Toronto'da hayat... 2011-02-06 00:00:00
Yazar: Kutay Gürocak
Hava limanı kapısında hissettiklerim
Sonunda Kanada'ya vardım. Uzun zamandır aklımda olan planı hayata geçirmiş, zorlu bir yolculuktan sonra yolları kar ve buzla kaplı bir kente gelmiştim. İlk hissettiklerim aslında net ifade edilebilir şeyler değildi. Çünkü, yolculuğum boyunca nelerle karşılaşacağıma dair o kadar çok kafa patlatmıştım ki, beynim yorulmuş içim sıkıımıştı. Üzerine girişteki o bir ton bürokratik hengame de eklenince, "Amerikalı" filminde Şener Şen" in uçaktan indiğinde hissettiği duyguların benzerini yaşadım. Öksürük hariç tabii. Hoş o, kendi memleketinin havasını soluyordu ya neyse.
Böyle sahneler vardır ya; evinizde, işinizde, sokakta, denizde; bir cafe'nin içinde ya da kokoreççinin önünde. Bir karar almışsınız, bunu uygulayacaksınızdır. Kendinizden emin şekilde hareket edersiniz fakat içinizde mutlaka bir tedirginlik vardır. Aslında o sahne, heyecanlanıp gözleriniz parladığı o ilk an, aldığınız kararın toplam süreç içinde milyonda biridir. Tıpkı bende olduğu gibi. Kanada'ya gitme kararını kesinleştirdiğim an ki hissettiklerim ve yaşadığım o kısa süreli çoşku; o gün yerini havalimanı kapısında bir taksi bulmaya sonra da eve gidip, yatıp zıbarmaya bırakmıştı. Daha fiyakalı laftar bekliyor olabilirsiniz ya da daha farklı bir şey yazmamı, ama olan bu. Demek istediğim; Tabii ki heyecanlıydım, mutluydum ama ilk hissettiğim çok basitti: "yıkanmak ve uyumak"
Büyük yapılar, gülen insanlar, geniş yollar, soğuk havalar ve devasa pizzalar, bunların hepsi aslında sıfat tam1amaları ve sizin duygularınızın ifadesi değiL. Yazının ilerleyen kısmında bunlarla ilgili detaylandırmayı yapacağım ama şimdi biraz daha edebiyat yapmak istiyorum müsadenizle.
Havalimanı'nın kapısında geçirdiğiniz o birkaç saniye içinde şunu rahatlıkla görüyorsunuz; yemek yemek, uyumak, dinlenmek ve su içmek gibi insanın fizyolojik ihtiyaçları birincil önceliğiniz.
Yani "Ben sosyal varlığım, kendimi ifade edebilmeliyim" diyerek kaşınıza taktırdığınız küpeniz, mora boyattığınız saçınız ya da bir ton para vererek satın aldığınız uyduruk çantanız; tüm bunlar uzun yolculuklarda "Başlarım arkadaş, bu ne rezilIik! Bütün insanlar neden bu kadar aptal, ya da ben sevdiklerime karşı çok fedakarım" gibisinden saçma sapan ifadelere dönüşebiliyor. Kesin değil ama bence genel bir doğruluk. Ben sadece "bu ne rezilIik" kısmına taktıdım. Onu da itiraf edeyim.
Dolayısıyla iki sümüklü oğlan beğenecek diye giyilen daracık pantolonun kariyer hedefıne ne kadar katkısı olacağını bilmiyorum ama saatlerce süren umut yolculuğunun sonunda, Kanada havalimanı kapısında o pantolonun kıymetli poponuzu acıtacağını az çok tahmin edebiliyorum.
Bu yüzden uzun yolculuklara çıkarken şunu aklınızdan çıkarmayın; küçük ya da büyük olsun uçak koridorları henüz podyum olarak kullanılmıyor. Ve ister inanın ister inanmayın, o kapının önüne geldiğiniz zaman hayalini kurduğunuz yatağınız, üzerinize giydiğiniz elbiseniz ya da özlediğiniz aileniz, hiç kimsenin umurunda değil.
Kimsenin kimseyi umursamadığı yere, Kanada'ya hoş geldiniz.
