Bir sanat eseri tarihe kayda geçmiş bir belgedir 2024-08-10 14:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Hiç kuşkusuz her sanatçının sanata bakışı değişkendir ve diyebiliriz ki, dünyada ne kadar sanatçı varsa o kadar sanat anlayışı vardır. Ama her sanatçının hemfikir olduğu bir görüş vardır; sanat yaratmaktır. Sanatın yaratıcılığını vurgulamak açısından Ernst Fischer sanatın büyüden çıktığını söylemiştir.
Tarih öncesi ilkel toplulukların mağara duvarlarına resmedilmiş ürünleriyle başlayan sanatın uzun yolculuğu oldu. Sanat bu süreç içinde farklı boyutlar kazandı. İlkel insanlar niçin vücutlarını boyuyor, niçin ilkel şiirler söylüyor ya da bu törene katılan insanlar niçin dans ediyorlardı?
Büyünün nedeni aşkın varlıktan, doğaüstünden yardım istemekti. Dolayısıyla sanatın başlangıcında bilmemek, anlamlandıramamak vardı. İlkel insan bilmediği, birçok şeyi anlayamadığı, en acı şeylerle en güçlü zevkleri tattığı bir dünyada bulunduğunu anlamıştı. Yalnızlığının, bilgisizliğinin, güçsüzlüğünün bilincine varmıştı; üstün bildiği bir varlıktan güç istiyor, ona sığınıyordu.
İlkel toplumlarda sanat, insanla dış dünya arasındaki ilişkiydi. Dolayısıyla doğa, içinde barındırdığı insanın en büyük ilham kaynağı oldu. Akıl gücü gelişip, çoğaldıkça doğayı gözlemleyerek tanımaya çalıştı, kendine yararlı olacak unsurları sayısız doğa zenginlikleri içinden çekip aldı. Uzun deneyimler sonucu büyü etkisi ile yapılan yaratıcı çalışmalar, anlamları genişleyerek estetik endişe ile sanat yapıtına dönüştü.
Sanat eserlerine tarihsel süreç içinde baktığımızda kadın figürünün sıklıkla kullanıldığını görürüz. Kadını ifade biçimlerinden Ana Tanrıça figürü olarak üremeyi, dişiliği, analığı, bereketi, hayatın devamlılığını simgeleyen Kybele kültü bu kültün önemini anlamamamız açısından aydınlatıcıdır. Ancak bu tür Ana Tanrıça heykelciklerinin bu külte tapınmanın bir kanıtı olup olmadığı halen tartışılan önemli bir noktadır. Erkeğin doğumdaki rolünün henüz keşfedilmemiş olduğu, kadının doğurganlığından dolayı bu heykelciklerin kutsal anlamda öne çıktıkları düşünülmektedir. Muska olarak, çocukları eğitmek için oyuncak olarak veya ölüleri anmak için yapılmış oldukları gibi farklı yorumlar da öne sürülmüştür. Bugün her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın inanç ve anlam açısından bir işlev taşımış oldukları açıktır.
Ana Tanrıça/Kybele kavramını kullanarak kadın kimliğini sorgulayan Tomur Atagök, Tanrıça (1996) eserinde yaşadığı topraklar üzerinde kadının geçmişini irdelemiş, yapıtlarını aktarırken feminist bir yaklaşım sergilemiştir. Ana Tanrıça/Kybele bu duygu ve düşüncelerle yeniden biçimlenmiş ve Atagök’ün resimsel dilinde hayat bulmuştur. Yapıtlarında kadının üretkenliği öncelik taşımaktadır.
Kadının “öteki” olarak, erkekle karşılaştırılmasında “öteki”nin hep zayıflığının vurgulanmış olması sanatçının çıkış noktası olmuştur. Çatalhöyük figürinlerindeki kadının, abartılı iri göğüsleri, karın ve kalçalarıyla doğurganlığının verilmiş olmasından etkilenen Tomur Atagök, yapıtlarında bu formları, yeni bir biçimsel dil, büyük renk alanlarının oluşturduğu bedenler ve figürlerle dile getirmiştir.
