor, karşılığını ödünsüz bir “barış, demokrasi ve insan hakları” olarak bekliyoruz.
“Kanın durmasını istemiyor musun? Analar ağlamasın istemiyor musun? Tabut saymaktan bıkmadın mı? Silahlar sussun istemiyor musun?”
Bu soruları, insan zekasına, onuruna, vicdanına, merhametine saygısızlık olarak kabul ederim.
Israr edilirse –ki edilmektedir-, bayat demagog, arabesk kompozisyon ifadeleri olarak tanımlar; “Geç bunları, senin asıl söylemek istediğin ne?” diye sorma hakkımı, sonuna dek kullanmaya karar veririm. Ki asıl söylenmek istenenler, kıyısından köşesinden, ağızlardan kaçırılmaya başlanmıştır; başkanlık, federasyon, kimlik bayrak lisan, bölgesel ve ülkesel bir yeniden yapılanma, vb.
Öyle ya, bu kadar iddialı ve tarihsel bir “süreç”, “sev beni, seveyim seni”, “sen bana hayran, ben duvara tırman”, “sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” romantikliğiyle, nereye kadar gidebilir, değil mi?
Dönemine-sürecine göre, kısık ya da harlı, bilinçaltımızda ya da üstümüzde varlığını sürdüren o ateş topyekun söndürülmedikçe; bu sorular lafugüzaftır ve daha elim ve vahimi, sorunların alışkanlığa, yazgıya ve bir yaşam biçimine dönüşmesini sağlamaktan başka işe yaramaz.
“Ama’sız barış istiyoruz!”
Hayır efendim, biz buna değil, gerçek barışın “ama”ların ortadan kaldırılmasıyla geleceğine inanıyoruz. Tam tersine ve cesaretle, ama’ların konuşulmasını istiyoruz.
Tarih, “ama”ların konuşulmadığı, sorunların üstüne gidilmediği ve çözülmediği, geçici ve heveskar iklimlerden medet uman süreçlerin, hiçbir işe yaramadığını –ya da başka amaçlara su taşıdığını- yeterince kanıtlamıştır. Bütün bunların konuşulması için yaratılan zamanların (moda deyimle süreçlerin) adı ise, örneğin barış değil, olsa olsa ateşkestir. Evet elbette barış, ateş ve kan içinde konuşulamaz ve ateşkes süreçleri duyarlıkla değerlendirilmesi gereken çok önemli fırsatlardır.
Etnik köken, ırk, din, mezhep öznesiyle kurulan her tümce, nadasa bırakılmış gizil bir, haydi düşmanlık demeyelim, karşıtlık barındırır, anımsatır, kışkırtır. Bir ülkeye yapılacak en büyük kötülük, başka ne olabilir? Düşünmeden ve ürpermeden duramıyor insan.
Örneklerini bolca gördüğümüz gibi, sorunu bir etnik kökenin sorunu ve saadeti üstüne kurmak ya da böyle bir izlenim vermek, haydi düşmanlık demeyelim, öteki etnik kökenlerin incinmesine yol açar, talepte bulunmak ve elde etmek için çaba gösterme hakkı doğurur.
Bir ülkenin, özgürlük savaşını, kuruluş sürecini ve kimliğini, barındırdığı tüm unsurlarla birlikte gerçekleştirdiği bilinirken, şimdi onu otopsiye yatırılmış gibi hırpalamak, ne demektir? Bu ne vefasızlık, saygısızlık, densizlik ve saçmalıktır?
Bütün bunların kimlerin işine yaradığı, kimlerce kışkırtıldığı; çok iyi bilindiği ya da kolaylıkla öğrenileceği gibi, gayet sarihtir. Biz ona, kısaca “emperyalizm” diyoruz.
Yemeğinden türküsüne, destanlarından danslarına, herşeyini tepe tepe kullandığımız, varoluşunun ürünlerini saygısızca evirdiğimiz bir etnik kökenin, varlığının reddedecek kadar incitilmesi, kuşkusuz bu toprakların yakıcı bir sorundur. Ki, bu korkunç yok sayma, uzun bir süreç sonunda, 12 Eylül patronlarınca “kart kurt”a dek ulaştırılmıştır. Bilmediğimden soruyorum, 12 Eylülcü faşistlere açılan dava dosyasında, bu konuya dair bir atıf var mıdır?
Sorun, dünden bugüne “bizden olmayana” dair (ne demekse!), hastalıklı bakışlardadır. Sözgelimi İzmir Büyükşehir Belediyesi projesi olarak ve yine kendilerinin sahnede dillendirmesini gözeterek yazdığımız ve yönettiğimiz “Yurdum Kılındığında Tüm Dünya” adlı oyun, nazi kamplarından günümüzde hala süren fişlemelere kadar, bu manyaklığın Romanlar özelinde teşhiri amacını taşıyordu. Öyle ya, sözünü ettiğimiz sorunların tek muhatabı ve mağduru kürt yurttaşlarımız değildir. Şimdi Hırant Dink’ten Alevilere, 6-7 Eylül Olaylarından Maraş Katliamlarına, bir liste sunmaya gerek var mıdır?