Üç kağıtçı taksici ve Türk'ten öğrenmesi gerekenler
Bu taksici milletinden dünyanın her yerinde üç kağıtçılar çıkıyor galiba. Haydi, kaldığımız yerden devam edelim. Havalimanı kapısını açmamla birlikte yüzüme bir soğuk vuruyor ki, evlere şenlik. Ben ki soğuk ve puslu havayı seven, sıcak ve nemden nefret eden birisiyim. Yemin ediyorum, beynimdeki birkaç hücrenin o soğuk ile kristalize olduğunu hissettim. O derece soğuk yani.
Bunu nasıl anladın derseniz, meğersem adamın biri "Taksi" diye bağırıyormuş kulağırnın dibinde. Ben duymamışım. dışarıda hava soğuk ama üstüm başım sıkı. Elimde Beymen'den aldığım deri eldiven, üzerimde "Blacker's" marka paltom ve ceketim, ayağımda "YKM'den aldığım botum ve LCW'den aldığım kot pantolonum var. Atletim ve donum "Çift Kaplan". Aynaya bakınca fark edememişim, Kanada'ya inince anladım ne kadar görgüsüz olduğumu. Lakin adamların hepsi benim gibi.
Neyse, karşımda aksanından Latin kökenli olduğunu anladığım bir adam "Taksi lazım mı?" diye soruyor. Bende "Tamam" diyorum ama adamı pek de gözüm tutmuyor. Şöyle boyuna posuna bakıyorum. "Ha", diyorum bir şey olursa ben bunun üstesinden gelirim. Hoş, orası Kanada, "Polis" dedin mi milletin eli ayağı yerden kesiliyor. Neyse, sınımda çanta, elimde valiz başlıyoruz yürümeye. Adam bir yandan da gelme amacımı soruyor. "Eğitim" diyorum ama uzatasım yok. Hoş uzatsam da ne kadar uzatırım onu da bilemiyorum.
Anaokulu İngilizcem ile "Nereye gideceksin? Nereden geliyorsun" diye başladık muhabbet etmeye. Adam benim Türkiye'den geldiğimi duyunca "İstanbul" dedi. "Evet" dedim. Adam da bana, "Arkadaşım orada, çok güzel yermiş"...
Tam "Hayır, ben İzmir'den geliyorum" diyeceğim ama bir anda adam eliyle 20 metre ilerisindeki yolu göstererek orada beklernemi söyledi. Yani Kanada'ya giden bir Konyalı olarak, Latin bir adama İstanbul'da değil de İzmir'de yaşadığınızı nasıl anlatırsınız? Böyle bir cümleyi 6 ay sonrada İngilizce kurabileceğimi de zannetmiyorum. Neyse, devam edelim.
Ben hızlı adımlarla adamın söylediği yere doğru ilerledim. Yolun kenarına gelince başladım beklemeye. Beş, on, onbeş derken "Başlarım arkadaş yapacağım işe" diyerek, döndüm ve geldiğim kapıya doğru yürümeye başladım.
Kapıya yaklaşırken bir de ne göreyim, bu ileri zekalının yanında Afrikalı, şoförün elinde benim verdiğim kağıt parçası, dolanıp duruyorlar. Onları görür görmez el kol hareketi yapmaya başladım, "Niye gelmedin artiz?" gibilerinden. Latin ya, hemen anlıyor kızdığımı, başladı sırım sırım sırıtmaya. Sonra, "Oh, my friend" diyerek beni aradığını söyledi. Yüzünün her santimetre karesinden yalan söylediğini anladığım elamana, "gidelim" dedim. Diyeceksiniz ki, başka taksiyle gideydim. Taksi bulmak da kolay değiL. Türkiye'deki gibi el kaldırınca gelmiyor. Yeniden karşılaştık ve "Tamam" diyerek üçümüz birlikte geldiğim yoldan geri döndük.
Eleman arabasını çekmiş kenara, büyükçe tabi. Bizim memleketteki arabalar gibi değiL. İçine iki fil sülalesini sokarsınız. O derece yani. Neyse açtı ileri zekalı, ön kapıyı bana. Yazık öbür elemandan hiç ses seda çıktığı yok. Bindik arabaya başladık hareket etmeye. Yavaş yavaş trafiğe uyarak havalimanından çıktık. Buradaki yollar geniş tabi, yayla gibi. Canın sıkıldığında al çoluğu çocuğu, gel yolun ortasına park et. Sonra bir güzel kahvaltı yap. Lakin orta şeridin sağında ika tane solunda iki tane şerit daha var. Trafik son derece nizarnı şekilde akıyor. Yol boyunca her tarafkarla kaplı ama yollar açık ve hızlı ilerliyor. Bizdeki gibi değil. Ama araçlar gerçekten çok büyük. Herkes büyük arabaya biniyor. Sonradan anlıyorum ki, burada arabası olmayanlar evsizler, işsizler ve benim gibi öğrenciler. Abartmıyorum, buradaki çocuğun bir bebek arabası var bir de kendi ittirerek sürdüğü oyuncak arabası.
