Beyin Ölümü / 2
Yazar: Haluk Işık
Gazetede aynı konuyu birkaç yazıya bölüştürmek, hele köşeniz haftalıksa, okurun izlemesi açısından güçlük yaratıyor. Ama internet gazeteciliğinde böyle bir sorun yok. Çünkü “Yazarın Tüm Yazıları” bölümüne bakıyor, bir önceki yazıyı okuyup yenisine geçebiliyorsunuz. Özetle, ikincisini okumaya başlamadan önce, “Beyin Ölümü /1”i okumak yararlı olabilir. İkincisini yazmakta, elimde olmayan nedenlerden dolayı biraz geciktim, bağışlayın.
Her canlı sınıfına göre, beynin yapısı değişiyor. Kiminde yalnızca iki sinir ucundan ibaretken, kiminde sayısı değişen loblar ve nöronlardan oluşan karmaşık bir yapı görüyoruz. Kıvrımların çok ya da az olması, beynin yetkinliğini ve kalitesini gösteriyor; ne kadar çok kıvrım varsa, beyin o denli kaliteli sayılıyor. Beyni, dünya görüşüne bağlı olarak, bir sinir merkezi olarak gören de var, bir ruhun tezahürü olarak değerlendiren de. Uzun uzun beyin uzmanı edasıyla konuşmak bize yakışmaz. Şu anda internette olduğunuza göre, beyne dair geniş bilgilere kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Ama kısaca şunu söyleyebiliriz; beyin, bedenin kontrol merkezidir, bilişsel ve davranışsal bir üs kimliğiyle çalışır. Onun ölümü, bedenin ölümüdür. Beyin öldükten sonra, yaşamı sürdürme çabası beyhudedir, yararsızdır, oyalanmadır.
Beyin, dimağ, bellek ve algı-yorum-karar üssü olarak tanımlanıyorsa; “beyin ölümü” denen “son”u toplumsal yaşama tahvil edersek, bizi tam anlamıyla bir felaket bekliyor demektir.
Bu “son”, tıp açısından insanın öteki organlarına 72 saatlik bir yaşamsallık, daha doğrusu “geri dönüşüm” şansı tanıyor. O da, bir başka beden için. Peki, “toplumsal beyin ölümü”, o toplumun öteki organlarına ne kadar zaman tanır? Beyni ölen ya da ölmekte olan bir toplumsal yapıya rağmen, bunları nasıl ve nerelerde kullanabiliriz? Başka bir toplumsal yapıya mı gider bu organlar? Yoksa yeni bir toplumsal yapı gereksinimi mi ortaya çıkar? Tarihteki pek çok revizyon, reform ve devrim girişimleri, bu gereksinimin sonucu mudur? Elbette.
Acaba açılım, saçılım, demokrasi paketi, anayasa tadilatı falan diye, ortalığın toz dumana girmesi ile yukarıda söylediklerimiz arasında benzerlik ya da koşutluk kurabilir miyiz? Bunlar, varlığını korumaya çalışan bir beynin beyhude çabaları mıdır, yoksa aslında itiraf edilmemiş (edilmemiş?) bir beyin nakli girişimi mi? Birincisi acınası bir çaba, ikincisi bir Dr. Frankeştayn girişimi olarak adlandırılabilir mi? (Frankeştayn, Mary Shelley’in 1818’de yazdığı romandır)
Tıp bilimi, henüz insan beyni naklini gerçekleştiremedi. Bunun organ nakli ve kopyalama (klonlama) konusunda çalışmalar ilerledikçe mümkün olacağı söyleniyor. (Bakınız ilgili kaynaklar) Bilim söylüyorsa doğrudur. Biz kendi kulvarımızda ilerlemeye çalışalım.
Canlı bir organizma olan toplumun, beyin dışındaki organları nelerdir? Üretim ilişkilerinden ve örgütlenmelerinden gelenek-göreneklere, etik paydalardan kültürel-sanatsal dinamiklere, kuşkusuz pek çok organdan söz edebiliriz. Organizmayı yaşatan, koruyan, kimlik veren bunlardır. Kurumlardır, yazılı yazısız yasalardır, değer yargılarıdır, bir arada yaşamayı örgütleyen ve düzenleyen herşeydir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyini belirleyen, haklarında karar verilmesini sağlayan, insanlık ailesi içindeki adresini yazan, kısaca onu tanımlayan kimlik ve kişilik barkodu buralardan beslenir. Bir toplumun “beyinsel niteliği”, bütün bunların farkında olup olmama düzeyine bağlıdır.
İnsanı yönlendiren altı temel duygu şöyle sıralanıyor; neşe, üzüntü, öfke, korku, şaşkınlık ve tiksinti. Rita Urgan’ın çevirisiyle, 2 Nisan 2010 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi'nde, New Scientist’den alınan bilgiye göre, bu duygulara yenileri eklenmiş bulunuyor; yüceltme, ilgi, şükran, gurur ve kafa karışıklığı.