Biz şovenist yaklaşımları da, doğurduğu karşı-şovenist tepkileri de, aynı derecede reddediyoruz. Geri kalması için yüzlerce yıldır uğraşılan bir ülkede, bir etnik kökeni ezen, yok sayan inkar politikalarını ve antidemokratik tutumları kınıyor, kınamakla kalmıyor, yazdıklarımızda çizdiklerimizde işliyoruz. Merak eden, sözgelimi “Memleket Hikayeleri” adlı, bu ülkenin en çok yasaklanan oyunumuza bakabilir. Ama o oyunda, yalnızca bu inkar ve baskı işlenmiyor, kayıplardan Susurluk’a, Madımak’tan emek sömürüsüne, kadınlardan eğitime, bir memleketin yaraları işlenmeye, yaklaşan tehlikelere dikkat çekmeye çalışılıyordu. Çünkü hiçbir sorun, öteki sorunlardan azade ya da başka bir sorun yokmuş gibi tartışılamaz, çözüm yolları arayışlarına girilemez.
“Analar ağlamasın! Kadınlar kocalarının, çocuklarının yolunu gözlemesin!”
Bütün bunların, en azından bu satırların yazarına söylenemeyeceğini bilmek için, sözgelimi geçen sezon İzmir Devlet Tiyatrosunda sahnelenen “Yollarda” adlı oyununu izlemek ya da örneğin “Ölmeyin” şiirini ve kendince öteki çığlıklarını okumak gerekir.
Yaklaşımımızı daha nasıl ortaya koyabiliriz ve biz şimdi ne demek istiyor, ne talep ediyoruz?
Daha fazla uzatmadan söyleyelim.
“Barış süreci”, “demokratik açılım” ve “ileri anayasa” ile olası tezahürleri, aynı torba içine sokulup, bir arada mı tartışılıyor? Bir ülkenin, dokusu, kokusu, rengi, deseni yeniden mi belirlenmeye çalışılıyor?
Diyelim ki biz bunu hayra yoruyor, derdimizi topyekun dile getirmek için, bir fırsat olarak görüyoruz. Sevgilim İzmir’in bundan sonraki yazılarında konuyu sürdürmek üzere ve sabrınızı zorlamamak için, biz barış denince ne anlıyoruz, neler istiyoruz? Neler olmazsa, barış yalnızca lafta kalır diyoruz? Bir liste halinde görüşlerinize sunarız. Dediğimiz gibi, ilerki yazılarda, konuyu sürdüreceğiz:
-Ekonomik, siyasal ve askeri anlamda, her türlü dışabağımlılık ortadan kalkmadıkça,
-“Barış Kültürü” konusunda bilgi, bilinç ve algı yaratılıp paylaşılmadıkça, bunlar için sanatın ve kültürün yardımı alınmadıkça,
-Dilden kitaplara, gündelik yaşamdan devlet politikasına, her türlü ayrım, ötekileştirme, hakaret tümceleri vb. birer “Nefret Suçu” sayılmadıkça,
-Feodal yapılanmalara ve kalıntılara, somut ve kararlı bir duruş ve eylem gösterilmedikçe ve bu yapılar topyekun dağıtılmadıkça,
-Kendini törelerle, alışkanlıklarla, temayüllerle gizleyen, saklayan ve her fırsatta acımasızca ve önce kadınları hedef alarak ortaya çıkan gerici zihniyetle mücadele edilmedikçe,
-Ekonomik, kültürel ve sosyal eşitlik kabul edilip, doğallaştırılmadıkça; gizli ya da açık engellemeler ortadan kalkmadıkça,
-Başta “emek” olmak üzere, çağdaş insan haklarının gerekleri yerine getirilmedikçe ve bu amaçla “örgütlenme” hakkı tanınmadıkça,
-Her alanda fırsat eşitliği yaratılıp, kurumsallaştırılmadıkça,
-Eğitim seferberliği başlatılmadıkça,
-Örneğin, “Çocuk Gelinler” gibi yüz kızartıcı suçlara engel olunup, insanlığa karşı işlenmiş birer suç olarak kabul edilmedikçe,
-Ağalık, şıhlık, şeyhlik gibi yapılanmaların doğal olarak görülmesindeki ezberler ve uygulamalar bozulmadıkça, (“Bu bir realite ama” diyorlar, iyi ya işte, zaten biz de bu “realiteyi”, dünya görüşümüz gereği reddediyoruz.)