Benzin ucuz tabii, litresi 1,8 TL gibi bir şey. Okyanusu saymazsanız, buraya gelip arabayı fullemek daha ekonomik. Bu arada taksici bir yandan arabayı kullanıyor, bir yandan da kendisini arayan elemanla konuşuyor. O da Latin olduğu için arabanın içinde kısa süreli bir Latin havası esiyor. Arkadaki elemandan hala çıt yok. Sanıyorum bu ileri zekalı, bu arkadaşı, maliyeti düşürmek için aldı. O yüzden beklediğimi tahmin ediyorum. Yani birisini daha buldu ki, maliyeti kurtarsın. Türkiye'de de benzer şeyleri yapıyor ya taksiciler işte o hesap.
Karlar nereye gidiyor acaba
Yolların hepsi açık ama onca karı ne yapıyorlar anlamıyorum. Kar kürüyücüler, havalimanında da hiç durmadan vızır vızır işliyor. Bir de yol kenarındaki belli merkezlere bunları toplamışlar. Tekerlek boyu 2 metre olan 35-40 tane kürüyücü gördünüz mü bilmiyorum ama ben gördüm. Dehşet bir manzaraydı. Yaklaşık 20 dakika boyuncu otoyolda ilerledik. Sonra şehre girdik. Yollar kısmen daha küçük ve dallara ayrılmaya başlıyor. Kuzeyi güneye vesaire...
Bizim taksi bu kavşaklardan birine girerek daha mütevazi bir yolda ilerlemeye başladı. Tabii ki şehrin merkezine yaklaştığınız için evleri ve binaları daha sık görmeye başlıyorsunuz. Evler ağırlıklı olarak müstakil. Kentin benim kaldığım tarafında en azından böyle. Apartmanlar da var fakat, insanlar daha çok müstakil evlerde yaşıyor. Gerçekten zengin olduklarını daha önce söylediğim gibi evlerinin önündeki arabalardan anlıyorsunuz. Navigator'dan Ford Mustang'na; Cadillac'ından BMW'sine kadar, bir ton araba.
Neyse bizim üçkağıtçı, elindeki haritadan bakarak kalacağım yere yaklaştığımızı söyledi. Kısa süre sonra da iki şeritli bir yoldan son bir kez köşeyi dönerek durduk. Taksici, "Burası" dedi ama iyice emin olmak istedim. Baktım ki sokak ismi ve numarası tutuyor. "Ok" dedim. Neyse indim arabadan aldım valizi. "Ne kadar" dedim. Bana, "150 dolar" dedi. Bunun üzerine ben yolun ortasında şu tarihi sözler sarf ettim: "No, no my friend. So expensive. Only 90 dolars" Adam parmağımı havaya kaldırdığımı görünce çok etkilendi sanırım. "Ok, man, That's allright" dedi. Yani "Tamam abi, ayıpsın" gibilerinden. Neyse verdim 100 doları, üçkağıtçı zorla da olsa paranın üstünü verdi. Medeniyiz ya, elini uzattı adam el sıkışıp ayrıldık, tabii ki sarılmadık. Bizim memleketteki gibi "Haydi bakalım, hayırlısı olsun. İnşallah okur büyük adam olursun" modu yok. Sonra kapısında kardan adam olan eve doğru yöneldim.
HoÅŸ geldim...
Kapının önünde Sibirya kurt köpeği olduğunu tahmin ettiğim bir köpek karşıladı beni. İlk onunla tanıştım evahalisinden. Hemen yaklaştı koklamak için ama saldırgan değil son derece sessiz ve sevimliydi.
Koklamak için burnunun eldivenime sürdüğü sırada elimi çekmek için çok geçti, çünkü ev sahibi bir anda kapı açarak "Hoş geldin Kutay" dedi. Bende sever gibi yaparak girdim içeri. Kedi köpek düşmanı kesinlikle değilim ama salya ve tüy olayı beni biraz itiyor. Neyse karşımda 40'larında bir bayan. Orta boylu. Hemen anlıyorsunuz zaten Akdeniz ya da Latin kökenli olduğunu. İçerde tekrar el sıkıştık. Ev iki katlı müstakil bir yer. Üst katında yatak odası ve banyo, giriş katında ise salon ve mutfak var. Sanıyorum bir de alt katı var evin. Orada evin oğlu kalıyor ya, oraya hiç görmedim.
