“(...)
GAZETECİ – Ya sonra?
2.AVUKAT – Sonrası sessizlik. Korkunun belirlediği, kocaman bir sessizlik... Bakın, korku toplumu kendiliğinden, birdenbire oluşmaz. Bir toplumun korkuyu, bir yaşama biçimi olarak kabul etmesi için, çok planlı, çok programlı, çok örgütlü çalışmak gerekir. Yasalar düzenlenir bunun için, kılıflar uydurulur, basına çeki düzen verilir. İnsanlar satın alınır, baskı ve tehdit örnekleriyle, toplum korkuya alıştırılır.
1.AVUKAT – İlk vurulan, toplumun vicdanıdır.
2.AVUKAT – Toplumun vicdanını vurdunuz ve çözdünüz mü, toplum artık şoklara alışmış demektir. Sessizliğe bürünür ve yalnızca izler. Aç kurtlar gibi izler. Üstelik izledikleri kendi başına gelmediği için, gizliden gizliye sevinir ve hemen unutur.
GAZETECİ – Korku toplumu... Çok ilginç.
1.AVUKAT – Evet... Vicdanın korkuyla sarılıp sarmalanması gibi bir şey. Bir toplumun korku toplumu olması, dilsiz, ağızsız, gözsüz ve kulaksız bırakılmasıdır. İşte bu sessizliğe, bu körlüğe, bu korkuya tanık olduk, yaşadık.
(...)”
(Külrengi Sabahlar, Toplu Oyunları 1, Mitos Boyut Yay., İst. 2010)
1988’de yazmıştım, 1989’de Salihli Belediyesi Oyun Yazma Yarışmasında, birincisi olmayan ikincilik ödülü ile onurlandırılmıştı. Dönemin yiğit belediye başkanı Zafer Keskiner’i ve böyle bir oyuna ödül vermeye cesaret eden seçici kurul üyelerini saygıyla anıyor ve selamlıyorum.
“Külrengi Sabahlar” adlı oyunum, 12 Eylül faşizmi ortamında ve tartışılması hiç bitmeyecek hukuk sisteminde Erdal Eren’in idam edilmesini, kendine özgü estetik-düşünsel yaklaşımıyla anlatmaya çalışır. Erol Sütçüoğlu denir bir çılgın insanın, şimdi olmayan (İzmir’in sahiplenemediği) Temmuz Kitabevi'nce ilk kez yayınlanmış ve yine ilk kez, İzmir Sanat ve Eğitim Merkezi (İSEM) tarafından sahnelenmiştir. Daha sonra Ankara Ekin Tiyatrosu’nun sahnelediği oyun, 12 Eylül üstüne yazılmış ilk oyun olarak bilinir. O dönemde bütün ülkeyi, yasaklama ve engelleme çabalarına inat, dolaşmıştır. Sanat da elbette 12 Eylül’e bakacaktı. Baktı ve bakmayı sürdürüyor.
Amaç yalnızca şudur: Bir daha yaşanmasın, yaşatanlar hesap versin ve insanlık vicdanı arınsın...
12 Eylülün karanlık dehlizlerinde, aydına, düşünüre, bilim insanına, kitaba, sanata, emeğe, örgütlenmeye, insan hakları ve özgürlüğüne, sertliğin ve acımasızlığın her türlü örneğiyle saldırıldığına tarih tanıktır. Sanatın her şeye rağmen üretmeye ve paylaşmaya çalıştığı o dönemlerde; 12 Eylül’ün şefi, kendini sanatla anlatmayı ve resim yapmayı henüz düşünmüyordu. Aksine, Picasso’yu “Ben de yaparım o resimlerden” deyip aşağılıyor, Kızıl Ordu Korosu’nu “Kafada şapkayla marş mı söylenir?” diye eleştiriyor, senfoni orkestrasındaki çalgıları ve sanatçılarını kendince maaş sıralamasına sokmaya çalışıyor, bu akla ziyan beyanları çarşaf çarşaf yayınlanıyordu. Aradan zaman geçecek, “artist” kartpostallarını tuvale geçirmeye çalışacak, yaptığı “tablolara” milyarlar ödenecek, “Marmarisli ressam” diye ünlenecek, ama günü gelecek Fikret Otyam ustaya yakalanıp, “intihalin” bedelini 1 liralık tazminatla ödemekle yüz yüze kalacaktı.
