Garnik ile ÅžaÅŸik
Yazar: AyÅŸe BaÅŸak Kaban
Dedem öldüğünde babam elime üç altın diş tutuşturdu. Peçeteye sarılmış, üç altın diş! “ Al. Dedenin hatırası. Sana emanet etmemizi vasiyet etti... Nasıl, ne zaman, ne için harcayacağını, ne yapacağını sen bilirsin” dedi.
Dedem öldüğünde on beş yaşındaydım. Onun ölümü bir devrin kapanmasıydı benim için; büyük bir çınarın onca heybetine rağmen sessizce devrilmesini izleyip babamla yan yana oturup sessizce ağladık. O gece saf acı ile tanıştım; babamın ağlamasını görmek dedemin ölümünden bile daha acı oldu.
Çocuklar annelerinin ağlamalarına alışıktır. Belki de bunu uyduruyorum, bilemiyorum. Şöyle demeliyim sanırım; benim için annemin ağlaması doğaldı; ağlaması içimi acıtıyordu acıtmasına, gözyaşlarına dayanamıyordum ama dediğim gibi, alışıktım.
Annem ağlardı. Ermenistan kelimesinin her geçtiği anda, gözleri dolardı. Ardından eski güzel günlerini, gençliğini, zenginliği hatırlar ağlardı. Kendi annesini anımsar ağlardı. Temizliğe gittiği evdeki hayatın rahatlığını anlatırken ağlardı, kaçak işçi olduğu için ağlardı. Mahalledeki kasaptan ayda bir kez olsun alış veriş yaptıktan sonra ağlardı.
Oysa babamın ağladığını o zamana kadar hiç görmemiştim. Bir çocuğun hiç unutamayacağı andır babasının ağladığını görmek; ben o gün bunu öğrendim. Onu gözlerindeki yaşları akıtırken hiç görmemiştim. Sonraları, sadece bana, bize, göstermemek için bunu bilmediğimizi düşündüm. Yaşadığı, yaşadığımız; acımasız, adaletsiz ve gayri insani hayatın içerisinde hiç ağlamamış olması mümkün değildi.
Babama baktım. Yaşadığı onca zorluk ve acı... Tüm ömrünü olmasa da ikinci yarısını cefa içerisinde geçirmiş bir adam. Taşları sırtlamaktan, toprakları kazımaktan tek tek tırnakları zayıflamış, dökülmüş bir adam. Henüz kırk beş yaşında olan bir adam... Zaman zaman kendine lanet eden, İsa’ya ve tanrıya isyan eden adam, babam... Tüm o isyanların ardından sendeleyerek de olsa yeniden ayağa kalkan, kalkmasını bilen... Onu ilk kez yenilgiyi kabul etmiş bir şekilde görüyordum.
O gün herkesin babasının aslında bir çeşit yarı tanrı olduğuna inandım. Kimseye yetemeyen insanlardı babalar; kendi hayatlarından vazgeçen, sevmedikleri işlerde çalışan, kimsenin analık kadar değerli görmediği bir konumda kalmaya mahkûm; acı çeken, hayatın pençesinde nefes almaya çalışan ama aynı zamanda sarsılmayan, üzülmeyen, ağlamayan, kırılmayan... Erkek olmak böyle bir şeydi sanırım.
Ölümü ilk defa oturduğumuz evin üçüncü katında yaşayan Ağavni öldüğünde öğrendim. Ağavni; iki geçkin kızı ile tek gözlü bir odada kalırdı. Merdivenleri inip çıkamayacak kadar yaşlıydı. Sabah erkenden işlerine giden kızlarının ardından saatlerce pencerenin önüne oturur, güvercinleri beslerdi. Dedem dışarıya çıktığında kafasını kaldırır, kadın pencerede ise ona el sallar, selam verirdi. “Bak” derdi bana dönüp, “Gördün mü Ağavni adaşlarını besliyor.”