Neyse Carla isimli ev sahibim son derece kibar ve anlayışlı. Her söylediğimi büyük bir sabır ve dikkatle dinliyor. Daha doğrusu ben bir şey söylemiyorum, o söylüyor ben kafamı sallıyorum. Bu kısa süreli sohbet 15 dakika kadar sürüyor, lakin evin küçük kızı ufak bir kaza geçirmiş. Çocukluk işte arkadaşları ile oynarken minik kız kafasını bir yere çarpış, kızı hastaneye götürmüşler.
Carla, onu almak için hastaneye gitmesi gerektiğini söyledi. Bir yandan da evi hızlıdan göstermeye başladı. Tabii hazırlıklı olduğum için terliklerimi çıkartıp ilk etapta giyiverdim. Yani kendi evlerinde ayakkabıyla dolaştıkları efsanesi bu ev için boş çıktı. Tabi, içeri girseler de çok değişin bir şey yok çünkü ortada halı namına bir şey bulunmuyor. Neyse Carla, bana evde kısa bir turistik gezi yaptırdıktan sonra tekrar özür dileyerek evden ayrıldı.
Toronto'ya varmamın üzerinden daha bir saat bile geçmeden evde yalnız kalmak gibi acayip bir iş başıma gelmişti. İçimden bir kurt da ısırmıyor değil, "Ya komşular polisi ararsa evde hırsız var" diye. Korktuğum olmadı tabi. Ama benzer olayların olduğunu duydum.
Tabii ilk yaptığım iş, odama yerleşmek oldu. Eşyalarımı yerinden çıkartıp dolaplara yerleştirdim. Fazla değill, 5 dakika sonra odama derlemiş ve üzerimi değiştirmiş bir vaziyette giriş katına indim.
Burada deriden L şeklinde yapılmış koltuğa oturdum. Elime ortada duran masadan bir tane dergi alıp karıştırmaya başladım. Sayfaları karıştırıyorum ama bir yandan da canım sıkılmış, çünkü kimse yok, Uyurnam zor çünkü nihayetinde evin diğer bireyleri ile tanışmam gerekiyor. Memleket mantığı işte.
Aradan 10 dakika geçmedi ki evin telefonu başladı çalmaya. Önce açmadım. Sonra tekrar çalmaya başladı, yine açmadım. Tekrar, tekrar. Bir yandan da "Ya rabbim, arayanın içine mi doğdu benim burada yalnız olduğum" diyorum. Sonunda baktım olmayacak beşinci seferde açtım telefonu ve "Buyrun Carla'nın evi" dedim. Meğersem arayan kadının kocasıymış, hoş geldin kusura bakma gelemedik sen keyfıne bak demek istemiş. Hayda ....
Neyse aradan 1 saat geçti, bilgisayarı açıp gelmelerini bekliyorum. Bir yandan da internette gazete okuyorum. Bu arada bir dip not, Güney Kore'den geri zekalı bir kızla tanıştım. Hobimi sordu fotoğraf ve çizgi roman dedim. Çizgi roman ne ki, benim hobim internette sörf yapmak dedi. Hobiye bakar mısınız?
Neyse benim kaldığım oda ikinci katta ama girişteki ana kapıyı görüyor. İnternette dolaşırken, o sırada iki kişi kapıyı açarak içeri girdi. Birisi 15 yaşlarında bir çocuk, diğeri ise uzun boylu bir adam. "Yüzlerini görmedim, boylarından tahmin ettim çünkü kabanları vardı üzerlerinde ikisinin de. "Hoş geldin" dedi büyük olan, ben de bu arada yerimden kalkıp aşağıya indim. İndiğimde karşımda 40'larında bir siyah bir arkadaş gülerek bana bakıyor. Şimdi oğlan beyaz ama adam siyah. İlkin nasıloluyor gibilerinden kafam allak bullak oldu. Benim için hiç önemli değil insanın ten rengi ama insana da garip geliyor. Ama eleman iyi ve kültürlü birisi. Onu da belirteyim. Neyse, oturup biraz sohbet ediyoruz, o sırada kız ile annesi geliyor. Böylece ailenin bütün üyelerini ilk kez bir arada görüyorum.