Kuşkusuz, satır başlarıyla suyunun suyu yaptığımız bu özet, her alanda yaşanan vahametin yanında, “Sen ne anlatıyorsun!” eleştirisini, yerden göğe kadar hak etmektedir. Ama böyle eleştiri yapanların da, “Yaşananları anlatan koskoca bir 12 Eylül külliyatı var, okuyor musun, okuduklarını paylaşıyor musun?” eleştirisini kabul etmesi gerekmektedir.
Dostlar, yaşadığımız gerçekliğin “12 Eylül hayaleti” tahakkümünde oluştuğunu, yaşadığını, bir türlü kurtulamadığımızı, kurtulmak için güzelim niyet beyanlarına rağmen hiçbir şey yapılmadığını görmek için, deha olmaya gerek yok. Biraz vicdan, ahlak ve bellek tazeliği yeter de artar bile. Acaba bunun olamamasının nedeni, oyunumdan yaptığım alıntının içinde sırıtıyor olabilir mi?
Her 12 Eylül’de bir yazı kaleme alırım, yayınlanır. 2011’in “12 Eylül Yazısı”nı Kent Yaşam’a ayırdım. ‘78’liler olarak, 12 Eylül’le hesaplaşmamız kuşkusuz asla bitmeyecektir. Bu günlerde Ankara’da, 12 Eylül’e dair bir sergi var. İzmir’e mutlaka gelmesi, getirilmesi gerek. Bilmek ki nasıl olur, nasıl düzenlenir?
Bu mevzuyu, aklımdan hiç çıkmayan bir anıyla bitireyim.
Oyunumun İzmir’deki galası için, İSEM ve Al Rıza Özbilgiç gerçekten müthiş bir kampanya yürütmüş, İsmet İnönü Kültür Merkezi’ndeki gösterim öncesi, bütün kenti afişlerle, pankartlarla bezemişti. Elbette, kentteki sanat camiası başta olmak üzere, her kesime davetiye yağdırılmıştı. Ama parmakla sayılacaklar dışında, tıklım tıklım tiyatroda “sanatçılar” yoktu. Sanatın perde ya da sahne arkası emekçileriyse, neredeyse tam kadro olarak oradaydı. Sonraki günlerde yakaladıklarıma, “Neden gelmediniz?” diye sormuş, aldığım ortalama yanıt şu olmuştu: “Senin oyun netameli. Gelseydik mimlenebilir, başımız derde girebilirdi. Bizi anla...”
Anlamadım. İçim acıdı ve sürekli olarak yukarıdaki alıntıyı düşündüm. Hala öyledir.
Oyununda dillendirdiği bu tür öngörülerin, yaşamda var olduğunu, hala yaşanıyor olduğunu görmek, inanın hiçbir yazarı mutlu etmez. Hem o günleri, hem bugünlerin ahvalini düşündüğümde, benim kalbimi yalnızca ve hala tek bir duygu kaplıyor: mutsuzluk...
Neden yazmalara doyamıyoruz, neden sayfalara sığamıyoruz? Sait Faik’in yanıtı, hepimize tercüman olsun;
“Yazmasam çıldıracaktım...”
***
9 Eylül kutlamaları nedeniyle, 2008’de yazdığım bir şiir yeniden ve yoğun biçimde gündeme gelmiş durumda. Elbette onur duyuyorum. Ama yalan yanlış aktarılmasından, uyarlanmaya çalışılmasından, olur olmadık kullanılmasından, aynı biçimde rahatsızlık duyuyorum. Özgün haliyle şiirimin tamamını ve kısa öyküsünü, bir önceki “Sevgilim İzmir”den okuyabilirsiniz. Daha geniş bilgi almak isteyenlerin, Cumhuriyet Gazetesi Ege Ekinde 19 Eylül’de yayınlanacak “Patika” köşemi beklemeleri gerekecek. O yazıdan bir alıntıyla yetinmek istiyorum:
“Esin vereni mutlu edecek olan, esinlenenlerin göstereceği saygı ve kadirbilirliktir. Kendimden biliyorum, bu tavır yazarçizer tayfasını, her türlü telif hakkından daha çok sevindirir, onurlandırır. İhmal etmeyiniz.
Şiirimin önceleri adı yoktu, artık var. Beğenmenizi dilerim: "Söz Yetmez…"