Ağavni çok yaşlıydı ve öldü. Anneme ona ne olduğunu sorduğumda aynen bunu söylemişti, “Çok yaşlıydı ve öldü. Bir daha onu göremeyeceğiz, yazık güvercinleri aç kalacak şimdi.”
Henüz sekiz yaşındaydım bu cevap karşısında dehşete düştüğümü hatırlıyorum. O zaman dedemin de bir gün öleceği düşüncesi yer etti zihnimde. Korktum! O günden sonra uzun bir süre dedemin büyük sırdaşı, dert ortağı, yüzü tahtaya oyulmuş İsa’ya, onu benden almaması için dua ettim.
Çocukluk kâbusu... Kimi geceler, dedemle paylaştığım küçük karanlık odada nefesini dinlerdim. Ayakucunda yatan Sarman’la beraber eş zamanlı soluk alıp verirlerdi. Yüzünü seçemesem de bakardım ve bir gün öleceğini düşünerek ağlardım. Hesaplamalar yapardım; dediğine göre kendisinden yedi yaş büyük bir ağabeyi vardı Ermenistan’da kalan. Hala hayattaydı, sağlıklıydı; onu özler, bir gün buluşacaklarını umut eder dururdu. Küçük kafamda yedi yılı hesaplardım. Ben henüz sekizdim; onca yıl yaşamıştım! Ağabeysi hala yaşadığına göre önümüzde en az benim yaşıma yakın bir zaman vardı. Rahatlardım...
“Garnik” derdi bana sabah olduğunda. “Garnik, kalk artık sabah oldu. Sarman tuvalete çıkacak.” Sarman bizim evin kedisi... Yağmurlu bir kış akşamı, fırının bulunduğu köşenin başında; bir kutunun üzerine tünemiş ve korkmuş bir halde bulduk kediyi Şaşik Dedemle... “Dur” dedi dedem bana. “Elleme hemen, ürker! Kaçarsa caddeye, araba ezer.” Sonra kendisi, usulca yanaştı yanına, mırıl mırıl bir şeyler söyledi. Kedi burnunu uzatıp kokladı dedemin elini. Ardından yumuşak bir hareketle tuttu kediyi, ceketinin içerisine sokuverdi. Kedi dedemin göğsüne sokuldu, ben eline yapıştım. Yağmur hızlandı, biz karanlık sokağa saptık, kafalarımızı omuzlarımıza doğru büzüştürüp, hızlı adımlar attık; yaşlı adam, küçük çocuk ve kedi...
Babama kalsa, evde kediye yer yoktu; onu beslemek için gücümüz hiç yoktu. Hem annem geldiğinde kızacaktı ikimize de; istemezdi evin içinde kedi medi.
Haklıydı aslında. Ev, ev değildi zaten; üç katlı ahşap eski bir konaktı bizimki... Her odasında bir aile kalırdı; bekârları istemezdi ev sahibi. Yıkıldı yıkılacak, basılan her tahta döşemeden ayrı bir, ‘Ah,’ sesi işitilen bu emektar konağın bodrum katındaydı bizim ev! İki küçük penceresi vardı; tavana yakın ve az da olsa ışık alan. Benim ve dedemin odası diğer taraftan tahta perde ile ayrılıyordu. Öbür bölüm daha genişti ama mutfak, salon, anne ve babamın yatağı da oradaydı.
Dedemin küçük radyosuydu evi şenlendiren ve bir de babamın mızıkası. Ancak mızıkanın sesini duymak her zaman mümkün değildi. Çok yorgun ve çok geç gelirdi eve babam. Yaptığı işe göre ya elleri ya da ayakları işlemez olurdu. Öyle zamanlarda dedem ovalardı onu, yemek bile yiyemeden yorgunluktan sızar kalırdı.
