Savunma değil, atak...
Yazar: Haluk Işık
Okuyan dostlarımız anımsayacaktır, Cumhuriyet Ege Ekindeki haftalık Patika köşemde, son ayın üç yazısını, İzmir faşisttir diyen şerofaşoliboş tayfasına ayırdım ve işimize bakalım diyerek, konuyu kendimce noktaladım.
Kent-Yaşama ve değerli okurlarına merhaba derken, bu noktalamayı izninizle biraz köpürtmek istiyorum. Bunu yaparken, haftalar boyu yazdıklarımı yinelememeye çalışacağım.
Suçlamaların densizliği, küstahlığı ve çırılçıplak örtülü pazarlığı bir yana, hepimiz adına bir milat oluşturduğunu ve bu bakımdan hayırlı olduğunu ve bu açıdan yorumlanmazsa, unutulup gideceğini düşünenlerdenim.
Bu saçmalığa karşılık yükselen tepkileri, tematik açıdan bir incelemeye tutacak olursak, şu genel tavırlarla karşılaşırız;
- Mahsuni Şerifin çok sevdiğim türküsündeki nakarata benzer biçimde; su sızdırmaz öfkelere kapılarak, Bak ite hele! diyenler,
- Boyoz, asfalya, domat... sevimliliğinden güç alarak, Otantiğime dokunma! efelenmesine yönelenler,
- İzmir ve İzmirlilik göstergesi olan moderniteyi, kaç-göçü reddeden Kordon Özgürlüğümüzle açıklayanlar,
- Güç ve kan kaybetmemizi, muhalif kimliğimize diş bileyen sisteme ve hükümetlere bağlayanlar,
- Doğumlarını ve İzmirliliklerini jinekolojik rastlantı ve ilmühaberlik hata olarak nitelediğim hakaret sahiplerini; hain ve dönek olarak suçlamayla yetinenler...
Bu listeyi uzatmak elbette olası ve her biri haklılık-haksızlık açısından tartışılabilir. Ama bu tavırların hepsi de savunmadır. Bu durum salt iğrenç bir saldırının ortaya çıkardığı, doğal bir refleks olarak tanımlanabilir de, bize ve kentimize hiçbir yararı yoktur. Dahası refleksin duygusallığı, gerçeğe yaklaşımımızı belirlemesi gereken duyarlığı boğabilir.
Malumdur ki, duygusallık salt yürekte başlar, yürekte biter ve içeriği ne olursa olsun, bu tavrın adı arabesktir. Eh, başlamışken sürdürelim, en vahim arabesk, sosyal içerik sosuyla kendini sunmaya çalışanıdır. Oysa duyarlık, yürekle yetinmez, beynin de devreye girmesi gerekir. Beynin devreye girmesi ise, salt dışa yönelik tepkilerle yetinmemizi engeller. Aynı zamanda içe yönelik özeleştiri sürecini tetikler ve haritada bulunduğumuz noktayı gösterir. İşte bu noktada, yetersizliklerimizi, tembelliklerimizi, kolaycılıklarımızı, bilinçle yön veremediğimiz zaman nehrinin başıboş akıp gittiğini ve bizim yalnızca izlediğimizi görürüz ki; işte yaşam, orada kendini varetmeye başlar.
Bu durum, kent kentli diyalektiği için kaçınılmaz bir gereklilik ve zorunluluktur. Çünkü kentler, barındırdıkları insanların nitelikleri ve o insanların kentlerine titizlendikleri oranda değerlendirilir. İzmir, bu açıdan harika ve bir o kadar da saygıyı hakeden bir hanımefendidir. Üçbuçuk şerofaşoliboş döküntüsünü, tükürüklerle boğmak işi hallediyorsa, peki devam edelim. Ama bunlar, Sevgilim İzmiri öteye taşımaya yeter mi, haydi biraz da bunu düşünelim.
Herkes herşeyi bilemez, hele bu dostunuz bildikleri konusunda, yaşı ilerledikçe vahim tasalara düşen biridir. Ama yine de, yaşam alanı olan kültür-sanat penceresinden size seslenmeye çalışacak ve yukarıda belirtmeye çalıştığı sorunları, bu açıdan tartışacaktır.
Bu ilk yazıyı Savunma değil, atak... diye bohçalarken, Kent-Yaşama yazmamı öneren Orhan Beşikçi dostuma teşekkür etmeliyim. Ben şimdiden çok mutluyum da, umarım birlikteliğimiz sizleri de mutlu eder. Yazmak, salt yazarın değil, okuyanın da sorunudur. Eleştiri ve katkılarınıza her zaman gereksinmem olacaktır...