Gürsel'in dünyası
Ãœmit Otan
Yürümekte zorlanan güleç yüzlü çocuk, yan masadaki kıza el kol hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, kız kahkahalar atarak ayağa kalkıp birlikte piste doğru ilerliyorlar. Kız zor duyuyor, erkek zor yürüyor. Müzik, ritim o kadar önemli değil, dansa başlıyorlar. Tekerlekli sandalyesindeki Şeref, değişik sesler çıkararak alkış tutuyor. Pist bir anda "onlarla" doluyor. Hepsinin dans etmek için birbirlerine ihtiyacı var. Birbirlerine sımsıkı sarılmışlar, sanki başka dünyalara uçuyorlar...
Hareketlerini engelleyen kaslarını biraz olsun yumuşatmak, uysallaştırmak için büyük çaba harcadıkları zamanların dışında resimler yapılmış, şarkılar söylenmiş, boncuklardan bilezikler, kolyeler bitirilmiş, sıra eğlenceye gelmişti.
Bu eğlencelere analar, babalar, yakınlar da katılırdı. Bedenlerinde hiç bir engel olmadığı halde, yarattıkları engellerle yaşamı birbirlerine zehir edenler, bedenlerindeki zinciri kırmak için her çabayı harcayanları nedense gözyaşları içinde izlerlerdi. Her buluşmada bu ironi tekrar tekrar yaşanır, duygularını özgürce ortaya koyan,sevinçlerini yaşarken çağlayanlara dönüşen, birbirlerine yardıma koşmak için bedenlerini son noktasına kadar zorlayan engelliler, nedense bizi ağlatırdı. Belki de ağladığımız onlar değildi. Belki de onlar bize neleri "es" geçtiğimizi gösteriyordu. Belki de göz yaşlarımız kendimiz içindi...
Engelliler okulu
Yıllar önce Milli Piyango'dan en büyük ikramiye olan 5 Milyar lira kazanan "Salih Dede" , parasının büyük kısmını hayır işlerinde kullanmış, her yaştan engelliler için yaptırılan okula da büyük katkı sağlamıştı. Sıcak su havuzları, aletlerle çalışılan salonları, dershaneleriyle sevgi yuvasına dönüşen spastik engelliler okulunun yönetimini Meliha Alpat gönüllü olarak üstlenmiş, emekli asker olan eşi de yardımcı oluyor. Kaslarını kullanamayan, konuşamayan, yemeğini zorlukla yiyebilen oğulları Şeref , madem ömrünü bu okulda geçiriyordu, onlar da oğullarıyla birlikte diğer çocuklara da destek olabilmek için böyle bir yaşamı seçmişlerdi.
Kahkahalar, bağırışlar, devinimler müziğin ritmiyle artıyor,Gürsel bir arkadaşını yerine oturturken, diğerini dansa kaldırıyordu. Bakmayın 40 yaşında olduğuna, aslında küçücük bir çocuk o. 40 yıl boyunca çektiği acılardan sonra böyle cıvıl cıvıl kalması insanı şaşırtabilir. Ama o hiç pes etmedi. Bizler küçücük ayrıntılarda boğulduğumuz zamanlarda,onun ne büyük işler başardığını, ancak şimdi anlayabiliyorum.
Gürsel dans ederken yan gözlerle de bize bakıyor, ara sıra el sallıyor, yıllar öncesine dalıp gidiyorum...
BoÅŸ beÅŸik
Aynı avluya açılan beş ayrı evin kapıları önünde kadınlar merakla bekleşiyordu. Güneş yeni batmış. Avludaki tüm ailelerin tek kaynağı olan tulumbadan çekilen suyla taşlıklar yıkanıyor, biraz ferahlık yaratılmaya çalışılıyordu. Karo diye çağırılan kör kız, avlunun en kuytu köşesinde baş parmağını emiyor, karşı evden gelen bir kadının acılı bağırışıyla tedirginliği giderek artıyordu. O karşı eve kadınlardan biri girip biri çıkıyor, mutfak gibi kullanılan yerden sıcak sular taşınıyordu.
Diyarbakır 'ın Melikahmet Çıkmazı'ndaki insanlar sus pus kesilmiş müjdeli haberi bekliyordu. Avlunun dışında sırtlarını duvara dayamış erkekler sigaranın birini söndürüp birini yakıyorlardı.
Bir kız çocuğu, "oğlan, oğlan" bağırışıyla derin sesliği hareketlendiriyor, herkes birbirine sarılmaya başlıyordu. Karo, parmak emmeyi bırakıp ayağa fırlıyor; ellerini çırparak oradan oraya koşarken duvarlara çarpıyordu.
Mahalle derin bir nefes aldı. Uzun saatler süren "tebriklerin" kabulünden sonra herkes evlerine çekildi.
Onu demirden beşiğine yatırdılar. Hiç ağlamıyordu. "Sakin çocuk olacak" yorumları yapıldı. O, sakin bir çocuk olmayacağının ilk ipucunu doğduğu akşam verdi. Büyük yorgunluğun ardından evde herkes bir köşeye çekilip derin uykuya daldı. Anne zaten bitaptı, kaç günlerdir sancılarla cebelleşirken uyku yüzü görmemişti. O da dalmıştı...