Sarman evde kaldı. Dedem, kediyi çok iyi savundu. Ev eskiydi, ahşaptı, bodrum katıydı. Büyüklü küçüklü fare ailelerinin ziyaretine uğruyordu. Böcekler de cabası! Kedi kokusu onları uzak tutardı. Hem bir kediyi beslemek için özel bir şeyler yapmaya gerek yoktu. Ne yersek, birazcık ona da ayırırdık. Olmadı kendi hakkından verirdi. Gelin bir şey demezdi, kayın pederini kırmazdı.
Kırmadı da... Annem haftalık iznini alıp akşamdan eve geldiğinde kediyi görünce sadece gülümsedi. “Adını ne koydun, baba?” diye sordu. “Sana bıraktık bu işi kızım” dedi dedem. Annem, limon sarısı küçük kediyi iki avucunun arasına aldı, “Pek de küçükmüşsün sen” dedi. Sonra uzun uzun kediye baktı ve “Sarman olsun” dedi. “Öbür evde de bunun aynısı ama tostoparlak büyüğü var. Onun adı da Sarman... Dediklerine göre, ‘Uğur getirmiş,’ onlara belki bu da bize getirir” dedi.
Annemin öbür evi vardı; bizim evden daha fazla kaldığı, benim çok kıskandığım... Kendimi bildim bileli orada çalışıyordu. Şimdi düşünüyorum da çocukluğumda annemle sadece hafta sonları bir araya geldik biz; çocukluğum onu özleyerek geçti.
Ermenistan’dan buraya gelmeden önce babam annemin işini hazırlamış; ben o zamanları hatırlamıyorum. Babam yaklaşık bir yıl boyunca ailesinden uzak bir başına Türkiye’de çalışmış; Ermeni bir kuyumcunun yanında. “Çok iyi adamdı. Ölmeseydi veya çocukları işi devam ettirebilseydi sırtımız yere gelmezdi bizim” derdi sık sık. O adam bir gün babama, “Eşini ve çocuğunu yanına almak istiyorsan tam zamanı evlat. Türk bir dostum ev işlerine bakacak güvenilir bir hanım arıyor. Ben senden izinsiz konuştum, ‘Hayır işlemiş olursunuz,’ dedim. Önce biraz çekindiler ama senin hikâyeni anlatınca, ‘Tamam,’ dediler. Hadi haber yolla gelsinler.”
Turist vizesi ile yola çıkmışız. Babam o zamana kadar biriktirdiği parayı hem bu evi tutmak, hem de yol parası için harcamış. Dedem, ben ve annemi havaalanından alan babam bir sarılmış ki üçümüze birden, orda olup buna şahit olan kadınlar gözyaşlarını tutamamış.
Annemin öbür evine hiç gitmedim, götürmedi. Pazartesi sabahları ayaklarına kapanıp yalvardığım zamanlar sayılı da olsa, (olmadı değil) o her seferinde (içi de parçalanarak, öyle olduğunu tahmin ediyorum) beni ardında bırakıp gitti.
O anlarda annem; yere yatmış ağlayan benim yanıma diz çöker, saçlarımı okşar, usul ve tatlı bir sesle, ‘Garnik ağlama... Benim gidip çalışmam, para kazanmam gerek. Para kazanalım ki yurdumuza dönelim. O zaman her şey çok güzel olacak, hiç ayrılmayacağız. Hiç çalışmayacağım ben” derdi. Çocukluk inadı, öbür ev merakı, istediğini yaptırma arzusu olsa gerek devam ederdim ağlamaya...
Sonra, o sihirli cümleyi kurardı; divanın üzerine oturmuş, büyük bir keder içerisinde bizi izleyen gözü yaşlı dedemi gösterir ve “Bak Garnik... Dede üzülüyor. Hem sen olmazsan ona kim bakacak, kim yoldaşlık edecek? Sen benimle gelirsen, baban da yok, bütün gün kim ilgilenecek Şaşik Dede ile?”