Aile bireyleri sevimli ve sıcak insanlar. Kökenleri Güney Afrika ve Portekiz" e dayanıyormuş. Bu kısımlarını fazla detaylandırmayıIn, isteyen olursa daha sonra anlatırım. Zaten akşamı da etmişiz, yemeğimizi yiyoruz. İlk günümüz biraz sohbet biraz muhabbet ile geçiyor. Burada "kimlerdensin, memleketin neresi, askerliğini yaptın mı" geyikleri dönmüyor. Onun yerine daha genel konularda bahsediyorsunuz. Akşam oluyor, hızlıdan bir duş alıp kendimi yatağa atıyorum.
Maça gidiyoruz
Ertesi gün pazar ve tatiL. Onun için erken kalkmak için çok uğraşmıyorum ama yine de Kanada saati ile 5 gibi ayaklanıyorum. Hava hem alacakaranlık hem de soğuk. Akşamdan hazırlamışlar kahvaltılık malzemeyi, sabah uyandığımda bir şey aramayım diye.
Hemen bir kahve ve bizim ay çöreği tadında yuvarlak ekmeklerine biraz krem peynir biraz da margarin sürüp yiyorum. Tadı hoşuma gidiyor, bir tane daha yapıyorum. Burada ilk fark ettiğim şey, kullanılan ürünlerin kalitesi oluyor. Belki Türkiye'de benzer ürünleri yiyoruz ama işin aslı öyle değiL. Ürünlerin hepsi gerçekten lezzetli ve kaliteli. Ambalajından rengine ve kokusuna kadar anlıyorsunuz bunu. En önemlisi doyduğunuzu hissediyorsunuz. Mesela kahveleri. Normal şartlarda bir fincan kahve tükettiğim için üst üste mide ilacı alan bendeniz dahi tek bir ilaç almıyorum. Şu ana kadar sadece bir tane mide ilacı kullandığıma inanamıyorum. Neyse o gün evin oğlunun futbol maçına gidiyoruz ailece. Ben her zamanki gibi fotoğraf makinem yanımda çocuğun fotoğrafını çekiyorum. İnsanların hafta sonları çocukları ile ilgili bu tür organizasyonlara büyük önem verdiğini hemen anlıyorsunuz.
Bu arada kısa bir not daha ileteyim. Gelişmiş ülkelerde birey hakları çok sıkı şekilde koruma altına alınmış. Hemen hissediyorsunuz. Bu yüzden önünüze gelenin fotoğrafını çekip sanat yapacağınızı zannetmeyin. Fotoğraf konusunda kendimi deneyimli görmeme karşın ben bile başkalarının dikkatini çekmemeye özel dikkat ediyorum. Ciddi tedirgin oluyorum çünkü. Sonuçta, odaklandığınız kişi bir anda ne oluyor derse ayva tatlısını şerbetiyle yiyebilirsiniz. Çünkü hemen polisi arayabiliyorlar. Bu ülke gördüğün en önemli olay bu. Bu konularda ne kadar hassas olduklarını ev sahibim örnek ile anlattı. O yüzden dikkatli davranıyorum.
Her neyse, sonunda çocuğun maçı bitiyor, doluşuyoruz arabalara. Arabalar diyorum çünkü 5 kişi 2 arabaya biniyoruz. Burada öyle. 10 kişi bir arabaya tıkışmak yok. Neyse dönüş yolunda
'Mamma's Pizza" diye bir yerin önünden geçiyoruz. İsmi tuhafıma gidiyor. Türkçe çevirisi "Annenin Pizzası" olan bu yer 1957 yılından beri faaliyet gösteriyormuş. Ertesi gün gitmeyi planlıyorum, fakat fiyatları görünce ben memlekette yerim annemin pizzasını diyor ve vazgeçiyorum. Neyse, daha sonra birlikte eve tekrar döndük.
Büyük porsiyonlar
Akşam yemeği saat 6-7 arası yeniyor. O anlamda bize benziyor. Ama tabaklara konulan yemeklerin porsiyonlarını aklınız almaz. Şöyle ki, o akşam ev sahibim önümü ayıptır söylemesi et ve pirinç pilavı koydu. Peki insan evladı olarak siz ne kadar et yiyebilirsiniz? Ya da şöyle söyleyeyim; Hepimizin evinde olan 2-3 litrelik bir düdüklü tencere düşünün. Ve o tencerenin içinde ağzına kadar silme dolu pilavolduğunu hayal edin.