Kybele kültünü eserlerine taşıyan bir başka sanatçı Özdemir Yemenicioğlu’dur. O, bu kültürü belirli bir ırk, belirli bir ülke için değil, insanlık adına sahiplenmiştir. Resimlerinde tanrıça figürlerini öne çıkarması dişiliğe, üreticiliğe, insanca yaşama verdiği önemden ileri gelmektedir. Kibele ve Atena, Hera, Afrodit gibi mitolojideki “üç güzeller” onun dünyasında genel olarak kadını simgelemektedir.
Yıldız Doyran’ın "Tanrıça Kybele" (2011) adlı çalışmasındaki Kybele, insan hakları, barış, demokrasi, ilerleme, çevre gibi konuların etki alanındaki insanı temsil eden bir simge olarak kullanmıştır.
Mehmet Aksoy, Kybele ile ilk olarak öğrencilik yıllarında tanışmış, binlerce yıllık Anadolu geçmişine ilgi duymaya o zamanlarda başlamıştır. Anadolu’da farklı şekiller ve adlarda varlık bulan Kybele, "İki Çocuklu Kybele" (1997), "Güzel Kybele" (2002) Aksoy’un üzerinde uzun yıllar çalışma yapacağı estetik bir veriye dönüşmüştür.
Her toplumsal sıçrayış, her dönem, yeni düşünce biçimleri sanatı ister istemez etkiler. Özellikle sanatçılar en çok etkilenenlerdir. Sanatsal dilin bu denli çeşitlenmesi ve gelişmesini anlamak bu açıdan önem kazanır. Artık çağdaş sanat hem eski bildik halinde hem de yeni sanat dili ile var olmaktadır. Bu yüzden çağdaş sanat çok kimliklidir demek yanlış olmaz. Çağdaş sanatçı insanoğlunun kültürel sürecinin bir katmanında yer almakta olduğunu bilir. En önemlisi kültürel zincirin halkalarından sadece birisi olduğunun her zamankinden daha çok farkındadır.
Ünlü Jung’cu psikolog Neumann’ın da belirttiği gibi, Ana Tanrıça/Kybele’ler, tanrıçaların anası değil, tanrıça analardır. Yukarıda sözünü ettiğim eserlerin önemi sanatçıların Ana Tanrıça/Kybele mitosunu yeniden kurgulamış olmaları ve sanat ortamına taşımış olmalarıdır.
Sanat da yaşam gibi üst üste katmanlardan oluşur. Her şeyden yararlanır sanat. Sanatçı imgelerden, mitolojiden, malzeme ve teknikten yararlanır. Ürettiği eserde yararlandıklarını çağdaş imgelere dönüştürmeye çalışır. Mağara duvarlarına çizilen basit resimlerden, antik Mısır hiyerogliflerine, Yunan heykellerine, Roma mozaiklerine, Rönesans’ın görkemli tablolarına, fotoğrafın icadından video sanatının yükselişine ve dijital devrimle hayatımıza giren dijital sanata kadar sanatın her biçimi yaratıcısının duygularını ve yaşadığı dönemin gerçekliğini bize aktarır. Dolayısıyla bir sanat eseri geçmişin, yaşanmışın tozlarını taşır. Külleri aralayıp altında ne var ne yok diye bakmak gerekir.
Sanat eserleri insanoğlunun kültürel mirasının aktarımında önemli bir rol oynarlar. Çünkü geçmiş bitmemiştir, sürer ve süren her şey gibi bir öncekinin tekrarıdır. Bu açıdan bakarsak sanat eserleri belge niteliği taşırlar. Önceye ve sonraya ait bir belge. Bize ve bizden önce yaşamış atalarımıza ait. Tarihe ve zamana kayda geçmiş bir belge.