Tuzlanmış kirpiklerimin arasından bakardım dedeme. Omuzları düşmüş ve çok üzülmüş gelirdi bana. Onun üzülmesine dayanamazdı küçük yüreğim. Bir koşu gidip sarılırdım boynuna, öperdim başını. “Git annesi sen git” derdi dedem benim sırtımı sıvazlayarak. “Ama unutma o kırmızı gofretlerden getir mutlaka. Biz de okula gideceğiz ya Garnik, öğretmenin bekler seni.”
Annem, yüzünde hüzünlü bir gülümseyiş ile beraber giderdi, ayak seslerini dinlerdim; hızlı hızlı merdivenlerden yukarıya çıkışını, ardından birkaç adım atışını, biriyle denk gelirse selam veriş alışını, hal hatır soruşunu, kapıyı açmasını, kapamasını. Sonra yukarıya bakardım divanın üzerine çıkıp, pencerenin önünden geçerken durur, aşağıya eğilir, el sallardı. Yüzünü görmezdim ama ağladığını bilirdim.
Dedem, annem gittikten hemen sonra sanırım hüzün havasını da dağıtabilmek için, “Hadi bakalım torun. Sarman’ı tuvalete çıkaralım. Biz de sabah sporu yapalım” derdi. Kucağında Sarman olmak üzere o önden, ben kısa bacaklarımla arkadan onu takip eder, ortak kullanılan arka bahçeye çıkardık. Yüksek duvarlarla çevrili, ayrık otlarının bittiği bu bahçede sadece bir iğde ağacı bulunurdu. Sarman, bahçede kumları koklayarak ihtiyacını gidereceği uygun bir alan arar, sanki çok zor bir iş yapıyormuşçasına kamburunu çıkarıp, gözlerini kapatarak tüm gece biriktirdiği artığını toprağa salar, sonra büyük bir titizlikle gömerdi. Ardından; kâh, iğde ağacının dalları arasında dolanır, kâh otların arasında bir tek kendisinin gördüğü arkadaşları ile koşturur dururdu.
Dedem ise benim karşıma geçer, “Hadi bakalım, hafif tempoda koşu ile başlıyoruz” derdi. Küçük adımlarla koşardık. Ardından başlardı jimnastik hareketlerini yaptırmaya. Eller açılır, sağa sola dönülür sonra kollar dik bir şekilde çaprazlama olmak şartıyla bir sağ bir sol ayakucuna değmeye çalışılır, tüm hareketler şınav çekmeye kadar farklı şekillerde sürer giderdi.
Tüm bunları yaparken anlatırdı, “Gençliğimde çok futbol oynadım ben Garnik. O zamanlar çok yetenekliydim. Ama babam yoktu benim, o yüzden erken yaşta sorumluluk aldım, çalışmaya başladım. Babam olsaydı belki bugün çok ünlü bir futbolcu olurdum.”
En çok o zamanlar üzülürdüm dedem için. Dedemin çocuk olma halini gözümde hiç canlandıramasam da, babasız bir çocuk olmanın, hele hele dedesiz bir çocuk olmanın ne kadar zor olduğunu düşünürdüm; içim ezilirdi.
Şaşik Dedem ile cuma günleri okul çıkışı, parkın diğer ucunda arabası ile köfte ekmek satan adamın yanında alırdık soluğu. “İki çeyrek köfte, iyi kızarsın evlat. Torun yiyecek” derdi. Şişede ayranlar gelirdi köfteden önce. İki elinde iki şişe; hızlı hızlı sallardı. Ayranlar iyice bir çalkalanır, köpürür ama köfteler gelmeden açılmazdı. İki çeyreğin bir buçuğunu ben yerdim. O her seferinde kendisinin ki yarıya gelmeden, “Ayran tıkadı beni, bunu atmayalım günah, sen yer misin?” diye sorardı. Yerdim...