Sabah evdeki herkes annenin "çocuk yok" çığlığıyla uyandı. Beşik boştu. Gerçekten birkaç saat önce aralarına katılan evin minik konuğu ortalarda görünmüyordu. Baba, büyük bir şaşkınlıkla avluya doğru koştururken, anne karyolanın örtüsünü kaldırdı. Bebek en dipte yerdeydi ve hiç ses çıkarmıyordu. Onu öldü sandılar. Anne bebeğini kucağına aldığında sevinç gözyaşları döktü, oğlu yaşıyordu. Hatta mızıldanmaya bile başlamıştı.
Bir oğlan ve iki kız çocuk, aralarına dördüncü bir kardeşin katılmasına sevinmesine seviniyorlar, ama iki göz küçücük evde yaşamlarının daha da sıkışacağını da düşünmeden edemiyorlardı. "27 Mayıs ihtilali" daha yeni olmuş, Türkiye "bekleme dönemi"ni yaşıyordu. Beşiktaşlıların "Şenol, Birol,gol" sloganını daha terk etmedikleri yıllardı. Evin yeni misafirine isim bulunması epeyce tartışmalara neden oldu. Baba, koyu bir Beşiktaş taraftarıydı. Adnan Menderes'i deviren Cemal Gürsel Paşa'dan "Gürsel"i, Beşiktaş'ın en golcülerinden "Şenol"u oğluna ad olarak uygun gördü: O artık Şenol Gürsel' di. Şenol ve Birol büyük "tantanalarla" Fenerbahçe'ye geçtikleri güne kadar baba oğlunu Şenol diye sevdi. O günden sonra Şenol adı yalnızca nüfus kâğıdında bir anı olarak kaldı. Onun artık Gürselli yıllarıyla birlikte hiç bitmeyecek acıları, çaresizlikleri, gözyaşları da başlıyordu.
Kalıcı iz bırakan ateşli hastalık
Gürsel beşiğinden düştüğü o ilk geceden midir bilinmez, yüksek ateşle baş edemiyordu. Bir akşam ateşi tehlikeli sınıra doğru yükseldi, bir türlü düşmedi. Doktorlar, hastaneler, ilaçlar bir türlü kâr etmiyor, menenjit teşhisi konuluyordu. Bu hastalığın sonuçta ille de bir "araz" bıraktığı konuşuluyor, Gürsel'de ne gibi bir aksama olacağının hüzünle beklendiği bir döneme giriliyordu. Menenjit kulaklarda hasar yapmıştı. Kulağından akıntılar geliyor, her insanın katlanamayacağı acılarla boğuşuyor, Gürsel'in hastane ve ameliyat yılları başlıyordu. İlk ameliyattan sonra kulaklarda belli bir düzelme olsa da çocuğun zekâ gelişiminde gerileme başlıyor ve artık o hiç bir zaman akranları gibi olamıyordu.
Babanın emekli olmasıyla İzmir'e dönüldüğünde Gürsel orta okul çağındaydı, ama hiç okula gidemedi. İzmir'de ilk yıllar arka arkaya tekrarlanan ameliyatların ardından gelen uzun bakım süreleriyle, hastaneler Gürsel'in evi, doktorlar özellikle de hemşireler yaşamının en sevgilileri oldu.
Önce abisi ve ablalarının okula gidişine tepki verdi. O da eline geçirdiği tüm gazeteleri, dergileri önüne toplayıp büyük bir özenle ne kadar yuvarlak harf varsa içini dolduruyor, çok önemli bir iş yaptığının farkına varılıp varılmadığını kontrol için etrafını süzüyordu. Derdini anlatabiliyor, tüm işlerini kendi görebiliyor, kızgınlıklarını anında dışa vurabiliyor, korkuyu, yalanı bilmiyor, herkeslerden farklı "dosdoğru" bir yaşam sürdürüyordu.
Mahallenin sevimlisi
Yirmili yaşlarına vardığında, Eşrefpaşa'nın Kako yokuşunda onu tanımayan yoktu. Gürsel, sanki tanınmak için büyük bir çaba harcıyor gibiydi. Ondan hiç kimsenin bir şey istediği yoktu, ama o vermeye hazır bekliyor, hiç umulmadık yerlerde insanların yardımına koşuyor, onu hiç ilgilendirmeyen konulara "burnunu sokuyor", herkesler onu sevgi ve hüzün arası duyguların sarmalında izleyip seviyorlardı.
Gürsel, önceleri televizyona pek fazla ilgi duymuyordu. Televizyonda yaşananlarla televizyonu seyredenlerin dünyası onun ilgi alanı dışındaydı. Ta ki Kemal Sunal filmleri "furyası" başlayana dek. Her akşam kanalların birinde Kemal Sunal ortaya çıkıyor, Gürsel'in etrafındaki insanlardan değişik olan bu adam onu müthiş etkiliyordu. Sunal filmi varsa başka hiç bir kanala geçilemiyor, gürültü yapılamıyor, Gürsel önüne konan çerezleri yerken "başka bir dünyayı" yaşıyordu.
