Islık çalabilen gazeteciler...
Yazar: AyÅŸe BaÅŸak Kaban
“Cinayeti kör bir kayıkçı gördü
Ben gördüm, kulaklarım gördü
Vapur kudurdu, kuduz gibi böğürdü
Hiç biriniz orada yoktunuz.”
Attila Ä°lhan
Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz'ın ardından söylenebilecek çok şey vardır. Kuşkusuz onları tanıyan insanların, ailelerinin,sevenlerinin, onlarla beraber omuz omuza çalışan nice can dostlarının söyleyecekleri benim yazacaklarımdan çok daha farklı, çok daha anlamlı olacaktır.
Hepimiz onlar için birer mucize beklerken, olasılığı çok daha yüksek olan ölüm haberini işittik. İçimiz cızlamakla kalmadı, o cız sesi kulaklarımızı tırmaladı.
Her ikisi de Doğan Haber Ajansı'nın muhabiriydi. Haber ajansının önünde yer alan özel ismin bir önemi yok. Doğan olsun, Cihan olsun, İhlas olsun fark etmez. Van Depremi Cinayeti'nden sonra Cem ve Sebahattin bizim için bir fırsat yarattı. Son görevlerinde yeniden bir haber başlığı attılar. Manşete imzalarını attılar.
Türkiye uzun zamandır medyanın dördüncü güç olmadığı bir ülke. Eskiden en büyük korkumuz tekelleşme iken şimdilerde yandaş medyanın gazetecilik ilkelerini yerle bir ettiği bir ortam doğdu. Sıradan vatandaş olarak –haber okuyan, dinleyen ve izleyen- bunun günahı hepimizin boynuna asılı. Her birimiz gerçekçi bir paranoya ile şunu biliyoruz ki objektif habercilik bu ülkede yapılmıyor. Patronların ihaleleri, alacak - verecek ilişkileri düzleminde yeni ve çirkin bir medya düzeni oluşturuldu. Bugün ne yazık ki bu ülkede gerçek gazeteciliği yapan, yapabilen bir hadi bilemedin iki gazete var (Bana kalırsa sadece bir tane, adını da vereyim: BirGün Gazetesi). Televizyonlara zaten hiç bakmayın...
Aslına bakarsanız bu ortamdan en çok yara alan, en çok rahatsız olan da sahada çalışan gazeteciler. Onlar bir çeşit hamal; habere gider, malzemeyi toplar, belgeler, servis ederler. Haber alanında gördüklerinin hepsini yazsalar dahi ya şahitlik ettiklerinin bir kısmı yer alır haber bültenlerinde veya gazetelerde. Pek çoğunun imzası dahi atılmaz. Oysa herkes bilir ki haberde yer alan imza bir çeşit onurdur, namustur. Ama yukarıdakiler; yani haber merkezlerinin kaymağını yiyenler yani ekranlardan sizlere, bizlere birer kahraman edası ile gülümseyip, güvenilir gazetecilik yaptığını iddia edenler; yani yönetici kademesinde yer alıp isimlerinden büyük ünvanları taşıyanlar için muhabirler, kameramanlar, fotomuhabirleri mühim değildir. Bir anda ve tek hamlede o kadınların ve erkeklerin haklarını, emeklerini yok edebilecek kadar da zalimdirler.
Şimdi döktükleri timsah gözyaşlarına aldanmayın; "Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz'ın adını, yüzlerini deprem cinayeti öncesinde hiç duydular mı?" diye sormak gerekiyor. Veya bundan bir, iki önceki görev yerlerine giderken ne kadar koruma altındaydı o gazeteciler? Mesela harcırah hesabı yaparken 50 kuruşluk açığın hesabını yansıttılar mı maaş çeklerine? Veya yola çıkarken kiraladıkları arabanın, haber başında yedikleri yemeğin daha ucuzunu tercih etmedikleri için azarladılar mı?
Bir gazeteci ne kadar güvenli bu ülkede? Kaç tanesi görev başında yaralandığında kendini emin ellerde bulabiliyor? Kaç tanesi aldığı aylığı arttırabiliyor? Kaçı çalıştığı kurumun gözettiği çıkar hesaplarından uzak haber yapabiliyor?
Neredeyse hiçbiri...
Onlar unutulacak... Yarın, öbür gün bir başkası haber peşinde koşarken ölecek sonra o da unutulacak.
Başkalarının – o başkaları biz oluyoruz; hepimiz - acılarını, uğradıkları haksızlıkları, çaresizlikleri anlatırlar. Başbakanlık korumalarından polislere, eylem yapan işçilerden, kavga eden ailelere kadar herkes için hedef tahtasıdır gazeteciler. Biber gazını da onlar yer, copu da. Taş da atılır, silah da çekilir kafalarına. Üstelik çetin koşullarda çalışırlarken onlara yıpranma hakkı verilmez. Gördük işte... Gazetecilerin yıpranma hakları yok bu ülkede olsa olsa görev başında ölme hakları var.
Şimdi belki de ölen o iki koca yürekli adamın hakkını helal etmesi için hemen harekete geçmek gerekiyor. Şerefsizlik yapmadan, kaypaklık etmeden, adam gibi durarak, sendikal hakları için, sahada çalışırken insan gibi çalışabilmek için hemen adım atmalılar.
Bir başka gün, bir başka cenazeye katılırken daha dik durmak için, kutsal bir iş yaptıklarının bilincinde olarak, çürüyen sisteme inat, eve dönerken ıslık çalabilmek için gazeteciler kendi haklarına sahip çıkmak zorunda. Onlar haklarına sahip olabilsinler ki memleket daha aydınlık olsun.
Eğer başta kendi yöneticilerinize, sonrasında da yasal haklarınızı geri kazanmak için isyan bayrağını açmazsanız Attila İlhan'ın dizeleri sizi de boğacaktır.
Hepinizin başı sağolsun, Allah sizleri sevdiklerinize bağışlasın...