Dedem öldüğünde on beş yaşındaydım. Elimde peçeteye sarılı üç altın diş duruyordu. Dedemin dişleri. Güldüğünde güneşin rengini alırdı ağzının içi. Erivan’da tam on dişi altındanmış. Türkiye’ye kaçarlarken sekizi kalmış ağzında. Burada iki tanesini geldikleri ilk yıl, babam işten çıkarılıp bir tek annemin eline bakarken, harcamış. Sonrasında her darda kalındığında bir diş eksilmiş ağzından kala kala bu üçü kalmış.
Yabancı bir ülkede, yabancı bir kimlikle ve üstelik belki de en zoru kaçak olarak yaşamak; bir çocuğun algılayabilmesi için güç... Henüz dört yaşındayken, artık konuşmamın anlaşabilir olmaya başladığı zamanlarda evde sıkı sıkı tembihlenmek; “Bak Garnik, biz Ermeniyiz, anavatanımız Ermenistan... Buraya para biriktirmek ve seni daha iyi yaşatabilmek için geldik. Bir süre misafiriz burada ama sen bunu kimseye söyleme, polis bizi geri yollar. Geri yollarsa aç kalırız, tamam mı?” Sanırım bu tür şeylerdi. Sıralaması veya seçilen kelimeler tam olmasa da buna benzer şeylerdi işte... O nedenle hala, nerede olursam olayım, her polis görüşümde sırtım ürperir.
Dedemle hafta sonları yaptığımız en büyük eğlence parka gitmekti. Hava çok soğuk ve yağmurlu olmadığı sürece her cumartesi pazar oradaydık. Saatlerce kalırdık.
Dedem ağaçları anlatırdı; Erivan’da ziraatçıymış o nedenle bilirdi tüm ağaçları. Bitkileri, çiçekleri; domatesin nasıl yetiştirildiğini, zeytinin nasıl toplanacağını, küçük bir bahçesi olunca neleri nasıl ekeceğini, ağaçların birbirleri ile yapraklarının titreşimleri sayesinde konuştuklarını ve göçmen kuşların her yıl aynı ağaca yuva yaptıklarını anlatırdı.
Göçmen kuşların kanatlarına takılıp, sırtına bindiğimizi hayal ederdik. Sırtlarına binmeden önce sorardık, “Hey Erivan’a mı gidiyorsunuz? Bizden selam söyleyin dostlara!” Ben değil ama Şaşik Dedem inanırdı kuşların selam iletebileceğin, onların ardından uzun uzun bakardı kendi gökyüzüne.
Bir cumartesi günü yaz aylarından biriydi ve yine parktaydık. Salıncak, tahterevalli, kaydırak derken epeyce yorulmuş, dedemin yanına ilişmiştim. Dedem önce benim sırt terimi almış, ardından yanımızda getirdiğimiz ekmek arası zeytin ezmesi sandviçimi elime tutuşturmuştu ki parka iki polis geldi. Ağır adımlarla çevreyi kolaçan ederek geziyorlardı. Ben gözlerimi açmış onları izliyordum, derken yanımıza yaklaştılar. Ekmek lokması ağzımın içerisinde sol tarafta duruyor ve inanılmaz bir şekilde büyüyordu; polisler yaklaştı, lokma daha da büyüdü...
Tam önümüzde durdular, biri saçlarımı okşadı, “Yemek yemiyorsa götürelim biz bunu dedesi” dedi. “Yok” dedi kahraman dedem, “Yer benim torunum yemeklerini, hiç lokma bırakmaz tabağının içinde.” “Hımmm...” dedi diğeri. Ağzımda büyüyen lokmaya rağmen, “Biz kaçak değiliz polis amca yollama bizi bir yere” dedim. Onca tembihleme, onca söylem bir anda uçup gitmişti aklımdan. Polisler önce birbirine sonra dedeme baktı. Dedem kafasını iki yana sallayıp bir kahkaha patlattı. O gülünce polisler de güldü. “Zamane çocukları! Televizyonda ki kaçmalı kovalamacılı dizileri izleyerek büyüyorlar işte” dediler; güldüler ve gittiler...