Kemal Sunal'ın yardımseverliği, sevecenliği oynadığı film bittikten sonra, Gürsel "Ben Kemal Sunal'ım" diye ayağa fırladığında kahkaha tufanı kopuyor, evdekiler birlikte yaşadıkları bu çocukla aslında ne kadar farklı dünyaları paylaştıklarını bilemiyordu.
Önce ağabey evden ayrıldı. Sonra ablalar evlendi, onlar da gittiler. Ev Gürsel'e kaldı. Gürsel günlük yaşamını giderek zenginleştiriyor, Eşrefpaşa'da ne kadar esnaf varsa hepsine zaman ayırıyordu. Kuşçunun kafeslerini temizliyor, çay ocağının suyunu taşıyor, ondan yeter ki bir şey istensin hepsini güler yüzle yerine getiriyor ve hiç bir karşılık beklemiyordu. Sokaktaki yardımsever Gürsel, evde tam bir "hain" kesiliyor, annesinin en küçük yardım isteğini bile görmezden geliyor, fazla ısrar edildiğinde kapıyı vurup çıkıyordu...
Babasız yıllar ve "öteki taraf"
Gürsel, babasının ölümüne kolay alışamadı. O günlerde sokağa çıkmadı. hiç bir işe gitmedi ve kimselerle konuşmadı. Sık sık babasını görmek istediğini söyledi. Sonra bundan vazgeçti. Başsağlığı ziyaretlerinin sürdüğü bir akşam abisinin yanına gitti, koluna girdi, öptü sonra kulağına "Artık bizim babamız sen ol" diye fısıldadı.
![](http://www.kentyasam.com.tr/Konuk/04122009uo01.jpg)
Gürsel'e gereği kadar babalık yapıp yapamadığımı bilemiyorum. Onun babalıktan ne anladığını, neyi anlatmak istediğini anlayabilmek o kadar kolay değil. Bizler günlük karmaşaya yenilmiş, "büyük hedefler"e koşuştururken dönüp hemen yanındaki güzelliklere bakma zamanı olmayan, kıpırtılarını unutmuş, yaşama sevincini yitirmişlerdeniz. Gürsel öteki taraftan. Çoğu zaman ona imrenirim. Yalan yok, ikiyüzlülük yok, çıkar yok.
Dosdoğru bir adamla sohbet etmek istediğimde Gürsel'e giderim. O, "öteki tarafta" yaşadıklarını anlatır, ben bizim taraftan anlatacak bir şey bulamam. Neyi ne kadar istediğini gözlerine bakıp anlarım...
"Abi bizi de yaz"
Müzik sustu. Pisttekiler masalara dağıldı. Her masada anlamak ve anlaşılmak üzerine değişik yöntemler deneniyor, kahkahalar her şeyi bastırıyordu. Yönetici Meliha Alpat, aslında herkesin haftada hiç olmazsa bir saatini ayırarak bu tür okullara gelebileceğini ve çocuklarla birlikte olabileceğini söylüyor. Sonra "sakın yanlış anlamayın" uyarısı yaparak, "Çocuklar için değil,kendileri için gelsinler. Günlük hay huy içinde, küçücük sıkıntıları abartarak, dünyayı kendilerine zehir edenler gelsinler ve buradan yaşama sevinciyle dopdolu olarak çıksınlar." diyor.
İnanın abartmıyorum. Bedenlerinin tüm engellerine karşın yaşama sevgiyle yaklaşan bu insanlar aslında bize ders vermeye çabalıyorlar, ama inatla görmezden geliyoruz" diye ekliyor.
Gürsel, arkadaşlarını masalarına yerleştirdikten sonra geldi. Önce "başkanım" dediği Meliha Hanım'ın elini öptü. Birlikte fotoğraflarını çektim. Sonra baş parmağını bana sallamaya başladı. Gürsel, kimden bir şey isteyecekse baş parmağını o kişiye doğru oynatır, dikkatin kendinde yoğunlaşmasını beklerdi.
Gürültüden sesini duyuramadı. Yanıma geldi, elimi tuttu, okşadı, "Abi, bizi de yaz" dedi...
***
Editörün notu: Ümit Otan'ın yıllar önce kaleme aldığı bu yazı Cumhuriyet Dergi'nin 826. sayısında yayımlandı...
Şenol Gürsel Otan'ı 3 Aralık 2009 günü; Dünya Engelliler Günü'nde, Balçova'da, yolun karşısına geçmeye çalışırken bir otomobilin çarpması sonucu, 49 yaşında yitirdik... Anısı önünde saygıyla eğiliyor, değerli yazarımız Ümit Otan'a, ailesine, yakınlarına, sevenlerine ve tüm sevdiklerine başsağlığı diliyoruz...