Görüşmeyeli...
Yazar: Haluk Işık
Bir gün, ölümün kapıya dayandığını gördüğümde, sanırım son bir yazı yazacağım ve adı aynen şu olacak; “Ben yazdım da ne oldu?” Bencileyin düşünen yazarlardan oluşmuş bir koro düşünüyorum aslında. Hep bir ağızdan başlıyor yazı ve şarkı; “Biz yazdık da ne oldu?” İyi kalplerinden ve onların verimlerinden başka miras bırakmayacaklar korosu. Sokağın ve insanın ve dünyanın, yani cümlesiyle yaşamın hallerine baksanıza... Karamsarlık mıdır bu yazdıklarım. Hayır, belki yorgunluktan, belki Bukowski’nin sözüyle “Günler tepelerden inen vahşi atlar misali” olduğundandır yazarın ruh hali. Görüşmeyeli, işte budur ahval.
Sevgili büyüğüm, barışın ve devrimin, hukukun ve insan onurunun, en önemlisi yaşam hakkını savunmanın örneği Avukat Halit Çelenk’i yitirdik görüşmeyeli. “Üç fidan ve arkadaşları” kuşkusuz onu marşlarla, türkülerle karşılamıştır. Ne güzel bir benzetmeydi, arkasından yazılan şu satır; “Üç fidan ve bir çınar buluştu...” Şimdi, dönüp dönüp Halit Çelenk’in, “Külrengi Sabahlar”a yazdığı önsözü ve incelikli mektubunu okuyorum. Sonra tek tük de olsa, “idam cezasını geri getireceğiz” sözleri geliyor kulağıma. Seçimmiş, birileri propaganda yapıyormuş, idam üstünden cümleler kurmaya çalışarak. Canım sıkılıyor. Artık canım daha sıkılır oldu bu iklim ve coğrafyada. Görüşmeyeli, işte budur ahval.
Şiir ve şair de olmasa, olup bitene teslim olmak işten bile değildir. Kalabalıklara ve dünyanın haline, tek başına direnmektir şiir. Öteki sanatlara ve sanatçılara haksızlık olmasın, yanlış anlaşılmak istemem ve anımsatırım, bu satırları bir oyun yazarı, dramaturg ve yönetmen yazıyor. Ama şiir, “tek başınalık” anlamında özel bir yere sahiptir, evet öyledir. 2011 Yunus Nadir Şiir Ödülünün kentimize geldiğini biliyor musunuz? Dostum ve yoldaşım Ünal Ersözlü’yü bu kentte kaç kişi kutlamış olabilir? Oysa ne güzel bir gerekçe olurdu, Homeros’un kentinde şiirin çiçeklendiğini, onurlandığını bir daha görmenin sevincini yaşamak. Ama haklısınız, tekbirler çekilerek dilim dilim kesilmeye başlanan “İnsanlık Anıtı”ndan yükselen o kahredici toz duman, Muğla’da tiyatro yapmaları engellenen çocukların düş kırıklığı ve bildiğimiz bilmediğimiz, işittiğimiz işitmediğimiz onca yürek paralayıcı ses arasında, sevinç yaşanamıyor gereğince. Tıpkı “41 Yazar 41 Semt, İzmirim” kitap dizisinin Mazhar Zorlu Ödülü'nü aldığını, sadece tören sırasında orada olacakların bilecek olması kadar, hazindir ahval. Görüşmeyeli...
Kitap Fuarı'nı yaşadık görüşmeyeli. Kara lastik, orlon hırka, yoksulluğun en çocuk halleri içindeki öğrencilerini fuara getiren öğretmenleri gördükçe (ah belleğim, bir kısmıyla tanıştım ama adları gelmiyor aklıma. Haydi, hepsine İsmail Hakkı Tonguç diyeyim) umuttan mı, sevinçten mi bilemiyorum, ağladım. Kitap ve çocuk ve öğretmen, insanı ağlatır mı? Bu bahsi burada kesmeli ve size Yaşar Ürük’ün, bu gazetedeki son yazısını okuyun demeliyim. Biraz gülmek iyi gelecektir hepimize. Yaşar’ın eline sağlık.
İnsanlar sabahın köründe tutuklandı. Hukuka ve adalete inanmak ve güvenmek ve süreci dikkatle izlemek gerek. Bu işin bir yanı. Öteki yanda ise “Benim sayemde, ben başardım!” çığlıkları atanlar var ki, bu konuda Cumhuriyet Ege’de, Aydınlık’ta bir şeyler karaladım. Yineleyip, en azından okumuş olanları bunaltmayayım. Elbette olup bitenlere dair çok sözümüz olacaktır. Şimdilik, son gelişmelerin, bu kentteki herkes için turnusol işlevini de üstlendiğini belirtmekle yetineyim. Bir de anımsatma yapalım. “İşimi yaptım, benden bu kadar, gidiyorum” diyenler varmış. Quo Vadis? Hele şu yalan yanlış karalamaların, şikayet dilekçelerinin, ifade vermekle ve onuru kanıtlamayla yüz yüze bırakmaların hesabını görelim, sonra istediğiniz yere gidebilirsiniz. Belki çok fazla gücümüz yoktur. Bizim elimizde yalnızca hukuk ve adalet var, ona sığınıyoruz. Görüşmeyeli, işte bizi işgal ve meşgul edenlerin yarattığı ahval...
Güzel bitirelim, onca aradan sonra yeniden merhabalaşma yazısını. İzmir’e yeni, özel ve profesyonel bir tiyatro topluluğu kazandırmaya karar verdik ve kurduk. “YERYÜZÜ Sahnesi, İzmir” adını verdiğimiz topluluk “ Kurşun Askerin Utancı” adlı çocuk oyunuyla başladığı yürüyüşünü, “Ölü Kadınların Şarkısı” adlı yetişkin oyunuyla sürdürüyor. Öyle ya, “önce çocuklar ve kadınlar...” Bosna iç savaşında, gördükleri şiddet, tecavüz ve ölümlerle mahvedilen kadınların anlatıldığı oyun, sanırım “özel tiyatro”, “özel tiyatro izleyicisi” anlamındaki ezberleri zorlayacaktır. Hele hele “İzleyici şıkıdımlı oyunlarla eğlenmek ve gülmek istiyor” gerekçesini iptal edeceğinden de kuşkum yok. Bakalım, göreceğiz.
İşte onca hüzün ve keder içinde, bizi ayakta tutan şey inadımız ve geleceğe inancımızdır.
Görüşmeyeli, yazarın ahvaline dair ipuçları okudunuz.
Şimdi yazıyı bitirirken, sanki koro yeniden başlıyor şarkısına; “Biz yazdık da ne oldu?” Bir yankısı olacaktır mutlaka bu sorunun. Ama sesimiz mi yeterince yüksek değil, yoksa çarpacağı yalçın kayalar ve insanlar mı çok uzak? İşte bir soru ve işte yanıtı aranacak bir dünya ve akıp giden bir yaşam...