Oysa bizim hiç televizyonumuz olmamıştı. Televizyon çok pahallıydı ve bunu karşılamak için dedemin dişlerinin gücü yeterli değildi.
Cumartesi günlerinin en güzel işlerinden biri de, semt pazarına gitmekti. Evden epey uzaktı ama yürümek sorun değildi. Dedemle parktan eve gelir, bir süre dinlenir, zaman akşama doğru ilerlemeye, hava yavaştan kararmaya başladığında fileleri alır pazara giderdik.
Bize, “Akşam pazarcıları” diye seslenirdi satıcılar. Bütün gün boyunca en iyileri, en olmuşları, en tazeleri, en güzelleri seçilen meyve ve sebzelerin arasında; en az ezik olanını, en az çürük olanını, tadı en az kaçmış olanını ayıklardı dedem. Ben yanında dikilir, bizim gibi diğer akşam pazarcılarının çocuklarına bakardım. Sanırım ilk o zamanlar keşfettim yoksulluğun çocuklarda ömür boyu kalacak ezik bir bakışa neden olduğunu...
Yoksul çocukların bakışlarında yoksunluk vardır; bunu gizlemeye gerek görmezler ama bir şekilde kaderlerini değiştirip zengin olsalar dahi geriye itelemeye çalıştıkları o yoksunluk orada asılı kalır. Kimse başaramaz çocukluk yıllarının izlerini silmeyi. Yoksulluk bir kez yaşandı mı ne olursa olsun kalır bir yerlerinizde, kalıcı bir dövme gibi.
Kış aylarında pazar dönüşü dedemle yaptığımız en büyük keyif ise eve girer girmez yaktığımız sobanın içinde patates közlemekti. Patateslerin en iri olanlardan dört tanesi sobanın içerisinde közlenmeye bırakılır, sonra da bol tuzla ve eğer şanslıysak yoğurtla beraber afiyetle mideye indirildi. O geceler masallar erken başlardı. Dede torun baş başa sobanın hemen bitişiğinde, yanımızda Sarman ile beraber oturur, bir taraftan parmaklarımızı yakacak kadar sıcak ama bir o kadar da lezzetli patatesleri yer, diğer taraftan da masal uydudur dururduk.
Önce dedem başlardı anlatmaya, “Efendim bir zamanlar uzak bir ülkede bir kral yaşarmış.” O bir cümle söyler ben devam ederdim, “Bu kralın bir torunu varmış.” Dedem bana bakıp göz kırparak devam ederdi, “Kralın torunu yiğitlerin yiğidi, kahramanların kahramanı, korkusuz mu korkusuz, masumların koruyucusu, kötülerin düşmanı Prens Garnikmiş...”
Kral Şaşik ve torunu Prens Garnik’in maceraları dağlarda başlar, ormanlarda devam eder, sarayda mutlu sonla biterdi. Kral ve prens her seferinde yeni bir düşman beller onunla savaşır, ülkelerini kurtarır, çeşmelerinden gazoz, ağaçlarından çikolataların toplanabildiği sonsuz mutluluk ülkelerini kurardı. Masalların içerisinde kimi zaman heyecanla, kimi zaman merak ve endişe ile dolaşır ve sanki onca savaşı, onca mücadeleyi gerçekten vermişim gibi yorulur, uyurdum.
Dediğim gibi dedem öldüğünde on beş yaşındaydım. Elimde peçeteye sarılı üç altın diş tutuyordum. Babam yanımda oturuyor ve ağlıyordu. Hastanenin bahçesinde yan yana duruyorduk. İlk kez babamı ağlarken görüyordum.
Dedelerin ölmesi bir işaret gibidir; hayatın akışının hızlandığının, sizin büyüdüğünüzün dolayısıyla diğerlerinin yaşlandığının işareti...