Hayatınızda iki kilo pirinç pilavını evinizin masasında göreniniz var mı bilemiyorum ama ben ne annemin ne de eşimin evinde görmedim. Abartısız söylüyorum iki kilo pilav.
Ete gelince, o apayrı. Kaliteli olduğu her halinde belli. O akşam yaklaşık yarım kilo eti, tekrar edeyim 3 parçaya bölünmüş yarım kilo eti tabağıma koydu. Ben şoklardayım tabi, bu göbekle bile yiyemem ben onu. Bu arada dana etinin kilosu burada yaklaşık 20 TL. Evet, aynen içinizden aklınızdan geçirdiğiniz gibi.
O akşam, yani Kanada'ya gelişimden bir gün sonra yemeğimi şarap eşliğinde içip odama öyle çekildim. Şarapları da çok ama çok farklı ve lezzetliydi. Bu da dipnot olsun diye yazdım. Şarap içtiğimi söylemek için değiL. Benim odama çekildiğim saat ile Türkiye arasında 7 saat farkı var. Siz akşam 9'da çayınızı yudumlarken aynı gün ben burada öğlen 2 gibi yemek yiyorum. Ertesi gün kursun ilk günü o yüzden erkenden yatıyorum.
Okulun ilk günü
Sabah kalkıp ilk işim krem peynir, yağ ve kahve ile güzel bir kahvaltı yapmak oluyor. Okulun ilk günü olduğu için Carla, beni arabasıyla okula götüreceğini söylüyor. Kabul ediyorum. Hoş başka şansım da yok zaten, çünkü okulun yerini haritada biliyorum. Neyse çıkıyoruz yola. Kaldığım yer ile okulun arısı araba ile yaklaşık 15 dakika sürüyor. Otobüsle 35 dakikada gelebiliyorsunuz. Arabadan indiğim yer aynı zamanda büyük gökdelenlerin olduğu şehrin merkezi yerlerinden birisi. Aynı Karşıyaka, Bornova merkez gibi. Okuldan içeri giriyorum. Yazılı talimatlara bakıyorum. Adamlar hazırlamışlar, ilk gün gelenler ne yapacak diye. Neyse çıkıyorum yukarı, bir kalabalık. Anlıyorum sıraya gireceğiz. Başlıyorum beklemeye. O arada da sağımı solumu kesiyorum. Gördüğüm manzara beni çok şaşırtıyor. Çünkü burada o kadar çok güney Koreli ve Brezilya'lı öğrenci var ki, aralarında resmen kayboluyorsunuz.
Mesela benim sınıfımda şu anda 10 kişi var ve bunun 6'sı Koreli, 3'ü Brezilyalı biri de Türk. Siz onu tanıyorsunuz o Türkü zaten. Sonuçta Asyalılar, Avrupa'dan sonra buraya da el atmış. Yemek yediğiniz ya da metro için dışarı çıktığınız her yerde çekik gözlü adamlar görüyorsunuz. İki sene burada dursam, benim bile gözüm çekilir yani. O kadar çoklar. Afrika karıncası gibi her yere doluşmuşlar.
Tabii yemeklerde ona göre. Çin., Japon ve Kore mutfağının her türlü örneğini 300 metre çapındaki bir alanda mutlaka görüyorsunuz. Ben iki farklı ürünü denedim. Birisi bildiğiniz portakallı ördek, diğeri de Çin mutfağından "Yakisoba Noodles" dedikleri soya sosu ile tatlandırılmış tavuk etli sebzeli makama. Öyle diyeyim artık, başka ne var diye sormadım. Portakallı ördeği'de yanlış anlamayın. Hayvanın hiçbir yerine portakal falan şokuşturmamışlar, hani filmlerde gördüğünüz gibi değiL. Tamamen ticari mantık, tavuk etinin içinde taze portakal parçaları düşünün. Öyle yani.
Neyse kayıt olduktan ve seviye tespit sınavına girdikten sonra okuldan çıkıyorum. Yolda yürüyüp okul muhitini kafama yazmaya çalışıyorum. Yarın bir gün kaybolursam, kabaca çıkacağım yeri hatırlamak için. Dolaşırken hava soğuk ya, bir kahve içeyim diyorum.