Bütün bunlar, bizi yönlendiriyor, nasıl ve nerelerden beslendiklerine bağlı olarak, tavrımızı, tepkimizi ve eylemlerimizi belirliyor. Hepsinin merkezi beynimiz. Toplumsal beynimizin bugünkü durumunu, bu açılardan da tartışabilir; ölüyor mu, ölmüş mü, yoksa gelişerek varlığını sürdürüyor mu, sınayabiliriz. Bu sınama, halihazırda topluma egemen olan duyguların hangi davranışlara neden olduğunu, bu davranışların nasıl sonuçlara yol açtığını gözleyerek yapabiliriz.
Kurumlarına güven, yaşam standartlarını koruma ve sorgulama, etkiye açık tepkiye hazır olma durumu, bilgiye ve öğrenmeye açlık ve açıklık, değişmeye ve gelişmeye inançtır, toplumsal beyni yaşatan. Kuşkusuz, bunların giderek azalması, toplumsal beynin “düzleşmesi” anlamına da gelir.
Bu düzleşme, bireyselliği de, toplumsallığı da sıradanlaştırır, sakilleştirir, yaşam kalitesini sıfırlar. Dün-bugün-yarın diyalektiğinden söz etmek, artık olanaksızlaşır. Çünkü algı-yorum-karar mekanizması dağılmıştır, bozulmuştur. Böyle olunca da, sözgelimi beslenmeyle karın doyurma, sevişmeyle çiftleşme, giyinmeyle bürünme, sığınmayla barınma, duyarlıkla güdüler, akıl ile kurnazlık, bireysellikle bencillik, toplumsallaşma ile sürüleşme kolaylıkla yer değiştirir.
Bir arada yaşama düşüncesi ve bunların ortak paydalarını sahiplenme ortadan kalktığında, “ötekileşme” ve “ötekileştirme” kolaylaşır. Öfke ve korku egemenliğine giren “toplumsal beyin” üretemez, kendini aşındırdığının da ayrımında değildir. Öfke ve korku, toplumsal ve bireysel arınmaların, temize çekmelerin önüne set çeker. Aidiyet duygusu yerini körü körüne bağlılığa bırakır. Özgür birey - özgür toplum ilişkisinden söz etmek olanaksızlaşır. Kavramların içi boşalır, kolaylıkla birer demogojik enstrüman haline gelir. Toplumsallığı tüm kural ve yaptırımlarıyla terkedip, güruhlaşmayı seçmek kolaydır. Böylesi toplumlarda “beyin”, yalnızca itaate, tartışmasız adaptasyona, verilenle yetinmeye, az geleni emekle değil kurnazlıkla çoğaltmaya ve daha da korkuncu bütün bunlarla yüzleşmeyi “ölümcül bir tehlike” olarak görüp ötelemeye ve nihayet bunları dillendirmeye kalkanları, yok etmeye kurgulanmış bir organdan başka bir şey değildir.
Trafik işaretleri ve kuralları anlamsızdır artık. Kadınlar, gençler, çocuklar köledir; dövülebilir, öldürülebilir, intiharlara terkedilebilir. Herşey “yazgıdır”, olup biten kabullenilir ve hemen unutulur.
Toplumsal ölçütler ortadan kalktıkça, gündelik çözümler devreye girer. Bu çözümler, her gün ve her gün yeniden keşfedilmek zorundadır. Kalıcılık yoktur, bundan ne kastedildiği bile düşünülemez. Eğer bir parça fikir kalmışsa o da “sabit”tir, donmuştur. Beynin “Fikr-i takip” merkezi felçlidir.
Şiddet, her an tetiklenmeye hazırdır. Duygusal ve fiziksel “linç”, bir yaşama biçimine dönüşmeye başlamıştır. Alttakine tiranlaşırken, üsttekine salta durmak, doğallaşır. Sürekli savunma ve “haksızlığa uğramışlık” hali egemendir.
Değişime dair risk alınmaz, ama pervasızlık gündelik yaşama egemendir. Bin kere sele kapılsa, gidip yine dere yatağına yapacaktır evini. Uzmanlık yoktur. Herkesin her işi yapabileceğine inanılır. Bütün bunlar ve ötesi...
Söylenmese de, söyleyenlere hınç beslense de, küçümsenerek yok sayılsa da; bütün bunlar aslında herkes tarafından bilinmektedir. Ama beynin nöron varsıllığı, yerini moron bozulmaya bıraktığından, itiraf bile mümkün değildir.
Umutsuzluk mu, asla! Bir gün mutlaka, hepsi süpürülüp çöpe atılacaktır. Yoksa duruma bakıp, şöyle bitirmek de mümkündür, ama bize asla yakışmaz; “All together! Sümme haşa el fatiha!”