-Sağlıktan sanata, ülke olanaklarından eşit biçimde yararlanma koşulları yaratılmadıkça,
-Ülke birikimlerinin, birer ötekileştirme gerekçesi değil, yurttaşları birbirine bağlayan, zenginleştiren değerler olduğu bilinci, yasalardan sokağa yerleştirilmedikçe ve bunun için gerekli düzenlemeler yapılmadıkça,
-Tüm ders kitapları, bu amaçla taranıp ayıklanmadıkça,
-Din, etnik köken, mezhep vb ayrımından, birinin ötekine galebe çalmasına uğraşılmaktan, yaşam biçimi olarak dayatılmasından vazgeçilmedikçe,
-Geçmişte yapılmış hatalardan, yalnızca eleştirmekle yetinmek yerine, bu gün adına ders çıkarmak düşünülmedikçe,
-Geçmişe gösterilecek vefa ve saygının, gösterilenden çok göstereni onurlandıracağı gerçeği unutuldukça; bu ülkeye değer katanların yok sayılmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışılmasının, onulmaz kırgınlıklara yol açacağı unutuldukça,
-Nihayet ülkemizin bütün bu çeşitlilik zenginliği içinde yaşayan ve yaşatan, yuttaşlarının bu bilinçle kendilerini anlatma ve geliştirme özgürlüğüne sahip bir ülke olduğu, başta anayasa olmak üzere, kayıt altına alınmadıkça,
-Senin barışın, benim barışım tuhaflıklarından ve dayatmalarından vazgeçilmedikçe...
“Barış” soyut, bugün olduğu gibi bir türlü anlatılamayan, onun adına dolaşanların bile açıklayamadığı, bir kavrama dönüşecektir.
“Hele silahlar sussun, gerisine bakarız.”
İyi de, nicedir silah sesi duyulmuyor. Ondan kalan sessizliği, ne dolduruyor, bütün bunlardan söz edenlerin sesleri mi?
Küçücük eleştirilere bile “selametle” demekten başka tahammül gösteremeyenler, örneğin “federasyon” falan diyerek, neredeyse provakatörlüğe sıçradıklarını bilmiyorlar mı? Barış konusunda halka bilinç vermekle görevlendirenlerin ağzından, neden yaşanan “reel” sorunlara dair tek bir söz çıkmıyor?
Emek ihlalleri ortadan kalkmadan, sanata ve sanatçıya karşı olumsuz bakış giderilmeden, çevre ve doğa katliamları kıyasıya sürerken, her ay onlarca kadın öldürülürken, cinsel ya da yaşam biçimi tercihlerinden dolayı insanlarımız aşağılanıp ötekileştirilirken, eğitim sistemi her sonucuyla insanı kederlendirirken, barış lafından geçilmez ama her an çıkacakmış gibi vurgulanan bölgesel bir savaşın, ayak seslerinden uyunmazken; bir barış havarisi, barışı nasıl anlatabilir, anlattığını sanabilir?
Barış, insanın kendisiyle, çevresiyle, ülkesiyle ve dünyasıyla uyumlu ve mutlu olmasıdır. Bizim barıştan anladığımız, Mustafa Kemal Atatürk’ün“Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözüne ve örneğin Ritsos’un “Barış” şiirine sinmiş felsefedir.
Ve elbette, aç karnına mehtap seyredilmez.
Ve elbette, tok, açın halinden anlamaz.
Dikkat ederseniz, açıkça söylenmeye başlanan imparatorluk özlemleriyle, demokrasi adına perspektif çizme ve destekleme çabalarının, aynı ve kardeş ağızlardan çıkması çelişkisine daha değinmedik.
Barışı anlatırken, yapılanlara-yapılmaya çalışanlara dair görüş bildirenlere, demokratik tepki haklarını kullanmak isteyenlere karşı, şiddet diline sığınanların ne yapmak istediklerini anlıyabiliyor musunuz, diye sormadık.
Böylesine bir arayışın, popülist politik söylemlerle heba olmasının; girişimlerin, siyasal ikballere bağlanmasının ya da böyle bir fotoğraf verilmesinin taşıdığı ve doğuracağı sorunlara dikkat çekmedik.
“Yeni bir Orta Doğu istiyoruz, şeriat istiyoruz” diyenlere, sözü düşürmedik.
Biz barışı, hemen şimdi, insana, insanlığa, ülkemize ve dünyamıza yakışan biçimiyle istiyoruz.
Bu konuda gecikmişliğin müsebbibi olarak, son elli altmış yılda din, milliyet, mukaddesat bayraktarlığından nemalanarak oy toplayan, iktidarlarını görüyoruz.
Düşüncelerimizi paylaşmak bir görevdir.
Hiç olmazsa çocuklarımız, bir gün “Peki, sen ne yaptın, ne söyledin baba?” dediğinde, yüzlerine bakacak yüzümüz olsun.