Bizim çocuklar
Kahve almak için sonradan Toronto'da birçok mağazası oluğunu öğrendiğim "Tim Hortons" a giriyorum. Bu arada bir parantez, burada kahve tüketimi korkunç boyutta. Kahve ihracatı yapacağım derseniz zengin olursunuz. Yani şöyle ifade edeyim: Benim kaldığım evde benim içtiğim de dahilolmak üzere günde abartısız 20-25 fincan kahve içiliyordur. Yanlış duymadınız. Çünkü ben bile 3 fincanı rahatlıkla deviriyorum. Fincanlar da bizimkisi gibi değil, daha büyük.
Neyse kadından ufak boy sütsüz bir kahve istiyorum. Kahvemi hazırlayıp, veriyor. Teşekkür edip elimdeki şeker paketleri ve kahve ile masaya yöneliyorum. Kahve fıncanı, fiyakalı kağıttan tabii. Çünkü herkes yolda kahve içiyor. Oturuyorum, masaya. Kendi kendimi günün değerlendirmesini yapıyorum. Tam bu sırada arkamdan bir ses, "Yesene len sıpa" diyiveriyor. Vallahi, billahi abartmıyorum. Aynen bu kelimeler. Ben şok geçirmiş vaziyette, dönüp yan masadaki aileye bakıyorum. Adam anında anlıyor tabi, benim Türk olduğumu. Ama bozuntuya vermiyor aklınca. Sırıtıyorum ama "Yuh" diyorum kendime nasıl bir ayaksa benimkisi gidip memleketin adamını buluyorum.
'Allah bağışlasın" diye iki çift kelime dökülüyor ağzımdan. "Sağolasın" diyor adam ama adamın şivesi acayip. Karslı mı? Aydınlı mı? Antalyalı mı? belli değil. Öyle bir Türkçe adamınki.
İçimden "burada da mı buldunuz beni" diyorum. Kafamı önüme çevirip.kahveyi hızlıca karıştırıyorum. Tabii dışarıda hava eksi 25 derece falan. Neyse hemen karşımdaki masaya takılıyor gözüm. Orada da bir kız ve bir adam .. Bir anda şöyle bir ses duyuyorum. "Kızım şu şekerden getirsene bir tane." ??? Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. Düşünün artık. Adam beni fark etmeden kızıyla konuşmasını sürdürüyor. Ben kendime yolda içeyim şu kahveyi diyorum. Kalkıyorum ayağa, bir elimde eldiven diğerinde kahve bardağı, o sırada kızın babası, başka bir masadaki adama "Hasan abi, kahve içtin mi? Söyleyim mi" diyor. Gerisini dinlemeden çıkıyorum. Yahu, bu kadar adamın ne işi var Kanada'da diyorum. Mutlu oldum desem yalan olur. Ama sonradan şöyle bir yorum yapıyorum, benim kaldığım muhit daha çok orta ve alt gelir grubundaki insanların bulunduğu bir yer. Yani biraz zencisi biraz Asyalısı varsa biraz da bizim memleketlimiz bulunuyor. Öyle olunca herkes kendine bir mekan ediniyor. Bizim çocukların mekanı da "Tim Hortons" oluyor.
Kolombiyalı'ya kahve tarif ediyorum
Şimdi konumuz kahve olunca, insanın aklına bin türlü şey geliyor. Yok Türk kahvesiydi, yok granül kahveydi; yok ucuzdu, yok pahalıydı. Neyse, okulun ikinci günü tanıştığım Kolombiyalı bir arkadaş ile tabiri caizse İngilizce'nin içine ederek konuşuyoruz. Diyorum ki arkadaşa, "Senin ülkenin en meşhur içeceği nedir?" Soru basit. Adam gayet mantıklı bir şekilde "Kahve" diyor ve başlıyor anlatmaya, "Yok şöyle iyidir, yok böyle iyidir. Biz kahveyi şöyle pişiririz böyle içeriz" falan. Kafamla onaylar şekilde "Ooo .. diyorum çok güzel'. Buraya kadar her şey normaL. O anda gökyüzünden gelen ilham perisi, omuzu mu pisliyor nedir, aklıma dünyanın en pahalı kahvesi geliyor.
'Kopi Luwak" adı verilen maymun benzeri bir hayvanın dışkısından üretilen bu kahveyle ilgili soru sorayım diyorum. İçimdeki zevzekte bana "Sor" diyor. Zaten bir allahın günü de "Dur" demez. Neyse, başlıyorum anlatmaya. Maymun, diyorum adama "o yeahh" diyor. Kahve diyorum, "o yeahh" diyor. Elimle birlikte işaretler yapıyorum. Böyle el kol hareketi ve çarpık İngilizce ile söylenince anlar zannediyorum. Adam, "Pardon anlamadım" diyor. Ya şimdi geri kalanı anlatsam nasıl yapacağım. Adamın yüzüne diyemiyorum ki "Kaka" diye. Eleman sonra diyecek "Biz kaka yemiyoruz" diye.