Ailede yaşanan ilk ölüm kapıyı aralar; siz sıranızı beklediğinizi öğrenirsiniz. Her şeyin ilki daha coşkuludur; aşkın, sevgilinin, bebeğin, sigaranın, alkolün, sevişmenin, mezuniyetin, dizde oluşan ilk yaranın, ilk yürek yangının... Sonra alışırsınız üzülürsünüz ama alışırsınız; hayatın içersindeki ilkler biraz da vücuda zikredilen aşılar gibidir. Çok sevdikleriniz arasında en çok gözyaşı döktüğünüz her zaman için ilk cenazenizdir.
Dedemin ölmesi ile birlikte bir kapının aralandığını biliyordum, artık zaman daha hızlı ve daha acımasız işleyecekti. Babam, başını sağ omzuna doğru eğmiş, elleri kucağında, için için ağlıyordu; benim ilk kez okula gittiğim günkü halim gibi.
O gün... O mühim gün ne annem ne de babam yanımdaydı. Her ikisi de işlerinden izin alamamışlardı ama Şaşik Dedem benimleydi; her zaman olduğu gibi...
Kilisenin bodrum katında gizli bir okuldu bizimki; Ermeni kaçak işçilerin çocuklarının başka şansı yoktu. Resmi olarak herhangi bir okula kayıt yaptıramazdık. O ilk gün kilisenin bodrum katına dedemle beraber indim. Güler yüzlü bir öğretmen sımsıkı yapıştığım dedemin ceketinden ellerimi ayırıp kendi avucunun içine koydu. Gözüm dedemdeydi. Gözleri hüzün içerisinde el salladı, beni dışarıda beklediğini söyledi ve omuzlarını içine çekip gitti. Ders bitimine kadar ellerim kucağımda sümüklerimi akıtarak, akanları gerisin geriye çekerek ağladım.
O gece babam bana, beni hatırlattı. Ben okulda tek başına kalmaktan korkup dedemin ardından ağlarken, o hayatta tek başına kalmaktan korkup babasının arkasından ağlıyordu.
Anneler hep ağlar; en azından benimki öyledir. Kimi zaman şu yaşımda ve yaşında bile birbirimize sarılır ağlarız; neden ve niçin ağladığımızın da pek bir önemi yok, balık burcuyuz, ağlarız. Ağlarız ve geçer gider...
Oysa bir evlat için unutulmaz, unutulamaz bir karedir babanın ağlaması... Onun gözyaşları seni ezer geçer...
Dedem öldüğünde, hayatımın bir döneminin bir daha asla başlamayacak bir şekilde kapandığını anladım; artık tek başınaydım. Çocukluk, sınırsız naz yapma, şımarma, eğlenme dönemleri kapanmıştı. Akıl danışacağım, aklımı kaybedecek derecede masallar uyduracağım, onun olduğu her yerde çocuk kalacağım umursamaz ve sabırsız olabileceğim tüm kalelerim ele geçmişti.
Dedemin öldüğü gece ben iki kere büyüdüm.
Henüz on beş yaşındaydım. Elimde peçeteye sarılmış üç altın diş. Dedemin dişleri! Ne zaman, nasıl ve nereye harcayacağım bana kalmış.
Dedemi Erivan’a götürmek için bozdurdum onları.
Hep kucaklaşmayı hayal ettiği ağabeysinin yanı başına gömdüm. Özlediği; havasını solumak, suyunu içmek için her gün bir başka kavuşma umudu içerisinde hayal kurduğu topraklarına yatırdım cansız bedenini.
Bir çelik kuş taşıdı bizi Ermenistan’a. Yol boyunca kanat çırptı sadece Şaşik’in duyabileceği bir dilde...
***
Editörün notu: Kent-Yaşam yazarı Ayşe Başak Kaban'ın "Garnik ile Şaşik" adlı öyküsü "2010 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri"nde birinciliğe değer bulundu. İstanbul'da düzenlenen törende Ayşe Başak Kaban'a ödülünü Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen verdi.