Hayır, konuya başlamış bulunduk, adam cin gibi gözünü açmış sorumu bekliyor. Yemin ediyorum hayatımda hiç böyle bir duruma düşmemiştim. Olayı kıvırmak için önce ciddileştim ve dedim ki, "Biz Türkler kahveyi çok severiz. Çok eskiden kahve çekirdekleri Anadolu'ya
gelirken maymunlar çekirdekleri çalıp yerlermiş" diyorum. Arkadaşın inanıp inanmadığını bilmiyorum. Çünkü o an için adamın gözünü bakamıyorum, çünkü kesin güleceğim. Başka yerlere bakıyorum. Adam da diyor ki, "Really?" (Sahi mi?) gibilerinden?" Gerçek değil ama ne diyeyim. "Yes" diyorum. "Evet". Yani o anda nasıl olduysa Hızır mı yetişti nedir? Öyle atmak zorunda kaldım ki, şu satırları yazarken bile gözümden yaş geldi. Ama inanın o anda durumu toparlayacağım diye akla karayı seçtim yemin ediyorum. Hayır kendimden de utandım. Sonra hemen konuyu değiştirdim tabi. Siz siz olun, yarım yamalak İngilizce'niz ile Kopi Luwak kahvesini anlatmaya kesinlikle kalkmayın.
Arkadaşlarıma...
Kanada'ya gelirken şakayla karışık en çok muhabbet i geçen konu, kadın ve erkek ilişkileri oldu. Bu konuda uzman değilim ama gazeteci edasıyla yaptığım araştırmalar sonucu aşağıdaki yarı doğru yarı yalan bilgilere ulaştım. Kafanızın bir kenarına not edin:
Bekar Erkekler: Toronto'daki genç bayanlar sanıyorum Latin erkeklerinden ve çekik gözlülerden daha fazla hoşlanıyorlar. Bu anlamda genç ve iddialıysanız, kara kaşınıza kara gözünüze güvenip kendinize bir kız arkadaş edinebilirsiniz, Bu anlamda çok zor olmadığını düşünüyorum. Ama İngilizce'yi iyi kullanmanız ve her an değişin kadın ikliminden anlamanız gerekiyor. Çünkü dünyanın her yerinde kadın kadındır.
Bekar Bayanlar: Burada gözü renkli, boylu poslu, yakışıklı erkek bulma olasılığınız oldukça yüksek. Hatta diyebilirim ki, kum gibiler. Birini al, diğerin bırak. Ama bana azıcık salak gibi geldiler. Tabii bilemiyorum, hiç kullanmadım. Hele 30 yaşın altında olanlarına fazla güvenmeyin derim. Her yerleri arızalı çıkabilir. Parasız olanlarından uzak durmakta fayda var.
Evli Olanlar: Kendinize güveniyorsanız, mesele yok. Eşinizden umudunuzu kestiyseniz ya da rahat poponuza battıysa burada istediğinizi yapabilirsiniz. Hoş, o kadar yolu aşk macerasına çıkan adamın aklından şüphe ederim ama bir şey de söyleyemiyorum. Benim tavsiyem, yine de o işlere karışmayın. Tokatlanırsanız çok ağlarsınız.
Parasız Olanlar: Buraya gelip sefilolmayın. Adam gibi oturun kız/erkek arkadaşınızIa memleketinizde çayınızı çorbanızı içip keyfınize bakın. Bir an önce evlenip çoluk çocuğa karışın.
Sevgili dostlarım,
Bu yazıyı pazar günü çıkacak şekilde hazırladım. Eğer bu yazıyı pazar günü okuduysanız çalışkan bir insansınız ve tatil gününüzde bile elektronik postalarınızı kontrol ediyorsunuz demektir. Bu yüzden sizi tebrik ediyorum. Yok bu yazıyı pazartesi sabah diğer gelenlerle okuyorsanız tembel bir insansınız. Bir şey diyemiyorum. Üç gün boyunca bana tahammül ettiğiniz ve dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Sağlıcakla kalın. Kanada'dan sevgilerimle...